Polemik, edebiyatın olmazsa
olmazlarındandır. Edebiyat tarihinin bağrında polemikleriyle meşhur olmuş pek
çok edebiyatçıyı barındırır. Biz, bir zamanlar yapılmış bu polemikleri zaman
zaman hatırlayarak onlardan yeni dersler, mesajlar çıkarırız. Tabii, aralarında
kuvvetli söz düellosu geçen şahsiyetleri de bu vesileyle yâd etmiş oluruz.
Sadece sağlıklarında değil,
mücadelelerini öldükten sonraki yıllarda da sürdüren şairler, yazarlar vardır.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile Nâzım Hikmet Ran’ın polemikleri bu cinstendir.
Bugün hâlâ sürer onların çatışması. Diğer bir ifade ile takipçileri sürdürür…
Bu hayli ‘bereketli’ polemiğe katkı
sağlamak amacıyla, Necip Fazıl’ın Nâzım Hikmet’le ilgili bazı cümlelerini
gündeme taşımak ve ardından bir tespit yapmak istiyoruz. Bu güncelleştirme,
aynı zamanda bize üstadın ne kadar karşı konulmaz bir polemik ustası olduğunu
da gösterecektir.
Kaynağımız Adnan Binyazar’ın
yenilerde çıkan “Edebiyatın Dar Yolu” adlı ‘eleştirel deneme’ kitabı. Binyazar
da Hareket dergisinin 1929’daki bir nüshası ile Hilmi Yücebaş’ın 1967’de
yayımlanan “Nâzım Hikmet Türk Basınında” kitabını kaynak göstermiş.
Bu kaynaklandırmadan sonra Necip
Fazıl’ın “Rusya’dan dönen Nâzım Hikmet” hakkında söylediklerini aktaralım:
“Rusya’dan dönen Nâzım’ın eskisiyle
hiçbir benzerliği kalmamıştı. Küçük bir kurcalamada hemen bönlüğü meydana çıkan
eski yarı ahmak tip, şimdi üstüne bir açıkgözlük (zekâ değil) ve küstahlık
galvanizi çekilmiş olarak Moskova ‘Dar-üs-sınâa’sı mamulü halinde ortaya
dikilmiş bulunuyordu. Dikkatli bir göz, yarım milimetre bir galvaniz tabakası
altında yatan bu ahmağı hemen tanıyabilirdi. Fakat hali ve edası, tonu ve
şivesi, herkese bir dehâ çapında görünüyordu.”
Adnan Binyazar hem yukarıdaki
ifadeleri hem de şunları Necip Fazıl’a yakıştıramıyor; olabilir:
“Şiirini Komünist İhtilâlinin büyük
şairi Mayakovski’den devşirmişti. Muhtevada sadece Mayakovski, şekilde yine
onun yoluyla Kübist’lere ve Dada’lara çalan bir eda… Hem muhteva, hem de şekil
bakımından ustasına tâbi bir şiir hüviyeti…”
Malum, bir sanatçının bir başka
sanatçıyı bu denli takip etmesi kendi sanatının intiharı anlamına gelir. İyi
de, Necip Fazıl bu sanat intiharından bahsetmiyor. Şu bildiğimiz, kişinin
bizzat kendisini bu dünyadan defetmesi olayını dile getiriyor.
Öyle ya, “ustası” Mayakovski 37
yaşında intihar etmiştir. İşte bunu anıştırır Necip Fazıl ve şöyle der: “Böyleyken,
her taklitçi gibi, tâbiliğini köke kadar götürememiş; ve sonunda kanlı bir nefs
muhasebesine düşüp Komünizma İnkılâbına inanmadığı için beynine bir kurşun
sıkarak ölen ustasının arkasından gidememişti. O derece sadık ve namuslu
olamamıştı.”
Bugün, aradan geçen bunca yıldan
sonra bu polemik cümlelerini, biraz da Adnan Binyazar’ın –görüşlerine
katılmadığımız sebeplere bağlı- güncelleştirmesinden güç alarak, gündeme
taşıyorsak bir sebebi var: Nâzım’ı dillerine pelesenk edenlerin içine
düştükleri intihar halleri. Fikirde, sanatta ve fiiliyatta sergiledikleri ölü
haller.
(6 Kasım 2008, Milli Gazete)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder