Samuel Butler (1835-1902) ilginç bir
İngiliz yazarıydı. İsa'nın Dirilmesinin İspatı Üzerine Eleştirel Bir Araştırma,
Erewhon, Bilinçsiz Bellek, Eski ve Yeni Evrim, Bilinen Tanrı ile Bilinmeyen
Tanrı, vb. gibi eserlerinde, içinde yaşadığı Victoria Dönemi (1837-1901)
İngiltere’sinin sosyal şartları başta olmak üzere, pek çok yerleşik unsura
karşı cephe aldı, onlarla alay etti, onları yerden yere vurdu: Dönemin
ütopyaları, İngiliz aile yapısı, Hıristiyanlık mucizeleri, kilisenin tutumları,
Darwin teorisi, vb. onun hedefinde olan şeylerdi…
Gül bahçelerinden ziyade çitli
arazilerde gezmeyi tercih eden bu yazar, karşı duruşuna bağlı olarak 1859’da
Yeni Zelanda’ya göç etmiş, orada on beş yıl kadar ‘davar’ yetiştiriciliği
yaptıktan sonra, mücadelesini sürdürmek için tekrar memleketine dönmüştür. (Pek
yeri değil ama, çağrışım oluşturduğu için kendi kendimize soralım, toplum
kaçkını Servet-i Fünun edebiyatçılarının Yeni Zelanda’da inzivaya çekilme
hayallerine Samuel Butler’in de etkisi olmasın?!)
Samuel Butler’in diğerlerine göre
ilgi çekici bulunan eseri Erewhon’dur. 1872’de kaleme alınmış olan bu esere
–tıpkı öteki kitapları gibi- Türkçe’de rastlayamadım. Bunda tercüme yoluyla
batının edebî emperyalizmine hizmet eden yerli ‘tercüme büroları’nın
–sermayelerini Avrupa projelerine yaslayan yayınevlerinin- katkısı nedir acaba?
İngiltere gibi bir ülkeyi, onun bir dönemini ve temel dayanakları üzerinden
batıyı sallayan bu yazarın yeterince Türkçeleştirilmemesi anlamlı olmalıdır.
Siz bir yandan bu anlam üzerinde
mütalaa ederken, diğer yandan benim işbu yazıya vereceğim yeni yönü kavramaya
çalışın. Şöyle devam edeyim: Samuel Butler ve eserleriyle ilgili olarak buraya
kadar yazdığımız satırları bir tarafa bırakıp sözü Erewhon’daki bir hikâyeye
getirmek istiyorum. “Erewhon’da Bir Duruşma”. Bu hikâyeyi, İain Bamforth’un Türkçe’ye “Kütüphanedeki Beden” (Özgün adı:
“The Body in the Library”, Çev: Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı, İst., 2004)
adıyla çevrilen derlemesinden okuyabilirsiniz. O vakit gelinceye, yani siz bu
hikâyeyi buluncaya kadar, şu küçük özetle ve akabinde birkaç iktibasla
yetinmeniz gerekecektir:
Özet: Vereme yakalanmış bir adam
hastalığından ötürü suçlanır. Bu suça istinaden halka açık bir mahkemede
yargılanır. Neredeyse ölme raddesine gelen zanlının yargılanma süreci bir takım
tuhaflıklara sahne olur. Sonuçta resmen “suçlu” bulunur. Mahkeme heyetinin
verdiği hüküm bu tuhaflıklardan bir kısmına ait ipuçları taşımaktadır. Bunları
göstermek için, şimdi de hüküm merciinin sözcüsü olarak hâkimin nihai
konuşmasından bazı cümleler aktarıyorum:
“Parmaklıklar arkasındaki hükümlü,
akciğer veremi olduğun halde çalışmak gibi büyük bir suçla yargılandın ve (…)
suçlu bulundun.”
“Geçen sene, ağır bir bronşit geç
irmekten suçlu bulunmuşsun, hatta, henüz yirmi üç yaşında olmana rağmen,
şimdiye dek en az on dört kez iğrenç hastalıklar sebebiyle suçlanmış ve mahkum
edilmişsin…”
“… verem hastalığının ölümle
cezalandırılması yasaklanmış olmasaydı, şu durumda muhakkak ölüm cezasını
tasdik ederdim.”
Hâkim, konuşmasının bir yerinde “…
sana merhamet göstermememizin başka bir sebebi daha var.” dedikten sonra bunu
“Hekimler!” diye açıklar. Zira “kendilerine hekim diyen insanlar” güçlenecek,
her şeye hakim olacaklardır: “Teşkilatları ve tüm aile sırlarına kolayca
ulaşmaları sayesinde, hiçbir şeyin karşısında duramayacağı sosyal ve siyasi
güçlere kavuşacaklardır. (…) … sonunda hekimler tüm milleti yönetmeye
başlayacak, hepimizi kendilerine kul köle edeceklerdir.” Hakim, statükonun
temsilcisi olarak tehlikeyi bertaraf etmenin yolunu da bulmuştur: “Bunu
engellemek için tek çıkar yolumuz, tek bir çaremiz var. Bu ülkenin kanunları,
zaten uzun senelerdir bu amaç doğrultusunda çalışıyor, kanunun gözü,
mevcudiyetlerinden haberdar olur olmaz, tüm hastalıkları engellemek ve
bastırmak için amansız bir savaş veriyor.”
Statükonun sesi olarak hâkimin
konuşma metninden birkaç alıntı daha:
“… ciğerlerindeki verem hastalığı
senin suçun olsa da, olmasa da, senin içindedir ve milletimizi böyle
kusurlardan korumak da benim görevimdir.”
“… seni, sefil hayatının sonuna dek
ağır hapis cezasına çarptırırken hiç tereddüt etmiyorum.”
Samuel Butler’in hikâyesinden buraya
çıkarılabilecek başka cümleler de var, fakat bu kadarı söz hakkımızı kullanmak
için yetecektir. Şu halde devam edeyim: Ne dersiniz, Butler’in hicivleri sadece
Victorya Dönemi İngiltere’sine mi yöneliktir, yoksa benzeri hicivleri, uzun bir
geçmişten bu yana ve dahi bugün, bizim memleketimizde de kullanabilir miyiz?
Cevap vermenizi beklemeyeceğim. Bunun
yerine, birkaç cümleyle sözümü toparlamaya çalışacağım: Nice yıllardır muhayyel
dahili tehlikeler ihdas eden bir yapı… Vatandaşını gruplara, kategorilere, özde
ve sözde tasniflere bölen bir ayrımcı bakış… Mefluç ulusal kavmiyetçi bakış
açıları, ‘Hak’tan ayrılmış, ‘birlik’ten uzak düşmüş anlayışlar…
Sahi, “açılım” sözünün sıkça telaffuz
edildiği şu günlerde, Samuel Butler’in tahfiflerine maruz kalmak istemeyen Türk
statükosuna, bir teklifim var: Gelin ‘açılım’ın ‘açı’sını genişletelim,
‘hakikî’ bir hayat standardını bütün memleket evladına şamil kılalım…
Yazımın son paragrafını adlarını
başlığa çıkardığım musikimizin iki ‘rahmetli’ değerine ayırmak istiyorum: İlki,
Bimen Şen. Yani, Bimen Dergazaryan (1873-1943) Bursa doğumlu, Ermeni asıllı
musiki piri. Geçtiğimiz günlerde 66. vefat yıldönümü vesilesiyle yâd edildi. Ve
Bekir Mutlu (1931-2009). Pek çok güftesiyle musikimize hayat vermiş. Özellikle
bize “Bir ilkbahar sabahı güneş”inin keyfini yaşatmış. Geçtiğimiz günlerde
vefat etti o da. Her ikisini de rahmetle anarken, şu soruyu sormaktan kendimi
alamıyorum: Onlar sahiden ‘şen’ ve ‘mutlu’ muydu? Yoksa adlarına bir temenninin
izleri mi sinmişti? Ne diyordu şair? “Yaşasaydı hürriyette gelin olacaktı.”
Bimen’i şen, Bekir’i mutlu kılmak, üst paragraftaki teklifimle mümkün
olacaktır.
(10 Eylül 2009, Milli Gazete)
Bimen Şen, üstte.
Bekir Mutlu, altta.
(10 Eylül 2009, Milli Gazete)
Bimen Şen, üstte.
Bekir Mutlu, altta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder