15 Kasım 2019 Cuma

BİMEN ŞEN VE BEKİR MUTLU MUYDU?!.

Samuel Butler (1835-1902) ilginç bir İngiliz yazarıydı. İsa'nın Dirilmesinin İspatı Üzerine Eleştirel Bir Araştırma, Erewhon, Bilinçsiz Bellek, Eski ve Yeni Evrim, Bilinen Tanrı ile Bilinmeyen Tanrı, vb. gibi eserlerinde, içinde yaşadığı Victoria Dönemi (1837-1901) İngiltere’sinin sosyal şartları başta olmak üzere, pek çok yerleşik unsura karşı cephe aldı, onlarla alay etti, onları yerden yere vurdu: Dönemin ütopyaları, İngiliz aile yapısı, Hıristiyanlık mucizeleri, kilisenin tutumları, Darwin teorisi, vb. onun hedefinde olan şeylerdi…
Gül bahçelerinden ziyade çitli arazilerde gezmeyi tercih eden bu yazar, karşı duruşuna bağlı olarak 1859’da Yeni Zelanda’ya göç etmiş, orada on beş yıl kadar ‘davar’ yetiştiriciliği yaptıktan sonra, mücadelesini sürdürmek için tekrar memleketine dönmüştür. (Pek yeri değil ama, çağrışım oluşturduğu için kendi kendimize soralım, toplum kaçkını Servet-i Fünun edebiyatçılarının Yeni Zelanda’da inzivaya çekilme hayallerine Samuel Butler’in de etkisi olmasın?!)
Samuel Butler’in diğerlerine göre ilgi çekici bulunan eseri Erewhon’dur. 1872’de kaleme alınmış olan bu esere –tıpkı öteki kitapları gibi- Türkçe’de rastlayamadım. Bunda tercüme yoluyla batının edebî emperyalizmine hizmet eden yerli ‘tercüme büroları’nın –sermayelerini Avrupa projelerine yaslayan yayınevlerinin- katkısı nedir acaba? İngiltere gibi bir ülkeyi, onun bir dönemini ve temel dayanakları üzerinden batıyı sallayan bu yazarın yeterince Türkçeleştirilmemesi anlamlı olmalıdır.
Siz bir yandan bu anlam üzerinde mütalaa ederken, diğer yandan benim işbu yazıya vereceğim yeni yönü kavramaya çalışın. Şöyle devam edeyim: Samuel Butler ve eserleriyle ilgili olarak buraya kadar yazdığımız satırları bir tarafa bırakıp sözü Erewhon’daki bir hikâyeye getirmek istiyorum. “Erewhon’da Bir Duruşma”. Bu hikâyeyi, İain Bamforth’un  Türkçe’ye “Kütüphanedeki Beden” (Özgün adı: “The Body in the Library”, Çev: Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı, İst., 2004) adıyla çevrilen derlemesinden okuyabilirsiniz. O vakit gelinceye, yani siz bu hikâyeyi buluncaya kadar, şu küçük özetle ve akabinde birkaç iktibasla yetinmeniz gerekecektir:
Özet: Vereme yakalanmış bir adam hastalığından ötürü suçlanır. Bu suça istinaden halka açık bir mahkemede yargılanır. Neredeyse ölme raddesine gelen zanlının yargılanma süreci bir takım tuhaflıklara sahne olur. Sonuçta resmen “suçlu” bulunur. Mahkeme heyetinin verdiği hüküm bu tuhaflıklardan bir kısmına ait ipuçları taşımaktadır. Bunları göstermek için, şimdi de hüküm merciinin sözcüsü olarak hâkimin nihai konuşmasından bazı cümleler aktarıyorum:
“Parmaklıklar arkasındaki hükümlü, akciğer veremi olduğun halde çalışmak gibi büyük bir suçla yargılandın ve (…) suçlu bulundun.”
“Geçen sene, ağır bir bronşit geç irmekten suçlu bulunmuşsun, hatta, henüz yirmi üç yaşında olmana rağmen, şimdiye dek en az on dört kez iğrenç hastalıklar sebebiyle suçlanmış ve mahkum edilmişsin…”
“… verem hastalığının ölümle cezalandırılması yasaklanmış olmasaydı, şu durumda muhakkak ölüm cezasını tasdik ederdim.”
Hâkim, konuşmasının bir yerinde “… sana merhamet göstermememizin başka bir sebebi daha var.” dedikten sonra bunu “Hekimler!” diye açıklar. Zira “kendilerine hekim diyen insanlar” güçlenecek, her şeye hakim olacaklardır: “Teşkilatları ve tüm aile sırlarına kolayca ulaşmaları sayesinde, hiçbir şeyin karşısında duramayacağı sosyal ve siyasi güçlere kavuşacaklardır. (…) … sonunda hekimler tüm milleti yönetmeye başlayacak, hepimizi kendilerine kul köle edeceklerdir.” Hakim, statükonun temsilcisi olarak tehlikeyi bertaraf etmenin yolunu da bulmuştur: “Bunu engellemek için tek çıkar yolumuz, tek bir çaremiz var. Bu ülkenin kanunları, zaten uzun senelerdir bu amaç doğrultusunda çalışıyor, kanunun gözü, mevcudiyetlerinden haberdar olur olmaz, tüm hastalıkları engellemek ve bastırmak için amansız bir savaş veriyor.”
Statükonun sesi olarak hâkimin konuşma metninden birkaç alıntı daha:
“… ciğerlerindeki verem hastalığı senin suçun olsa da, olmasa da, senin içindedir ve milletimizi böyle kusurlardan korumak da benim görevimdir.”
“… seni, sefil hayatının sonuna dek ağır hapis cezasına çarptırırken hiç tereddüt etmiyorum.”
Samuel Butler’in hikâyesinden buraya çıkarılabilecek başka cümleler de var, fakat bu kadarı söz hakkımızı kullanmak için yetecektir. Şu halde devam edeyim: Ne dersiniz, Butler’in hicivleri sadece Victorya Dönemi İngiltere’sine mi yöneliktir, yoksa benzeri hicivleri, uzun bir geçmişten bu yana ve dahi bugün, bizim memleketimizde de kullanabilir miyiz?
Cevap vermenizi beklemeyeceğim. Bunun yerine, birkaç cümleyle sözümü toparlamaya çalışacağım: Nice yıllardır muhayyel dahili tehlikeler ihdas eden bir yapı… Vatandaşını gruplara, kategorilere, özde ve sözde tasniflere bölen bir ayrımcı bakış… Mefluç ulusal kavmiyetçi bakış açıları, ‘Hak’tan ayrılmış, ‘birlik’ten uzak düşmüş anlayışlar…
Sahi, “açılım” sözünün sıkça telaffuz edildiği şu günlerde, Samuel Butler’in tahfiflerine maruz kalmak istemeyen Türk statükosuna, bir teklifim var: Gelin ‘açılım’ın ‘açı’sını genişletelim, ‘hakikî’ bir hayat standardını bütün memleket evladına şamil kılalım…
Yazımın son paragrafını adlarını başlığa çıkardığım musikimizin iki ‘rahmetli’ değerine ayırmak istiyorum: İlki, Bimen Şen. Yani, Bimen Dergazaryan (1873-1943) Bursa doğumlu, Ermeni asıllı musiki piri. Geçtiğimiz günlerde 66. vefat yıldönümü vesilesiyle yâd edildi. Ve Bekir Mutlu (1931-2009). Pek çok güftesiyle musikimize hayat vermiş. Özellikle bize “Bir ilkbahar sabahı güneş”inin keyfini yaşatmış. Geçtiğimiz günlerde vefat etti o da. Her ikisini de rahmetle anarken, şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: Onlar sahiden ‘şen’ ve ‘mutlu’ muydu? Yoksa adlarına bir temenninin izleri mi sinmişti? Ne diyordu şair? “Yaşasaydı hürriyette gelin olacaktı.” Bimen’i şen, Bekir’i mutlu kılmak, üst paragraftaki teklifimle mümkün olacaktır.

(10 Eylül 2009, Milli Gazete)

























Bimen Şen, üstte.

Bekir Mutlu, altta



Hiç yorum yok: