21 Kasım 2019 Perşembe

SALYANGOZLU FOTO

Ticarete, bir şeyleri alıp satmaya, bir şeyleri alıp satmak için bir takım faaliyetlerde bulunmaya oldukça uzak bir yapım vardır. Belki de bu yüzden, Ticarî Matematik, Muhasebe, Ticaret Hukuku, Bankacılık, İktisat, Maliye, hatta Pazarlama Satış gibi dersleri teorik platformda başarıyla ekarte ettiğim halde, son düzlükte terk etmiş, gönül meselelerine özgü bir tutkuyla kendimi edebiyat ‘tahsil’ etmeye vermiştim.
Fakat bu kendini verişin yaman bir çelişkiyle iç içe olduğunu anladığımda iş işten geçmişti. Öyle ya, nihayetinde, ne ‘tahsil’i yaparsanız yapın, içinde kendinden menkul bir ticarî ara yüz, bir arka veche sırıtıyor, şu veya bu oranda bir ‘hasılat’ kendi lisanınca şöyle diyordu:
- “Beyefendi, benden kaçamazsın, bak burada da karşına çıktım, nanik!”
Buna benzer cümlelerin bir dolu sırıtkanlığındandır; ömrümün dikkate değer bir bölümünü edebiyat ‘tahsil’inden nefret ederek yaşadım…
Böylesi kötü bir tecrübe, sonraki yıllarda benim elimi bir derece güçlendirdi. Şöyle ki, edebiyat tahsiline ‘soğuk’ bir eda ile yaklaşanlar indinde her nasılsa yüksek bir mevkie tırmanıvermiştim. Evet,  tahsil sistemine bağlı bir ‘avantaj’ın sahibi olmuş, kendimi o bed-nâm edebiyat sevmezlerin danışmanı konumunda bulmuştum. Diyeceğim, kâr zarar defterinden yakamı bir türlü kurtaramıyor, akıbet kendimi bir günah defterinin günahkârı olarak görüyordum.
Meraklısı için itiraf edeyim, profilimde zaman zaman karşınıza çıkan “Ders edebiyat/ vur kafayı yat!” şeklindeki kafiyeli ifadeyi taşıyan görsel materyal o günlerden bir andaçtır.
Ya şimdi? Şimdiyi karıştırmayın: Kafadar olduklarımı ele vermek istemiyor, halimden şikâyet ederek kötü niyetlilerin niyetine yem olmaktan kendimi uzak tutuyorum…
Sözü ‘şimdi’ye getirip bırakmamın tek sebebi üstteki paragrafta söylediğim değildir; başka bir sebebim de vardır ve şöyledir: Tarihimde, ticaretle ilişkilerimin çok iyi olduğu dönemlerimin olduğunu bilgilerinize arz etmek istiyorum…
Sizi şaşırtıyor olamam, niye böyle bir şeyi deneyeyim ki?
Sıkı duralım lütfen; sadece ömrümün ilk yıllarına, çocukluk çağlarıma gideceğim:
Bahar mevsimidir!
Sırılsıklam yağmurlar yağmıştır. Tabiat yağmur, buğu, sis, güneş cümbüşüyle renkten renge dönüp devretmektedir.
Yeşil çimenler üzerinde gezinip durmaktadır şimdi salyangozlar; bu önce doğru bir tahmin, sonra doğru bir gözlemdir…
Bir yerlerden bir poşet edinilir… Bir koşudur başlar… Vadilere inilir, tepelere çıkılır… “Çayır çimen seke seke”, arazide otlanan salyangozlara ulaşılır… Aman ne toplama, aman ne…
Mevsimin alametlerine tâbî olarak iş (maişet) hayatını idame ettiren Koca Cemal Dayı bizi beklemektedir…
Bir kilo, iki kilo, üç kilo, beş kilo…
Salyangoz…
Üç kuruş, beş kuruş, iki lira, on para…
Kazanmanın keyfiyle, bir sonraki salyangoz macerasına kadar, ne keyif, ne manzara…
“şöyle ki sallangoz alacağız
mahallemizi satacağız
satıp aldıklarımızı
jilete yatırıp
tıraş olacağız
tıraş olacak kitleler”

Evet, o çocukluk yıllarımda ticaretle aram böylesine iyiydi!
Hatta sadece salyangoz değil, başka şeyler de satıp savmıştım; eski alüminyum tencere, plastik eskileri, eski lastik ayakkabılar, yumurta, palamut meyvesi, vs!.. Onları da sonra anlatayım…
Madem öyle, şimdi sadede gelelim:
İşbu ticaret bahsi nereden çıktı?
Hele ki salyangozdan bahsetmenin sırası mıydı şimdi?
El cevap: Doğrudur, bu yazı kendiliğinden gelişmedi.
Birkaç mesulü vardır efendim bunun:
İlki, geçen gün belediye otobüsünde Gemlik’ten kalkıp gelmiş, zavallı bir âdem, elinde bir çuval salyangoz, Karacabey taraflarında harıl harıl bir hazır yemek fabrikası arıyor; evet efendim, müşteri buldu!
İkincisi, bir fotoğraf karesi: Eli kalemli bir yekûn adam, bir salyangoz-hane açmışlar, salyangoz alım satım dükkânı…

(12 Mayıs 2011, Milli Gazete)

Hiç yorum yok: