Ticarete, bir şeyleri alıp satmaya,
bir şeyleri alıp satmak için bir takım faaliyetlerde bulunmaya oldukça uzak bir
yapım vardır. Belki de bu yüzden, Ticarî Matematik, Muhasebe, Ticaret Hukuku,
Bankacılık, İktisat, Maliye, hatta Pazarlama Satış gibi dersleri teorik
platformda başarıyla ekarte ettiğim halde, son düzlükte terk etmiş, gönül
meselelerine özgü bir tutkuyla kendimi edebiyat ‘tahsil’ etmeye vermiştim.
Fakat bu kendini verişin yaman bir
çelişkiyle iç içe olduğunu anladığımda iş işten geçmişti. Öyle ya, nihayetinde,
ne ‘tahsil’i yaparsanız yapın, içinde kendinden menkul bir ticarî ara yüz, bir
arka veche sırıtıyor, şu veya bu oranda bir ‘hasılat’ kendi lisanınca şöyle
diyordu:
- “Beyefendi, benden kaçamazsın, bak
burada da karşına çıktım, nanik!”
Buna benzer cümlelerin bir dolu
sırıtkanlığındandır; ömrümün dikkate değer bir bölümünü edebiyat ‘tahsil’inden
nefret ederek yaşadım…
Böylesi kötü bir tecrübe, sonraki
yıllarda benim elimi bir derece güçlendirdi. Şöyle ki, edebiyat tahsiline
‘soğuk’ bir eda ile yaklaşanlar indinde her nasılsa yüksek bir mevkie
tırmanıvermiştim. Evet, tahsil sistemine
bağlı bir ‘avantaj’ın sahibi olmuş, kendimi o bed-nâm edebiyat sevmezlerin
danışmanı konumunda bulmuştum. Diyeceğim, kâr zarar defterinden yakamı bir
türlü kurtaramıyor, akıbet kendimi bir günah defterinin günahkârı olarak
görüyordum.
Meraklısı için itiraf edeyim,
profilimde zaman zaman karşınıza çıkan “Ders edebiyat/ vur kafayı yat!”
şeklindeki kafiyeli ifadeyi taşıyan görsel materyal o günlerden bir andaçtır.
Ya şimdi? Şimdiyi karıştırmayın:
Kafadar olduklarımı ele vermek istemiyor, halimden şikâyet ederek kötü
niyetlilerin niyetine yem olmaktan kendimi uzak tutuyorum…
Sözü ‘şimdi’ye getirip bırakmamın tek
sebebi üstteki paragrafta söylediğim değildir; başka bir sebebim de vardır ve
şöyledir: Tarihimde, ticaretle ilişkilerimin çok iyi olduğu dönemlerimin
olduğunu bilgilerinize arz etmek istiyorum…
Sizi şaşırtıyor olamam, niye böyle
bir şeyi deneyeyim ki?
Sıkı duralım lütfen; sadece ömrümün
ilk yıllarına, çocukluk çağlarıma gideceğim:
Bahar mevsimidir!
Sırılsıklam yağmurlar yağmıştır.
Tabiat yağmur, buğu, sis, güneş cümbüşüyle renkten renge dönüp devretmektedir.
Yeşil çimenler üzerinde gezinip
durmaktadır şimdi salyangozlar; bu önce doğru bir tahmin, sonra doğru bir
gözlemdir…
Bir yerlerden bir poşet edinilir… Bir
koşudur başlar… Vadilere inilir, tepelere çıkılır… “Çayır çimen seke seke”,
arazide otlanan salyangozlara ulaşılır… Aman ne toplama, aman ne…
Mevsimin alametlerine tâbî olarak iş
(maişet) hayatını idame ettiren Koca Cemal Dayı bizi beklemektedir…
Bir kilo, iki kilo, üç kilo, beş
kilo…
Salyangoz…
Üç kuruş, beş kuruş, iki lira, on
para…
Kazanmanın keyfiyle, bir sonraki
salyangoz macerasına kadar, ne keyif, ne manzara…
“şöyle ki sallangoz alacağız
mahallemizi satacağız
satıp aldıklarımızı
jilete yatırıp
tıraş olacağız
tıraş olacak kitleler”
Evet, o çocukluk yıllarımda ticaretle
aram böylesine iyiydi!
Hatta sadece salyangoz değil, başka
şeyler de satıp savmıştım; eski alüminyum tencere, plastik eskileri, eski
lastik ayakkabılar, yumurta, palamut meyvesi, vs!.. Onları da sonra anlatayım…
Madem öyle, şimdi sadede gelelim:
İşbu ticaret bahsi nereden çıktı?
Hele ki salyangozdan bahsetmenin
sırası mıydı şimdi?
El cevap: Doğrudur, bu yazı
kendiliğinden gelişmedi.
Birkaç mesulü vardır efendim bunun:
İlki, geçen gün belediye otobüsünde
Gemlik’ten kalkıp gelmiş, zavallı bir âdem, elinde bir çuval salyangoz,
Karacabey taraflarında harıl harıl bir hazır yemek fabrikası arıyor; evet
efendim, müşteri buldu!
İkincisi, bir fotoğraf karesi: Eli
kalemli bir yekûn adam, bir salyangoz-hane açmışlar, salyangoz alım satım
dükkânı…
(12 Mayıs 2011, Milli Gazete)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder