6 Eylül 2019 Cuma

ÂKİF KENDİ ŞAİRLİĞİNİ NASIL GÖRDÜ?

Âkif’in kendi şiiriyle ilgili ilk tespiti, Safahat külliyatının ilk kitabının girişindedir. Birinci Safahat’ın bu girizgâh metni, aynı zamanda okura yapılmış bir ithaf gibidir. Şair burada sade bir seslenişin akabinde, şair şiiriyle ilgili hükümler verir. Fakat dikkatle okunursa bu metin sadece şairin kendi şiirine dönük hükümlerle sınırlı değildir. Aynı zamanda, bir şiirde hangi unsurların bulunması lazım geldiğine dair ipuçları da verir: Şiir, evet, ‘samimi’dir, ‘hüner’lidir, ‘sanatlı’dır, ‘hisli’dir, hatta Âkif’in ‘dili’ olmayan ‘kalbi’ne tercüman olursak, ‘anlatılamayan’dır. Okuyucuya dönük bu ‘ithafname’ her ne hikmetse, pek çokları tarafından Âkif’e mahsus bir ‘itirafname’ olarak takdim edilmekte, nihayet onun şairliğine halel getirici bir sunumla tahlil edilmektedir: “Bana sor sevgili kâari’, sana ben söyliyeyim,/Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım:/Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;/Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım./ Şi’r için ‘göz yaşı’ derler, onu bilmem, yalnız,/ Aczimin giryesidir bence bütün âsarım!/ (…)”
Âkif’in çokça tartışılan şiirlerinden birisi olan “İ’tirâf”, dört mısradan oluşan bir metindir. Şairin Birinci Safahat’ındaki son şiir olan bu metin, şairin bizzat kendisi tarafından o döneme kadarki kendi şiirlerine yönelik olarak yaptığı öz değerlendirmedir: “Safahât’ımda, evet, şi’r arayan hiç bulamaz;/Yalınız, bir yeri hakkında “Hazîn işte bu!” der./Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya?/Üçbuçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!”
Metnin künhüne vâkıf olmayanlar şairin bu “İ’tirâf”ını bütün (7 kitaplık) Safahat külliyatı için ve menfî bir üslûp içinde ele alırlar. Oysa, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu metin Birinci Safahat’ın sonunda yer almaktadır. Ayrıca, bu metinde şairin şiir söylemekteki yüksek gücünü de fark edemeyenlere şunu soralım: “heder olmuş koca bir ömrün” “hazin”liğine tekabül eden Safahat’ın o “bir yeri” hangi saf şiirlere tekabül eder?
Safahat’ın dördüncü kitabı olan “Fâtih Kürsüsünde”nin (ki eser bütünüyle “Hamâsî şairimiz Midhat Cemal’e” ithaf edilmiştir) ilk parçası olan “İki Arkadaş Fâtih Yolunda” manzumesinde sohbet ederek Fâtih’e doğru yol alan iki arkadaş, bir ara sözün kullanılışı konusunda konuşmaya başlarlar. Burada karşımıza çıkan anahtar kavramlar, “nükte”, “hayâl”, “hakîkat”tir… Şairin tercihi sonuncusundan yanadır: “- Sabahleyin yine bir hayli nükte fırlattın!/Hayâli bol bol akıttın, serâbı çağlattın!/-Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim…/İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim./Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:/Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!/“Odun” dedin de, tuhaftır, ne geldi aklıma, bak: / (…)
Aynı metinde Fatih Camii bağlamında mimarî, fen, hendese gibi hususlar üzerinde konuşulurken,  konu sanatta üslup meselesine de gelir Sanatta aslolanın üslûp olduğu fikrinin verildiği bu metinde, ecdadın bu yolda güzide eserler yaptığı ve bunların örnek alınması gerektiği bildirilir: “- Nasıl şu banka güzel bir binâ mı? /-Pek o kadar/ Fena değilse de, nisbetle, bir biçimli duvar/Mesâbesinde kalır câmi’in yanında… /-Garib!/Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehîb!/-O başka… Sorsalar üslûb için “şudur” denemez./Asâlet olmalı san’atta evvelâ… Bu: Melez!/Hayır, melez de değil… Belki birçok üslûbun/Halîta hâli ki, tahlîle kalkışılsa: Uzun!/Necîb eser arıyorsan: Sebile bak, işte…/Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,/Safâ-yı fıtratı şâhid ki: Tertemiz aslı;/Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı!/Görüp bu cûşîş-i san’atta rûh-i ecdâdı,/Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı!”
“İki Arkadaş Fâtih Yolunda” başlıklı metnin sonlarında Fâtih semtindeki su kemerleri üzerine konuşmaktadırlar.  Bu çerçevede su kemerlerinin üstün nitelikleri anlatılır. Fakat sanatın mehareti henüz bitmemiştir. İnce hesaplarla oluşturulmuş ölçülü eserler vücuda getirilmiştir: “Fakat mehâret-i san’at bununla bitti mi ya?/Hayır! Görülmelidir ayrı ayrı maksemler:/Bakınca hayret edersin… Ne ince iş, ne hüner!/Hakîkaten şaşacak şey… Ne vâkıfâne hesâb!/Su öyle bir dağıtılmış ki… (…)”
Beşinci kitap olan “Hatıralar”ın bir parçasında (Âl-i İmrân suresi 173. ayet mealiyle başlayan bölüm) sanatının aslî kaynağını ortaya koyan şair şöyle seslenmektedir: “Cebânet, meskenet, dünyâda sığmaz rûh-i İslâm’a… /Kitâbullâh’ı işhâd eyledim – gördün ya- da’vâma./Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:/Ne müdhiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın/O vicdan nerdedir, lâkin? O îman kimde var? Heyhât!/Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyyât!”
Asım’ın ilerleyen sayfalarında “şairlik” Hocazade’yle Köse İmam arasında, Hocazade’nin diliyle ve bir latife halinde şöyle gündeme gelir: “Beni gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem,/Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma, Köse’m.”
Bu latifenin kullanıldığı bölüm, memleketteki mektep ve medreselerin menfi durumuyla ilgili kanaatlerin Hocazade tarafından tenkid edildiği bölümdür. Kendi şairliği ve Köse İmam’ın ilmi de bunlardan arınmış değildir.
Âkif’in (veya eserindeki şair kahramanın) kendi sanatıyla ilgili çeşitli vesilelerle dile getirdiği manzum metinlerden yola çıkarak şu tespiti yapabiliriz: Şairimiz samimi, hisli, yüzü hakikate dönük, orijinal üslup sahibidir. İnce ve ölçülü sözleri, hamasetle söyler. Devrinin ruhundan etkilenmiş, bununla birlikte Kur’an’ı temel kaynak olarak almıştır.

(İlk kez 25 Aralık 2014 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok: