Âkif’in kendi şiiriyle ilgili ilk tespiti, Safahat külliyatının
ilk kitabının girişindedir. Birinci Safahat’ın bu girizgâh metni, aynı zamanda
okura yapılmış bir ithaf gibidir. Şair burada sade bir seslenişin akabinde,
şair şiiriyle ilgili hükümler verir. Fakat dikkatle okunursa bu metin sadece
şairin kendi şiirine dönük hükümlerle sınırlı değildir. Aynı zamanda, bir
şiirde hangi unsurların bulunması lazım geldiğine dair ipuçları da verir: Şiir,
evet, ‘samimi’dir, ‘hüner’lidir, ‘sanatlı’dır, ‘hisli’dir, hatta Âkif’in ‘dili’
olmayan ‘kalbi’ne tercüman olursak, ‘anlatılamayan’dır. Okuyucuya dönük bu
‘ithafname’ her ne hikmetse, pek çokları tarafından Âkif’e mahsus bir
‘itirafname’ olarak takdim edilmekte, nihayet onun şairliğine halel getirici
bir sunumla tahlil edilmektedir: “Bana sor sevgili kâari’, sana ben
söyliyeyim,/Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım:/Bir yığın söz ki,
samîmiyyeti ancak hüneri;/Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım./ Şi’r
için ‘göz yaşı’ derler, onu bilmem, yalnız,/ Aczimin giryesidir bence bütün
âsarım!/ (…)”
Âkif’in çokça tartışılan şiirlerinden birisi olan “İ’tirâf”, dört
mısradan oluşan bir metindir. Şairin Birinci Safahat’ındaki son şiir olan bu
metin, şairin bizzat kendisi tarafından o döneme kadarki kendi şiirlerine
yönelik olarak yaptığı öz değerlendirmedir: “Safahât’ımda, evet, şi’r arayan
hiç bulamaz;/Yalınız, bir yeri hakkında “Hazîn işte bu!” der./Küfe? Yok. Kahve?
Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya?/Üçbuçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!”
Metnin künhüne vâkıf olmayanlar şairin bu “İ’tirâf”ını bütün (7
kitaplık) Safahat külliyatı için ve menfî bir üslûp içinde ele alırlar. Oysa,
yukarıda da belirttiğimiz gibi bu metin Birinci Safahat’ın sonunda yer
almaktadır. Ayrıca, bu metinde şairin şiir söylemekteki yüksek gücünü de fark
edemeyenlere şunu soralım: “heder olmuş koca bir ömrün” “hazin”liğine tekabül
eden Safahat’ın o “bir yeri” hangi saf şiirlere tekabül eder?
Safahat’ın dördüncü kitabı olan “Fâtih Kürsüsünde”nin (ki eser
bütünüyle “Hamâsî şairimiz Midhat Cemal’e” ithaf edilmiştir) ilk parçası olan
“İki Arkadaş Fâtih Yolunda” manzumesinde sohbet ederek Fâtih’e doğru yol alan
iki arkadaş, bir ara sözün kullanılışı konusunda konuşmaya başlarlar. Burada
karşımıza çıkan anahtar kavramlar, “nükte”, “hayâl”, “hakîkat”tir… Şairin
tercihi sonuncusundan yanadır: “- Sabahleyin yine bir hayli nükte
fırlattın!/Hayâli bol bol akıttın, serâbı çağlattın!/-Hayır, hayâl ile yoktur
benim alış verişim…/İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim./Şudur cihanda
benim en beğendiğim meslek:/Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!/“Odun”
dedin de, tuhaftır, ne geldi aklıma, bak: / (…)
Aynı metinde Fatih Camii bağlamında mimarî, fen, hendese gibi
hususlar üzerinde konuşulurken, konu
sanatta üslup meselesine de gelir Sanatta aslolanın üslûp olduğu fikrinin
verildiği bu metinde, ecdadın bu yolda güzide eserler yaptığı ve bunların örnek
alınması gerektiği bildirilir: “- Nasıl şu banka güzel bir binâ mı? /-Pek o
kadar/ Fena değilse de, nisbetle, bir biçimli duvar/Mesâbesinde kalır câmi’in
yanında… /-Garib!/Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehîb!/-O başka…
Sorsalar üslûb için “şudur” denemez./Asâlet olmalı san’atta evvelâ… Bu:
Melez!/Hayır, melez de değil… Belki birçok üslûbun/Halîta hâli ki, tahlîle
kalkışılsa: Uzun!/Necîb eser arıyorsan: Sebile bak, işte…/Taşıp taşıp
dökülürken o şi’r-i berceste,/Safâ-yı fıtratı şâhid ki: Tertemiz
aslı;/Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı!/Görüp bu cûşîş-i san’atta
rûh-i ecdâdı,/Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı!”
“İki Arkadaş Fâtih Yolunda” başlıklı metnin sonlarında Fâtih
semtindeki su kemerleri üzerine konuşmaktadırlar. Bu çerçevede su kemerlerinin üstün
nitelikleri anlatılır. Fakat sanatın mehareti henüz bitmemiştir. İnce
hesaplarla oluşturulmuş ölçülü eserler vücuda getirilmiştir: “Fakat mehâret-i
san’at bununla bitti mi ya?/Hayır! Görülmelidir ayrı ayrı maksemler:/Bakınca
hayret edersin… Ne ince iş, ne hüner!/Hakîkaten şaşacak şey… Ne vâkıfâne
hesâb!/Su öyle bir dağıtılmış ki… (…)”
Beşinci kitap olan “Hatıralar”ın bir parçasında (Âl-i İmrân suresi
173. ayet mealiyle başlayan bölüm) sanatının aslî kaynağını ortaya koyan şair
şöyle seslenmektedir: “Cebânet, meskenet, dünyâda sığmaz rûh-i İslâm’a…
/Kitâbullâh’ı işhâd eyledim – gördün ya- da’vâma./Görürsün, hissedersin varsa
vicdânınla îmânın:/Ne müdhiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın/O vicdan
nerdedir, lâkin? O îman kimde var? Heyhât!/Ne olmuş, ben de bilmem, pek
karanlık şimdi hissiyyât!”
Asım’ın ilerleyen sayfalarında “şairlik” Hocazade’yle Köse İmam
arasında, Hocazade’nin diliyle ve bir latife halinde şöyle gündeme gelir: “Beni
gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem,/Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma,
Köse’m.”
Bu latifenin kullanıldığı bölüm, memleketteki mektep ve
medreselerin menfi durumuyla ilgili kanaatlerin Hocazade tarafından tenkid
edildiği bölümdür. Kendi şairliği ve Köse İmam’ın ilmi de bunlardan arınmış
değildir.
Âkif’in (veya eserindeki şair kahramanın) kendi sanatıyla ilgili
çeşitli vesilelerle dile getirdiği manzum metinlerden yola çıkarak şu tespiti
yapabiliriz: Şairimiz samimi, hisli, yüzü hakikate dönük, orijinal üslup
sahibidir. İnce ve ölçülü sözleri, hamasetle söyler. Devrinin ruhundan
etkilenmiş, bununla birlikte Kur’an’ı temel kaynak olarak almıştır.
(İlk kez 25 Aralık 2014 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder