3 Eylül 2019 Salı

GÜNEŞ TEPEDEYSE...

İvan Denisoviç’in Bir Günü’nde bizi şöyle bir sahneyle karşılaştırır Soljenitsin:
İçerisinde kar doldurup eritmek için kocaman bir kap getirdiler. Biri saatin on iki olduğunu söyledi.
- Öğle olmalı, dedi Şuhov, güneş tam tepede.
Eski kaptan karıştı konuşmaya:
- Güneş tam tepedeyse saat on iki değil, birdir.
Şuhov bunu anlamamıştı.
- Nasıl olur? Dedelerimiz ‘Güneş tepedeyse öğle yemeği yenir’ derler.
- O senin dedenin yaşadığı dönemde öyleydi. Ondan sonra karar çıktı, şimdi güneşin en yüksekte olduğu zaman saat birdir.
- Kim çıkarmış bu kararı?
-Kim olacak, Sovyet yönetimi!
Hayatî mahiyette pek çok sahneye sahip olan bu natüralist eserden, önemsizmiş gibi görünen bir diyalogu bulup çıkararak yazı konusu yapmamız garipsenebilir. Olsun varsın. Nihayet bir ezber bozum işiyle mükellef değil miyiz, katlanırız ilk andaki tuhaf mırıldanmalara…
Dikkat edilirse üstteki metinde bir konuyla ilgili iki ‘kabul’ arasındaki çatışma müzakere ediliyor. Güneşin anlık bir pozisyonu ile bağlantılı adlandırmaların münakaşasıdır anlatılan. “Güneş tam tepedeyken zamanı hangi adla ifade etmeliyiz?” sorusu büyük bir mesele olmuştur.
Bu, gerçekten büyük bir meseledir. En başta diyalogu bünyesinden çekip aldığımız itibari âlem (İvan Denisoviç’in Bir Günü romanı) için büyüktür. Mahkûmların zor şartlar altında yaşama mücadelesi verdiği bir kamp ortamında yaşanmaktadır çünkü zamanla ilgili uyumsuzluk. Zalim bir otoritenin dondurucu kış şartları içinde tasarladığı bu kampta zaman, standartların normal olduğu mahpushanelerden daha üst konumda müşahhas bir baskı aracıdır. Dolayısıyla zamana verilecek herhangi bir ad, aklı başında mahkûmun sağlığına her halükarda etki edecektir.
Bu çerçeveden bakıldığında, Sovyet yönetiminin zamana uyguladığı müdahale insafsızdır. Despot yönetimin, güneş tarafından işaret edilegelen vakti bir saat ötelemesi (itelemesi), alışılagelen zamana bağımlılığı (ezberi) varolan mahkûmlara yönelik bir işkenceye dönüşmüştür. Zaten bu müdahalenin tek maksadı zamanı bir işkence aleti olarak kullanmaktan ibarettir. Öyle ki, o coğrafyaya hükmeden bir güç olarak itiraz edilemez bir mevkide bulunan despot statik örgüt (devlet), zamana uyguladığı tecavüzle pek çok dengeyi sarsmış, fakat bundan en çok mahkûmlar etkilenmiştir. Ortaya çıkan karmaşık (anarşik) durum onların kimliğinde maddi ve manevi tahribatlar oluşturmuştur.
Fakat, tahribatların dozunu (etkisini) artıran asıl belirleyici mahkûmun bizzat kendisidir. Tek tek her bir mahkûmun öz duruşu, duyuşudur. Sözgelimi, bir ön kabule yaslanan, diğer bir ifade ile dedelerinin geleneğini takip eden ve onda ısrarcı görünen Şuhov, eski kaptan Buynovski’ye göre tahribata, hatta yıkıma daha açık görünmektedir. Şuhov’un susuşu ve zihnen çıktığı yolculuğu bu mağlubiyeti mi işaret etmektedir? Diyalog sahnesi şu anlatımla tamamlanıyor:
Kaptan teskeresini alıp çıktı, çıkmasa bile Şuhov’un tartışmaya hiç niyeti yoktu. Yoksa güneş de duruşunu kararlara göre mi ayarlayacaktı?
***
İnsanların yıkıntı zamanlarındaki edilgen cümleleriyle değerlendirmem. O kaos ve dengesizlik sürecindeki endişeleriyle insanları yargılamam. Bu yüzden, söz konusu durumun metnimiz içindeki somut örneği olarak, Şuhov’un güneşin geleceğiyle ilgili kaygısını masum bulurum…
Bu arada, Soljenitsin’den iktibas ettiğimiz metinde somut örneği olmamakla birlikte, hemen her an karşımıza çıkıveren kralcılara ne diyeceğiz?
Onlara, yani statükonun her bir ‘ayar’ına koşulsuz şartsız riayet edenlere, hatta bunu kendi menfaatleri hesabına kullananlara, bağlandıkları örgütün zalimliği oranında zalim diyeceğiz.  Ve tabii, insanlık karşıtı bir tutum sergiledikleri için hain ilan edeceğiz…
Peki, edebiyat dünyasında bu tipin yansımasını oynayanlara sözümüz yok mu?
Var:
Boşuna debelenmeyin, tepedeki güneş biziz, ne siz belirlersiniz bizim vaktimizi, ne de entegresi olduğunuz sovyetiniz!

(İlk kez 6 Ocak 2011'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır. Yazının son kelimesi değiştirilmiştir.)

Hiç yorum yok: