“İçerisinde kar doldurup eritmek için kocaman
bir kap getirdiler. Biri saatin on iki olduğunu söyledi.
- Öğle olmalı, dedi Şuhov, güneş tam tepede.
Eski kaptan karıştı konuşmaya:
- Güneş tam tepedeyse saat on iki değil, birdir.
Şuhov bunu anlamamıştı.
- Nasıl olur? Dedelerimiz ‘Güneş tepedeyse öğle yemeği
yenir’ derler.
- O senin dedenin yaşadığı dönemde öyleydi. Ondan
sonra karar çıktı, şimdi güneşin en yüksekte olduğu zaman saat birdir.
- Kim çıkarmış bu kararı?
-Kim olacak, Sovyet yönetimi!”
Hayatî
mahiyette pek çok sahneye sahip olan bu natüralist eserden, önemsizmiş gibi
görünen bir diyalogu bulup çıkararak yazı konusu yapmamız garipsenebilir. Olsun
varsın. Nihayet bir ezber bozum işiyle mükellef değil miyiz, katlanırız ilk
andaki tuhaf mırıldanmalara…
Dikkat
edilirse üstteki metinde bir konuyla ilgili iki ‘kabul’ arasındaki çatışma
müzakere ediliyor. Güneşin anlık bir pozisyonu ile bağlantılı adlandırmaların münakaşasıdır
anlatılan. “Güneş tam tepedeyken zamanı hangi adla ifade etmeliyiz?” sorusu
büyük bir mesele olmuştur.
Bu,
gerçekten büyük bir meseledir. En başta diyalogu bünyesinden çekip aldığımız itibari
âlem (İvan Denisoviç’in Bir Günü romanı) için büyüktür. Mahkûmların zor şartlar
altında yaşama mücadelesi verdiği bir kamp ortamında yaşanmaktadır çünkü zamanla
ilgili uyumsuzluk. Zalim bir otoritenin dondurucu kış şartları içinde
tasarladığı bu kampta zaman, standartların normal olduğu mahpushanelerden daha
üst konumda müşahhas bir baskı aracıdır. Dolayısıyla zamana verilecek herhangi
bir ad, aklı başında mahkûmun sağlığına her halükarda etki edecektir.
Bu
çerçeveden bakıldığında, Sovyet yönetiminin zamana uyguladığı müdahale insafsızdır.
Despot yönetimin, güneş tarafından işaret edilegelen vakti bir saat ötelemesi
(itelemesi), alışılagelen zamana bağımlılığı (ezberi) varolan mahkûmlara yönelik
bir işkenceye dönüşmüştür. Zaten bu müdahalenin tek maksadı zamanı bir işkence
aleti olarak kullanmaktan ibarettir. Öyle ki, o coğrafyaya hükmeden bir güç
olarak itiraz edilemez bir mevkide bulunan despot statik örgüt (devlet), zamana
uyguladığı tecavüzle pek çok dengeyi sarsmış, fakat bundan en çok mahkûmlar
etkilenmiştir. Ortaya çıkan karmaşık (anarşik) durum onların kimliğinde maddi
ve manevi tahribatlar oluşturmuştur.
Fakat,
tahribatların dozunu (etkisini) artıran asıl belirleyici mahkûmun bizzat
kendisidir. Tek tek her bir mahkûmun öz duruşu, duyuşudur. Sözgelimi, bir ön
kabule yaslanan, diğer bir ifade ile dedelerinin geleneğini takip eden ve onda
ısrarcı görünen Şuhov, eski kaptan Buynovski’ye göre tahribata, hatta yıkıma daha
açık görünmektedir. Şuhov’un susuşu ve zihnen çıktığı yolculuğu bu mağlubiyeti
mi işaret etmektedir? Diyalog sahnesi şu anlatımla tamamlanıyor:
“Kaptan teskeresini alıp çıktı, çıkmasa bile
Şuhov’un tartışmaya hiç niyeti yoktu. Yoksa güneş de duruşunu kararlara göre mi
ayarlayacaktı?”
***
İnsanların
yıkıntı zamanlarındaki edilgen cümleleriyle değerlendirmem. O kaos ve dengesizlik
sürecindeki endişeleriyle insanları yargılamam. Bu yüzden, söz konusu durumun
metnimiz içindeki somut örneği olarak, Şuhov’un güneşin geleceğiyle ilgili
kaygısını masum bulurum…
Bu arada,
Soljenitsin’den iktibas ettiğimiz metinde somut örneği olmamakla birlikte,
hemen her an karşımıza çıkıveren kralcılara ne diyeceğiz?
Onlara, yani
statükonun her bir ‘ayar’ına koşulsuz şartsız riayet edenlere, hatta bunu kendi
menfaatleri hesabına kullananlara, bağlandıkları örgütün zalimliği oranında
zalim diyeceğiz. Ve tabii, insanlık karşıtı
bir tutum sergiledikleri için hain ilan edeceğiz…
Peki,
edebiyat dünyasında bu tipin yansımasını oynayanlara sözümüz yok mu?
Var:
Boşuna
debelenmeyin, tepedeki güneş biziz, ne siz belirlersiniz bizim vaktimizi, ne de
entegresi olduğunuz sovyetiniz!
(İlk kez 6 Ocak 2011'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır. Yazının son kelimesi değiştirilmiştir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder