6 Eylül 2019 Cuma

BUZDOLABINDAN ÇIKARILAN CİN!

Yıllar önceydi. İşim gereği, Balıkesir’den Ankara’ya gidiyordum. Oradan da otobüsle Kırıkkale’ye geçecektim. Önce zorlu bir tren yolculuğu. Gece yarısında hareket ediyoruz ilk noktadan.  Dursunbey, Kütahya, Eskişehir, Polatlı, Sincan, Ankara… Sekiz saatlik bir yol. Dokuz, hatta on saate çıkabilir. Genellikle böyledir. Zorlu dedim ya…
Benim gibi,  ömrünün ilk çeyreğinde yaptığı bütün yolculuklar raylar üzerinde geçenler için dert değildir trenin tehiri. Bu gecikmeler, kimileyin yaşanılan zamanı kahreden bir zehir gibidir, fakat yine de katlanılır. Adettendir, en küçük bir memnuniyetsizlik bile, içte, sadece sinede çekilir.
Ülkü Tamer’in “Türkü Söyleyen Adam” şiirindeki şu mısralar böylesi tren yolculukları için yazılmıştır sanki:
“Daya başını vagon camına
Türkünle çek treni
Yolcular sesine yabancı değil.”
Fakat ben o günlerde bu şiirden haberdar değildim. Değildim ama, bu şiirde treni çekmeye aracı olan türküye benzer türküleri bilirdim. Bilir, söylerdim:
“Ankara'nın tren yolu
Gahi eğri gahi doğru”
“Uzar gider demir yolu
Gözlerim yaş dolu dolu”
“Oy kara tren
Götür beni yara tren
Yüreğimde yar hasreti
Götür beni yara tren
Hasretliği bitir tren.”
“Gazelliden geçti tren bozuldu
Alnımıza kara yazı yazıldı.”
Türkü repertuarımın trenlerle ilgili olan kısmını daha fazla açığa vurmayayım. Bakarsınız Ulaştırma Bakanlığı veya TCDD yetkilileri arasından birileri çıkar da, daha yenilerde icat ettikleri 18 türkülük albümü yetersiz görüp yeni bir derlemeye girişiverirler. Oysa ben onların rahatını bozma taraftarı değilim. 
Bu yüzden türkü faslına nokta…  “Türkü Söyleyen Adam”dan iki mısra daha okuyup, en başa, zorlu Ankara yolculuğuma döneceğim:
“Bir uzun hava yarıştır telgraf telleriyle
Rayların mekiğiyle bir ağıt doku.”
Söz konusu seyahatimin Eskişehir noktasındayken iki yeni yolcu bindi trenimize. Gecenin sabaha dönmeye başladığı saatler… Solumdaki koltuklar onlara ait.
Yaşlı iki yolcu. Uzun zamandır görüşmemişler de, sanki bu yolculuk onları buluşturmuş gibi. Söyleşmelerinden, dertleşmelerinden anlıyorsunuz bunu. Ahlar vahlar arasında, geçmiş zamanın tatlı yahut acı sahnelerini yaşıyorlar. Vaktiyle, aynı iş kolunda, birlikte çalışmışlar. Kışlada rütbe makamında bulunmuşlar, apolet yükseltmişler. Şimdilerde ise “E” halindeler, yani “emekli” konumundalar. Gecenin bu evresinde yüksek perdeden yapıp durdukları konuşmalardan anlaşılıyor bütün bunlar ve dahi şunlar:
Hayat arkadaşları terk-i dünya etmiştir. Çoluk çocukları ise çoktan kopup gitmiştir. Kendi başlarına kalmışlığın, hayatı tek başına yaşama mecburiyetinin ıstırabı içindedirler. En başta, vaktiyle hanımefendiler yahut onların emrindeki “hizmetkârlar” tarafından yapılan bazı işler, sözgelimi, yemek yapma, bulaşık ve çamaşır yıkama, giysi ütüleme gibi zaruri şeyler hayatı çekilmez kılmaktadır. Bunlara buldukları çareler yok değildir gerçi. Mesela ikiliden birisi yemeğini dışarıda yemektedir. Bu iyi bir çözüm değildir, çünkü hazır yemek ev yemeğine benzememektedir. Diğerinin bu konudaki çözümü ise daha ekonomiktir. Yemeği kendisi yapmaktadır. Zira öğrencilik yıllarında yatılı mektepte okumuş, o günlerde yemek yapmayı öğrenmiştir. Uzun yıllar bu yeteneğini kullanmamış olsa da iş başa düşünce hatırlamış, körelen marifetini canlandırmıştır. İşte bu ikinci “E”, yemekleri yaparken tencereleri bolca doldurmakta, yemeği çokça yapmaktadır. Böylece, bir kez pişirdiği yemeği, buzdolabını da kullanarak, değişik aralıklar içinde, birkaç öğünde yiyebilmektedir. Gerçi bu çözüm yolunun da bazı sıkıntılar doğurduğu vakidir. Mesela, yemeğin bozulmasını kimi zaman buzdolabı da engelleyememektedir. Bu yüzden bozulmuş yemeklere kaşık çaldığı bazı öğünler de olmuştur…
Yolculuktaki iki yan komşumun hikâyeleri belli bir düzen halinde sabaha kadar sürdü gitti. Karşılıklı anlatımlarda pek çok ilginç husus, nice hayret verici hayat sahnesi,  kederli yahut sevinçli yaşama serüveni dönüp duruyordu. Bu yüzden, misafir kulağım beni uyutmadı. Olsun, o gece benim uykuma mal olan bu esrarlı muhavereden pek çok şey öğrendim sonuçta. Uykusuzluk buna değerdi…

***
Şimdi, sözü bağlama zamanı. Bir tren yolculuğu ile başlayıp türkülerle yol aldığımız, sonra iki “acıklı” emekli hikâyesine daldığımız bu yazıyı nereye bağlayacağız?
Okuyucu belki de kızacak bana, oldu mu ya diyecek, bu anlattıklarınız şu anlatacaklarınızla bağdaşır mı?
Evet, ikinci “E”nin yemek bahsinde bulduğu çözüm noktasına atıf yapacağız: Buzdolabına konulan ve sırası gelince sofraya konulan yemek bahsine. Bu bahsin “bozulmuş” sıfatıyla anılan kısmına…
Diyeceğiz ki, benzeri bozulmuşluk ve kokuşmuşluklara Türkiye siyaset arenasında ne kadar sık rastlıyoruz. Daha geçen hafta gördük birisini. 28 Şubat darbecileri arasında rol alan bir “E” siyasetçi, “Demokrat” bir “Pehlivan” unvanı aldı.
Doğru, bu kez buzdolabından çıkan yemek değil, “cin”di. Üstelik “tonik” de vardı üst rafta, yedekte. Fakat ikisi de bozuktu, kokuşmuştu. Üstelik millet de bunu biliyordu ve “yemez”, içmezdi. Yahut yer ve içerse...

(İlk kez 28 Mayıs 2008'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok: