Yıllar önceydi. İşim gereği, Balıkesir’den Ankara’ya gidiyordum.
Oradan da otobüsle Kırıkkale’ye geçecektim. Önce zorlu bir tren yolculuğu. Gece
yarısında hareket ediyoruz ilk noktadan.
Dursunbey, Kütahya, Eskişehir, Polatlı, Sincan, Ankara… Sekiz saatlik
bir yol. Dokuz, hatta on saate çıkabilir. Genellikle böyledir. Zorlu dedim ya…
Benim gibi, ömrünün ilk
çeyreğinde yaptığı bütün yolculuklar raylar üzerinde geçenler için dert
değildir trenin tehiri. Bu gecikmeler, kimileyin yaşanılan zamanı kahreden bir zehir
gibidir, fakat yine de katlanılır. Adettendir, en küçük bir memnuniyetsizlik
bile, içte, sadece sinede çekilir.
Ülkü Tamer’in “Türkü Söyleyen Adam” şiirindeki şu mısralar böylesi
tren yolculukları için yazılmıştır sanki:
“Daya başını vagon camına
Türkünle çek treni
Yolcular sesine yabancı değil.”
Fakat ben o günlerde bu şiirden haberdar değildim. Değildim ama,
bu şiirde treni çekmeye aracı olan türküye benzer türküleri bilirdim. Bilir,
söylerdim:
“Ankara'nın tren yolu
Gahi eğri gahi doğru”
“Uzar gider demir yolu
Gözlerim yaş dolu dolu”
“Oy kara tren
Götür beni yara tren
Yüreğimde yar hasreti
Götür beni yara tren
Hasretliği bitir tren.”
“Gazelliden geçti tren bozuldu
Alnımıza kara yazı yazıldı.”
Türkü repertuarımın trenlerle ilgili olan kısmını daha fazla açığa
vurmayayım. Bakarsınız Ulaştırma Bakanlığı veya TCDD yetkilileri arasından
birileri çıkar da, daha yenilerde icat ettikleri 18 türkülük albümü yetersiz
görüp yeni bir derlemeye girişiverirler. Oysa ben onların rahatını bozma
taraftarı değilim.
Bu yüzden türkü faslına nokta…
“Türkü Söyleyen Adam”dan iki mısra daha okuyup, en başa, zorlu Ankara
yolculuğuma döneceğim:
“Bir uzun hava yarıştır telgraf telleriyle
Rayların mekiğiyle bir ağıt doku.”
Söz konusu seyahatimin Eskişehir noktasındayken iki yeni yolcu
bindi trenimize. Gecenin sabaha dönmeye başladığı saatler… Solumdaki koltuklar
onlara ait.
Yaşlı iki yolcu. Uzun zamandır görüşmemişler de, sanki bu yolculuk
onları buluşturmuş gibi. Söyleşmelerinden, dertleşmelerinden anlıyorsunuz bunu.
Ahlar vahlar arasında, geçmiş zamanın tatlı yahut acı sahnelerini yaşıyorlar.
Vaktiyle, aynı iş kolunda, birlikte çalışmışlar. Kışlada rütbe makamında
bulunmuşlar, apolet yükseltmişler. Şimdilerde ise “E” halindeler, yani “emekli”
konumundalar. Gecenin bu evresinde yüksek perdeden yapıp durdukları
konuşmalardan anlaşılıyor bütün bunlar ve dahi şunlar:
Hayat arkadaşları terk-i dünya etmiştir. Çoluk çocukları ise
çoktan kopup gitmiştir. Kendi başlarına kalmışlığın, hayatı tek başına yaşama
mecburiyetinin ıstırabı içindedirler. En başta, vaktiyle hanımefendiler yahut
onların emrindeki “hizmetkârlar” tarafından yapılan bazı işler, sözgelimi,
yemek yapma, bulaşık ve çamaşır yıkama, giysi ütüleme gibi zaruri şeyler hayatı
çekilmez kılmaktadır. Bunlara buldukları çareler yok değildir gerçi. Mesela
ikiliden birisi yemeğini dışarıda yemektedir. Bu iyi bir çözüm değildir, çünkü
hazır yemek ev yemeğine benzememektedir. Diğerinin bu konudaki çözümü ise daha
ekonomiktir. Yemeği kendisi yapmaktadır. Zira öğrencilik yıllarında yatılı
mektepte okumuş, o günlerde yemek yapmayı öğrenmiştir. Uzun yıllar bu
yeteneğini kullanmamış olsa da iş başa düşünce hatırlamış, körelen marifetini
canlandırmıştır. İşte bu ikinci “E”, yemekleri yaparken tencereleri bolca
doldurmakta, yemeği çokça yapmaktadır. Böylece, bir kez pişirdiği yemeği,
buzdolabını da kullanarak, değişik aralıklar içinde, birkaç öğünde
yiyebilmektedir. Gerçi bu çözüm yolunun da bazı sıkıntılar doğurduğu vakidir.
Mesela, yemeğin bozulmasını kimi zaman buzdolabı da engelleyememektedir. Bu
yüzden bozulmuş yemeklere kaşık çaldığı bazı öğünler de olmuştur…
Yolculuktaki iki yan komşumun hikâyeleri belli bir düzen halinde
sabaha kadar sürdü gitti. Karşılıklı anlatımlarda pek çok ilginç husus, nice
hayret verici hayat sahnesi, kederli yahut
sevinçli yaşama serüveni dönüp duruyordu. Bu yüzden, misafir kulağım beni
uyutmadı. Olsun, o gece benim uykuma mal olan bu esrarlı muhavereden pek çok
şey öğrendim sonuçta. Uykusuzluk buna değerdi…
***
Şimdi, sözü bağlama zamanı. Bir tren yolculuğu ile başlayıp
türkülerle yol aldığımız, sonra iki “acıklı” emekli hikâyesine daldığımız bu
yazıyı nereye bağlayacağız?
Okuyucu belki de kızacak bana, oldu mu ya diyecek, bu
anlattıklarınız şu anlatacaklarınızla bağdaşır mı?
Evet, ikinci “E”nin yemek bahsinde bulduğu çözüm noktasına atıf
yapacağız: Buzdolabına konulan ve sırası gelince sofraya konulan yemek bahsine.
Bu bahsin “bozulmuş” sıfatıyla anılan kısmına…
Diyeceğiz ki, benzeri bozulmuşluk ve kokuşmuşluklara Türkiye siyaset
arenasında ne kadar sık rastlıyoruz. Daha geçen hafta gördük birisini. 28 Şubat
darbecileri arasında rol alan bir “E” siyasetçi, “Demokrat” bir “Pehlivan”
unvanı aldı.
Doğru, bu kez buzdolabından çıkan yemek değil, “cin”di. Üstelik
“tonik” de vardı üst rafta, yedekte. Fakat ikisi de bozuktu, kokuşmuştu.
Üstelik millet de bunu biliyordu ve “yemez”, içmezdi. Yahut yer ve içerse...
(İlk kez 28 Mayıs 2008'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder