6 Eylül 2019 Cuma

KÖPEKLER, ŞAİRLER, BRUTUSLER...

Sizin de ilginç huylarınız vardır, garip alışkanlıklarınız, tuhaf ilgi alanlarınız. Akla hayale gelmeyecek şeylerdir bunlar başkaları için. 
Benim var. Böyle dedim ama, hepsini söylemeyeceğim. Bildiğiniz bir tanesi üzerinden yürüyeceğim: İte puşta dair ıvır zıvır malzemeyi derdest edip biriktirmek, yeri ve zamanı gelince onları edep dairesi içinde memleket edebiyatına kazandırmak…
Her ne kadar küçük bir sürç-i lisan ile, itin yanına puştu eklemişsek de, tashih edelim, puşt lafın gelişi. Ona dokunmak harcımız değil…
Puştu layık olduğu üzere başımızdan defettikten sonra, gelelim bu yazının malzemesini işlemeye:
Elimizde bir haber var; bir dergide (N. G. Kids, Haziran 2007, s. 17), ilginçlik adına kullanılmış: “Chihuahua kırması Midge evcil bir kedi kadar küçük, ama yasadışı uyuşturucu maddeleri koklayarak bulacak kadar büyük bir burnu var. O sertifikalı bir polis köpeği.” Okuyanda, bu işte bir tersliğin olduğu fikri doğacağı önceden hesaplanmış olmalı ki, haberin devamında gerekli açıklama yapılıyor: Polis köpekleri genelde büyük cinslerden seçilir; “ama bu köpekler çoğu zaman küçük yerlere giremeyecek kadar iri olurlar.” İşte Midge diğer meslektaşlarının iriliğine bir alternatif olarak “Chihuahua kırması” olarak yetiştirilmiş: “… mobilyalara tırmanıyor, emekleyerek yatakların altına girebiliyor.” Hatta “şifonyer çekmecelerine girdiği bile oluyor.”
Oldu olacak, haberi tamama erdirelim: Her iyi polis köpeği gibi cesur olan Midge’nin en iyi dostu Alman çoban köpeği Brutus imiş ve onunla halat çekme oyunu oynamayı çok sevmekteymiş…
İnsanlarla köpeklerin dostluğuna itirazım yok; iki köpeğin birbiriyle “dostluğu”na ise güvensizlikle birlikte itirazım var…
Sahiplerinin emrine kul olmuş; bu yolda birbiriyle ‘dostluk’ kurmuş iki köpeğin haberini bir tarafa bırakmanın zamanı geldi. Tam da araya Brutus’un köpekliği sıkıştırılacakken. Şu malum hadiseyi hatırlayın: Sezar’ın katline ortak olmuştu ya çok güvendiği Brutus ve şöyle demişti ya Sezar son defa: “Sen de mi oğlum Brutus!”
Tam o sırada Brutus ‘patron’unu hançerlemiş, kendi çıkarlarının köpekliğine soyunmuştu.
Hikâye:
Şair Hayyâle’nin işi gücü kendi egosunu tatmin edecek hallere girip çıkmakmış. Bu yolda bulabildiği bütün münasip nâ-münasip yolları yürümekten çekinmez, atmadık taklalar, yemedik herzeler bırakmazmış. Bunca çabanın sonunda, zafere ulaştığı pozisyonlar olurmuş elbette. Mesela, birkaç parlak şiir cümlesiyle etkisi altına aldığı yeniyetmeler onu pışpışlayıp dururlar, şiirlerine nazireler yazarlar, eserlerini elden ele gezdirirlermiş. Böylece hem kendilerinin hem de üstadları Hayyâle’nin nefsini köreltirlermiş:
“Üstâd-ı azamımız sen çok yaşa!”
“Bizi hayal havuzunda yüzdürenimiz binler yaşa!”
“Şiirdeki pir-i muganımız el-hak yaşa!”
Bu böyle devam edecek değil ya, gün gelip ses soluk, şak şak alkış kesilince bizim Şair Hayyâle’ye bir haller olmuş.
Mantıken düşünürseniz, bu hallerin aradaki gelenek bağına göre pek de tabiî olduğuna kanaat getirirsiniz. Çünkü eski yeniyetmeler şimdi kendi üstadlıklarının postuna oturmuş vaziyettedirler.
Fakat şaşkınlık içine düşen Şair Hayyâle akıbetinin mesuliyetini kendi küçük ahmaklığında arayacağına sağa sola sataşmaya başlamış.
Hikâye şöyle bitiyor: Şaşkın Hayyâle, karşısında eski düşmanlarıyla birlikte, köpeksi ahlâkla beslediği eski çömezlerini de bulmuş… Tabii, artık her bir eski çömeze karşı “Et tu, Brute!” cümlesini kullanma yani son nefesi verme zamanı gelip çatmıştır...

(İlk kez 4 Ekim 2007'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok: