31 Mart 2020 Salı

NASILSINIZ?

15

ilk işaret hep üstte
ve sürekli bir etkinlik

kağıttan dağlar, kitap yığınları
mürekkepler denizi ne müthiş!

yüzüp durur kalem gövdeleri
gark olmalar rengârenk!

coşkunluk saatleridir zamanın
a canım güzelim esriklik

bir ışıktır donanmış gidilir
çoğalan öteye sonsuz ileriye

böyledir aşılır setler, çitler dikenli
hücûm!  diyen yürekli bir öfke

sel olmuş bir kitledir
süpürüp götüren hayalde

sürekli etkinlik  doğru hedefe
baş üzredir ilk işaret, dil üzre.

Likâ Edebiyat, S. 15 (1 Haziran 1999), s. 1.

29 Mart 2020 Pazar

SON İKİ YAZIMIN ÜÇÜNCÜSÜ

Aslında öldürmeyeceğiz, o zaten ölü doğdu.
Kırmızı Köpek’le ilişkilendirdiğimiz şair tipi, şu rezil müteşair, ölü doğum olarak adlandırılan halin tipik bir örneğiydi. (Böylece, elimizi kana bulamaktan kurtulduk.)
Esaslı bir meseleyi böyle hallettikten sonra gelelim şu ilişkilendirme işine. Kırmızı Köpek ile rezil müteşair arasında ne tür bağlar, bağlantılar kurduk, kurabiliriz?
En baştan başlayalım, Kırmızı Köpek bir destan oluşturma çabasının ürünüydü. Sokak köpeği denilebilecek özellikleri olmasına rağmen, destansı bir hayat yaşatmıştı romancı ona.
Bu durumu, bir yeteneği veya birikimi olmadığı halde, edebiyat dışı kıstaslarla şairliğe iliştirilen kişilere transfer edebiliriz. Gerçekten de bu iliştirilmiş kişiler sahici özellikleri ve nitelikleriyle değil, daha çok bir takım ayak oyunlarıyla birdenbire mühim ‘şair’ oluverirler…
Sözkonusu ayak oyunlarının farklı uygulanımları vardır. Örneğin, resmi siyaset sisteminin elemanı, elebaşısı olan nice şair taslağı tanırız. Onları genellikle Tek Parti’nin kalem çırağı olarak görürüz. Kalemlerinden Milli Şef ("Tek Şef") damlar.
Bunlar, halkın kahir ekseriyetine, o ekseriyetin temel dinamiklerine yabancı olduklarından topluma tepeden bakma eğilimindedirler. Aslında konuşlandıkları yer aşağılık bir mertebesizliktir. Asli olanı hakir görmeye kalkışmaları bulundukları deni noktadan ötürüdür…
Ece Ayhan'ın "devlet dersi"nin zalimidirler. Böyle olduğu halde mülkiye koridorlarında onların boruları öter. Dahası, ulusal bayramların müsamereci çocukları gibi, şenlik alaylarında esas duruş pozisyonu ile uygun adım vaziyeti arasında gidip gelirler.
Tercüme bürosundan peydahlanmışlardır. Adaptasyon ustasıdırlar. Özgünlük diye sattıkları caka bir bâtılın taklidinden ibarettir.
Onları küfür bataklığında debelenirken görürsünüz genellikle. Esriktirler, sarsaktırlar, maddi yahut manevi alkolün evladı olarak düşürmüşlerdir kayıtlarını…
Meyhanelerden başka kutsal mekânlara da dadanmıştırlar. Bir kısım sözlerini o mekânlardan, o mekânların havasından suyundan aparırlar. Böylece mitikliklerine mistiklik ekleme numarasına girişirler. İsa-nefes olduklarını iddia etmeye girişirler. Onlara aldananların çıkması anormal değil…
Ekseri memurdurlar, fakat imara açık değildir kalpleri.
Epikliği aynen Kırmızı Köpek gibi elde etmeye çalışırlar: Çalıp çırparlar, birilerine musallat olurlar, iyi mevkilere göz dikerler, düzenli giden işleri sabote ederler: Bir şekilde darbecilik yapanlara yardakçılık görevini üstlenmekten keyif alırlar…
Göbeklidirler, fakat sadece rejim danışmanlığına bağlı olarak yağ bağlamazlar, yan sanayi sektörlerinin de koruma ve kollaması altındadırlar.
Örtülü ödenek onların akarı olmuştur. Bununla yayınevi kurup kitap basmışlar, basarlar… Dergi, gazete çıkarırlar. Yarı resmi dernekler kurup sivil toplumculuk oyunu oynarlar. Sözde özgürlükçü düşünce imal edip akıl fikir tutulması yaratırlar. İnsaf israfına yolaçarlar…
Nasıl Louis de Bernières Kırmızı Köpek’i epikleştirdiyse, genel manzarasını çiziktirdiğim müteşair tiplemesini de sistemin kendi kalemşörleri öyle epikleştirmiştir.
Bu anlamda, Kırmızı Köpek’in sık sık çıkardığı gaz ile bizim müteşairlerin şiir diye ortaya koyduklarının birbiriyle bir farkı yoktur. Köpek gazından efsane üreten Bernières ile müteşairden şair yaratmaya kürek çekmiş olanlar arasında işlev açısından bir fark yoktur.
Bununla birlikte, Kırmızı Köpek’te olduğu üzere, yaşayıp da ölmüş olan bir ölü köpeğin heykelinden söz etmek, kurgu açısından sakıncalı değildir. Oysa ölü doğan bir müteşairan güruhun heykelinden bahsetmek mümkün olamaz. O güruhun heykelinden ziyade, oluşturdukları manzaranın rezilliğini konuşabiliriz bugün.

(Bu yazıyı beğendiysen bir önceki kısmını şuradan okuyabilirsin: Tıkla!)
(Bu yazı ilk kez 2 Ekim 2014’te Milli Gazete’de yayımlanmıştır.)

KIRMIZI KÖPEK ÖLDÜ, YA REZİL MÜTEŞAİR?

Louis de Bernières efsanevî köpeğini feci bir ölümle bu dünyadan uğurlamaya çalışır. Çünkü ancak böylesi bir ölüm Kırmızı Köpek’i destan kahramanı yapabilir. Bunun için farklı alternatiflere müracaat edilebilir.
Anlatıcı, Kırmızı Köpeği cennete uğurlamak için öncelikle bir hastalık icat edecektir. Veteriner hazretleri bu noktada imdada yetişir. Kanında yürek solucanı vardır ve tedavi için Kırmızı Köpek’in gözetim altında tutulması gerekir. Bir alternatif bulunur bunun için. Başıboş köpeklerin resmi bakıcısı Shire’ınla yapılan işbirliği sayesinde sorun çözülür. Fakat Kırmızı Köpek’in kanındaki hayvanlardan haberdar olmayan dostları, onu barınaktan kaçırırlar. Neyse ki köpeğimiz vefalıdır ve kendi ayaklarıyla geri gelir. Uygulanan tedaviyle yürek solucanlarından kurtulur. Aksi olsaydı, kanındaki hayvanlardan ötürü ölseydi sıradan bir ölümle bu dünyadan çekip gidecekti. Destansılık zarar görecekti.
Müthiş son için bir başka vasıta köpeğin silahla yok edilmesidir. Karavan parkının köpek düşmanı olan “güzide yöneticileri Cribbage”ların huysuzlukları bu noktada işe yarayabilir miydi? Bay Cribbage eline silah alır, fakat sonunu getiremez.  Sonunu getirmesine izin verilmez. Dahası, Kırmızı Köpek karşısında kendi sonlarını getirir. Park ahalisinin toplu tepkisiyle karşılaşan Cribbage’lar parkı terk etmek zorunda kalır. Bu kurgu, köpeğin destansılığını pekiştirir.

Bir köpeği öldürmenin en vahşi yönü onu zehirlemek olmalıdır. Artık sekiz yaşında olan ve yıpratıcı bir hayatla bugünlere gelen Kırmızı Köpek günün birinde böylesi bir vahşete maruz kalır. “Striknin” adlı maddeyle zehirlenen kahramanımız kasılma ve ürpermeler eşliğinde ölüme doğru yol almaktadır. Kırmızı’yı perişan vaziyette bulan polis memuru Bill ile komşusu Peeto, onu hayata döndürmek amacıyla harekete geçerler. İyi ama veterinere ulaşmak için epey bekleyeceklerdir. Üstelik Kırmızı’nın ölümle pençeleşmesini izlemek kendilerini perişan etmektedir. Acaba öldürülse nasıl olur? Bill bunu yapmak zorundadır sanki. Ama tetiği düşürüp son hamleyi gerçekleştiremez. Bu kurgu epik metnimiz için işe yarayacaktır. Kırmızı Köpek’in dostları veda partisine davet edilecektir. Onlar ölüp gitmekte olan şu zavallı köpekle olan eski maceralarını tek tek anlatacaklardır. Bir süre Preto, Nancy, Patsy, Ellen, Vanno, Jocko’dan mazi hikâyeleri dinleriz, Kırmızı’yla ilgili destanî notlar düşmektedirler… Son sözü söyleyen Jocko şöyle der: “Herkesin Kırmızı Köpek’le ilgili bir hikâyesi var, keşke birileri bunları yazsaydı.”
Bu anlatılar eşliğinde biten umutları veterinerin son bir hamlesi yeniden diriltir. Bir iğneyle Kırmızı’yı sakinleştien veteriner yerel gazetelerde onun kurtuluşuna dair haberlerin yayınlanmasına da fırsat tanımış olacaktır. Nitekim ayağa kalkan Kırmızı, sevenlerini yeniden mutlu etmeye başlamak üzeredir. Fakat hayır, zehirden beyninde hasar oluştuğu için hayata tutunamamaktadır. Veteriner hazretlerinin şırıngası bu kez ölüm zerkedecektir onun vücuduna…
Kırmızı Köpek’in bu ölüm şekli pek çokları için etkileyici olmayabilir. “Bir destan kahramanı böyle mi ölmeliydi?” sorusunu soracaktır onlar. “Kanlı bir mücadelede büyük bir kahramanlık gösterisi sonrasında öldürülseydi ya!” demeyi de ihmal etmeyeceklerdir. Oysa sahih destanlar doğu toplumlarına mahsustur. Batılılar ise yanıltma üstadıdırlar, bir yanılsama oluştururlar, örneğin trajediyi epik görürler, gösterirler. Kendi epik anlayışlarını pekiştirmek için ise başka yollara başvururlar. Dampier şehrine dikilen Kırmızı Köpek heykeli bu yollardan birisidir. Bir de ölüden geriye kalanlara (‘tereke’ye) verilen yüksek değer. Kırmızı’dan kalan tasmanın baştacı edilmesi gibi…
Her neyse, artık ölü bir köpek var elimizin altında. “Dünyanın en gözde yazarlarından” olduğu ileri sürülen Bernières kötü bir roman yazıp ‘ölümsüz’ bir ceset bıraktı.  Elimizde kalan bu köpek cesedini ne yapacağız? Aslında cevabı biliyorsunuz, başlığa da çıkardığımız üzere, bir şair tipiyle mukayese edeceğiz. Hayır, bir şair tipini öldüreceğiz…

(Bu yazıyı beğendiysen ilk bölümünü şuradan okuyabilirsin: Tıkla!)
(Bu yazıyı beğendiysen devamını şuradan okuyabilirsin: Tıkla!)
(İlk kez 25 Eylül 2014'te Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

KIRMIZI KÖPEK REZİL MÜTEŞAİR

Red Dog diye bir roman yazmış Louis de Bernières. Bülent E. Doğan birebir tercüme ile kitabın adını Kırmızı Köpek şeklinde Türkçeleştirmiş. Bernières’in arka kapak sunumundan 1990’ların sonlarında yazıldığı anlaşılan roman 2002’de Türkçe okurunun dikkatine sunulmuş. Bizim elimizdeki nüsha ise 2007’de yapılan baskıya (İş Bankası Kültür Yay., 124 s.) ait.
Yazdığı kitaplarla Avrupa ve Amerika’da “fenomen haline gelen” bir yazarmış Bernières. Biyografisinde bu özellikle belirtilmiş. Pazarlama satış tekniklerine uygun bir ifade en başta.
Kırmızı Köpek’i başarısız bulduğumu peşinen söylemeliyim. Bernières bu anlatısında bir sokak köpeğini destan kahramanı yapmaya kalkışmış. Sıradanın epikliği. Olmaz değil. Zaten yazar da olmazı oldurmaya çalışmış.
Destansılaştırma farklı boyutlar taşıyor kitapta. Önce kırmızı bronzdan heykeli dikilmiş bir figür çıkarılıyor karşımıza. Yazarın eser için yazdığı takdimde yer alıyor bu. Batı Avustralya’da, Perth şehrini gezerken görmüştür heykeli. Bronz köpek heykeliyle karşılaşan Bernières, meraklanıp onun hakkında araştırmalar yapıyor, malumatlar topluyor. Bu arada heykeli dikilen ‘gerçek’ Kırmızı Köpek’le ilgili kaynak metinler de buluyor. Hayatını anlatan iki önemli eser! Kurgu bu ya, Nency Gillespie ve Beverly Duckett adlı yazarlar tarafından yazılan eserlerin ya baskısı yoktur ya da yerel kütüphanelerde izlerine rastlanabilmektedir.
Buraya kadar harici (dış/reel) bilgi unsurlarını ele aldık. İsterseniz itibari (kurgulanmış) metne geçelim. İtibari metnin anlatıcısı, yazarın onca epikleştirme çabasına rağmen daha ilk başta Kırmızı Köpek’le ilgili görece çirkinlikleri öne çıkarır. “Öff, köpek değil, kokarcanın önde gideni bu!” diye başlayan romanda, benzeri ifadeleri ve bu ifadelere sebep olan köpeğin “gaz” tutamama haliyle ilgili anlatıları bir hayli okuruz. (Sanki eser özellikle bunu deklare etmek için yazılmıştır!) “Kese kağıtlarını, tahta parçalarını, ölü sıçanları, kelebekleri, tüyleri, elma kabuklarını, yumurta kabuklarını, kullanılmış kâğıt mendilleri ve çorapları büyük bir zevkle mideye indi”ren Kırmızı Köpek, bunlara ilaveten kendisiyle ilgilenenlerin ikramı olan bayatlamış patates püresi, soslu biftek, ciğerli börek gibi gıdalardan da istifade etmektedir. Böyle bir midenin hangi kokuları ihraç edeceği iyi bir merak unsuru değil.
Kırmızı Köpek bir süre bir aile köpeği gibi görünse de aslında daima orada burada olmuştur. Özellikle de romanın ikinci bölümünde ona “Kuzey Batı Köpeği”, “Pilbara Gezgini” denmesi buna, sokak köpeği olmasına binaendir. Gerçi kimi zaman onun sokak köpeği olarak görülmesi işlerinin kötüye gitmesi ihtimali doğurmuştur. Fakat bunu da bir şekilde bertaraf etmiştir anlatıcı, onu devletin resmi kayıtlarına sosyal bir kimlik olarak kaydettirmiş, böylece dokunulmazlık zırhına büründürmüştür. 
Şu halde Kırmızı her ne kadar Jack’a ait hissetse de kendisini, yapıp ettikleriyle, kurduğu ilişkilerle, bu ilişkilere atfettiği önemle, herkesin köpeği olmuştur. Anlatıcı onun bu yönünü özellikle öne çıkarır. Mesela Kırmızı Köpek, kendisine yardımcı olan hiçbir kişiyi, hatta o kişilerin bazı eşyalarını (mesela arabalarının motor sesini!) unutmaz. Bu sayede zaman zaman başına gelen tehlikeleri de savuşturan Kırmızı, sanki bir büyük coğrafyanın, ülke coğrafyasının gözbebeği olmuştur. Anlatıcı Kırmızı’ya sahip çıkıp onu baştacı edenleri bir yerde şöyle anlatıyor: “… Kimileri kaba ve yontulmamış, kimileri nazik ve kültürlüydü, kimileri erdemli, kimileri günahkârdı. Kimileri külhanbeyi gibi gerine gerine yürür, hep sarhoş gezer, ikide bir kavga çıkarırdı; kimileri hep hüzünlü görünür, süklüm püklüm yürür, kimileri her şeyle dalga geçer, sürekli şakalar yapar, nerede olursa olsun neşeli olmayı bilirlerdi.”
Sekiz yıllık ömrü boyunca binlerce km’lik yolu gezip tozabilmeyi, kendi kişisel becerilerinin yanısıra, halk nazarında edindiği itibara borçludur.  Bu itibar, onun bazı kusurlarının affedilmesine de yaramıştır: Çalıp çırpmaları, uzun süre kendisini sevenlerin gözünden uzaklarda yaşaması, şuna buna (bazı kedi ve köpeklere) musallat olması, bazı hallerde hep iyi mevkilere göz dikmesi (örneğin işçilerin servis arabalarında ön koltuğu özellikle tercih etmesi ve buralardan kesinlikle kalkmaması), kimi organizasyonları (köpek yarışmasını örneğin) sabote etmesi gibi…
Bunları Kırmızı Köpek’i epik kahraman kılmak için kullanmış anlatıcı. Hatta şunları da: Kurşunlandığı halde zamanında yapılan müdahalelerle canını kurtarması, köpeklerin girmesi yasak olan yerlere girebilmesi ve oralarda halk tarafından korunup kollanması, mesela kendisi için kitlesel eylem yapılması...
Kahramanımızla ilgili söylenecek başka kayıtlar da var elimizde. İsterseniz bunları da bir sonraki yazımıza bırakalım. Üstelik henüz kendisiyle ilişki kuracağımız müteşair tipi hakkında hiçbir şey söylemedik...

(Bu yazıyı beğendiysen devamını şuradan okuyabilirsin: Tıkla!)
(İlk kez, 18 Eylül 2014 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

27 Mart 2020 Cuma

TABA TUMBA TAMBA TUMBA

"Taba tumba tamba tumba!" 

Dünyanın En Güzel Kadını filminin meşhur şarkısı. 1968 yapımı bu filmi Nejat Saydam yönetmiş. Türkan Şoray ve Murat Soydan başrolleri paylaşmış. Filmde, Türkan'ın (Türkan Şoray) İzmir'de bir gazino şarkıcısı olan annesi "büyük yıldız Binnaz"ın ölümünden sonra, "Gönüllerde taht kuran bir sanatçı" oluş macerası ana temadır. 

Türkan, bonkör (!) iş adamı Fikret'in (Murat Soydan) yönlendirmesi ile İstanbul'da konservatuvar eğitimi almaya karar verir. Fikret, bu ameliye sırasında Türkan'a  hatırı sayılır ekonomik bir destek sunmuştur. 

İstanbul'da yaşadığı bir takım "klasik" maceradan ve bunları lehine döndürecek girişimden sonra, başına "devlet kuşu" konmuş, sahneye çıkma şansı yakalamıştır Türkan. 

"Esmer Bomba", Türkan'ın bu fırsatı yakalama sürecinin son aşamasında söylediği şarkıdır: "Taba tumba tamba tumba!"

Neyse, sözü şuraya getirmek istiyorum: Bu romantik dram Türkiye'de "sahne almak" ifadesiyle birebir örtüşme yetkinliği taşıyor. Bunu da en sarih şekilde şu "Taba tumba..." nakaratı ile yansıtıyor. 

Fakat bir dakika! "Sahne almak" derken, şu bilindik sahne sanatçılarının aktör veya artistliğe yükselişlerini kastetmiyoruz. Elbette bunlardan yola çıkarak,  daha fazlasını...

Daha fazlasını, mesela kişi ve kurumların varoluş biçimlerini, iş tutuş usullerini, olan bitenler karşısındaki tavır ve tutumlarını...

Kişi ve kurumlar derken, toplumsal aktörlerden bahsediyoruz. Fikir ve bilim adamları, sanatçılar, yazarlar, şairler... Yahut onların bir araya gelerek oluşturdukları dernekler, birlikler, sivil toplum örgütleri...

Oluşumları ve gelişimleri sırasında hangi tezgahlardan geçtiler, ne türden maceralar yaşadılar, nasıl fırsatlar yakaladılar? Nerelerden, hangi hazinelerden beslendiler?

Onların borusu ellerinde, dillerinde, dudaklarında... 

"Öteki" onlar için tu kaka. Öteki'nin acısı, sızısı, can havli yok makamında. Sadece duyarsızlık değil, "öteki" lanetli geliyor onlara...

Bu yüzden onların başına "sarı" sıfatını ekliyoruz: Sarı sendika, sarı dernek... 

Bu nedenle onlara, "sözde" diyoruz, sözde STK, sözde birlik... 

Onları trolleştiren, satılmış kılan, soytarılaştıran hep bu...

"Yaldızlı kuklalar" haline getiren, oyuncaklaştıran, sarhoş kılan...

Dolayısıyla, onlarla ilgili bir bahis geçtiğinde, aklıma şu "Esmer Bomba" nakaratı geliyor:

"Taba tumba tamba tumba!" 

Ankara, 27 Mart 2020

26 Mart 2020 Perşembe

İSPANYA TARİHİ

Ortaçağ sonu İspanya'sında
Master de jugleria
Söylermiş soytarılar
Şiir diye sarayda

Tekerrür mü etti tarih
Söylemem ama semtini.

Ank., 25 Mart 2020


24 Mart 2020 Salı

AKİRA KUROSAWA’NIN KURBAĞA YAĞI

Savaş öncesinde, gezgin satıcılar ülkenin dört bir yanında dolaşıp bir şeyler satmaya çalışırlarken, özellikle yanık ve kesikleri iyileştirdiği sanılan iksiri elde etmek için geleneksel bir yöntem kullanırlardı. Dört tane ön, altı tane de arka ayağı olan bir kurbağa, dört tarafı aynayla kaplı bir kutuya konurdu. Değişik açılardan görüntüsünü izleyen kurbağa, hayretler içinde kalarak yağlı bir sıvı salgılardı. Bu sıvı toplanır, 3721 gün bir söğüt dalıyla karıştırılarak yavaş yavaş kaynatılırdı. Sonuç, bu harika bir iksirdi.”
Japon yönetmen Akira Kurosawa (1910-1998)Kurbağa Yağı Satıcısı (Agora Kitaplığı, İst., 2006) adlı otobiyografik kitabına bu cümlelerle giriyor. “Kendimle ilgili bir şeyler yazma düşüncesi aynalı kutudaki kurbağayı hatırlattı bana.” diye ikinci bir paragrafa geçen yazar, on ayaklı kurbağayla hayatı arasında efsanevî bir ilişki kuruyor.
Kurosawa’nın satırlarını okurken akla bizim geleneksel yahut alternatif tababet külliyatına dair kimi malumatın düşmemesi mümkün mü? Makul sayılabilir nitelikte olanlar kadar kimi reddiyelere kapı aralayanlar da. Hayır,  ayrıntılara girmeyeceğim.
Aynalı kutudaki kurbağa ile hayatı arasında bir bağ kuradursun Kurosawa; biz daha farklı tasarımların peşine düşeceğiz. On ayaklı kurbağaya, kurbağanın yerleştirildiği aynalı kutuya, kurbağanın salgıladığı iksire, bütün bu süreci yöneten gezgin satıcıya tek tek göz atacağız. Kuşkusuz, hâl ve muhal bağlamlarında…
Hâl dedik ya, devam edelim; yeryüzünü esir alan canavar virüs karşısında, insanlık âleminin her bir bireyini, eli ayağı birbirine dolaşmış bir on ayaklı kurbağa şeklinde tasavvur edebiliriz. Bu tasavvurun aynalı fanusunu zorunlu karantina mekânlarımız olan evlerimiz oluşturmaktadır. Bu hâl içre kim ne salgılar, bilmiyoruz. Sadece temenni ederiz: Kin, nefret, ötekileştirme, tahammülsüzlük, bencillik, fesat, fahşa; velhasıl işleri kesatlaştıracak negatif şeyler salgılamasın kimse, yeter...
Temsilî teşbihimizin unsurlarını başka bir ilişki ağı içinde de kullanabiliriz. Korona günlerinin görece mazlumlarına yapılan takdimler, ikramlar mesela.  Hastalık ve ölüm göstergeleri üzerinden sağlanan gönüllü ev hapsi mesela. Yahut bir takım tüketim maddeleri, Köln suyu başta olmak üzere, temizlik sağlayıcı kimi materyaller. Tüketilmesi elzem denilen bazı gıda ürünleri. Bütün bunları kurbağaya salgılatılan madde diyebiliriz. Bu mecaz dairesinde kurbağayı hangi konuma oturtabiliriz, biraz düşüneyim. Alınan kimi kararlar, yayımlanan genelgeler, verilen nasihatler, uyulması gereken emirler, vb. Bu benzerliği zorlama bulabilirsiniz, fakat umut pazarlayan kurbağa satıcısının kimliği bahsinde kimsenin itirazının olmayacağına eminim: Basınından akademisine bütün sosyal uyarıcılar ve tabii en başta kamusal erk. Hemen belirtelim, bu dikte unsuru ilk tasavvurumuzda da aynı mevkide konuşlanmaktadır…
Akira Kurosawa’nın kurbağasına cebri usullerle salgılatılan sıvının ilaç olabilmesi için 3721 günlük bir süreye ihtiyaç vardır. Bu esrarlı süre boyunca söğüt dalıyla bireşime tabii tutulacak, sonrasında dertlere deva olarak kullanılacaktır. Bunca beklemenin sonunda elde edilen iksirin mucizevi bir şey olması normaldir. Âb-ı hayatla bir tutulması tercih sebebidir. Bu tercihi bir yana bırakıp, soralım: Mevzuubahis iksirle, şu günlerde ev sürgünlüğüne terfi ettirilmiş biz insanlara, bekleyin bulunacak denilen ilaç, bir tutabilir mi? Evet ama bu da bir umut sömürüsü olarak kalabilir kayıtlarda…
Oysa bu sömürüye katlanabilecek halde değiliz artık. Sabrın kırmızı çizgisi aşılmasın, ruhlar patladı patlayacak.

Ankara, 23 Mart 2020


21 Mart 2020 Cumartesi

NASILSINIZ?


       ü 
             t
                   ü   
                        n

k
        a
              r   
                     a

n   
        l
              ı   
                    k
               
l
          a
           r
           a

                             KArŞı




13 Mart 2020 Cuma

ALTINCI FİLO, ABRAHAM LİNCOLN, ÇAKAL CARLOS…

Uzak çağrışımları yakın markaja almaktan hoşlanırım. İyi bir şeydir. Meslek icabı, arada müracaat etmek gerekir. Bugün de aynı sebeple, zevk-i tabiimin keyfine uyup gönlümce edebiyat yapacağım. Yorulursanız haber verin, kahve ısmarlayabilirim!
Hoşlanmak, zevk, keyif, gönül, kahve gibi sözcüklerle örülü ilk paragrafı okuyunca, zann-ı galibinize mağlup olup bana, “İşiniz amma da ballıymış ha!” tarzı bir ünlem telaffuz etmişliğiniz mümkün. Hayırlısı olsun; hakkım helaldir!
Her neyse, başlığa çıkardığımız “adları” anlatmağa başlayalım…
Altıncı Filo… Bildiğiniz Amerikan filosu. Türk tarihinde düşmanı denize dökme “utku”larından ikincisi onun üzerinden yaşanmıştır! “İşgal Gücü”ne ait filo, İstanbul’a Haziran l967’de uğradığında karşısında emperyalizm karşıtı 10 bin (pek çoğu ‘ulusçu’) “nefer” bulmuş, deyim yerindeyse geri püskürtülmüştür. Fakat 1968 Şubat’ında tekrar geldiğinde, taşıdığı Amerikan askerlerini bekleyen son, “Boğaz’ın sularına” dökülmek olmuştur...
Abraham Lincoln… ABD’in 16. Başkanı. Tarih (hangi tarih?) onu köleliği ortadan kaldıran ABD Başkanı olarak kaydetmiştir. Köleliğe karşı yapılan savaş olarak mitselleştirilen ABD İç Savaşı’nın baş kahramanıdır. Peki, İslâm’a özellikle uzak duran tarihin bu hükümleri doğru mudur? Onun ikonlaştırıcı, dolayısıyla yanıltıcı yaklaşımını bizzat Lincoln’ün şu cümleleri nasıl da ters yüz eder: "Kölelik, sanayileşen kuzeyin özgür emek ihtiyacı nedeniyle kaldırılmıştır. Her ne kadar kölelik kaldırılmış, zenciler beyazlarla eşitlenmiş olsa bile, beyazlardan ayıran yapıları sayesinde zenciler, toplumda yine de beyazlarla eşit olamayacaklardır…" Bu cümlelerinden de anlaşılıyor ki, bugün yüzünü bazı Amerikan banknotlarında da gördüğümüz Lincoln, emperyalizmin baş temsilcileri arasındadır…
İlich Ramirez Sanchez… Bilinen adlarıyla, “Çakal Carlos”, “Binbir Surat”… 20. yüzyılın "en ünlü militanı" olarak tanındı. Dünyaya hükümdar olan zalimlere karşı giriştiği sistemli mücadeleler vaktiyle onu da idolleştirmişti.  Artık tek bir suratı vardır onun:  Uzun bir zamandan beri Salim Muhammed adını kullanıyor… Dünya Marksistlerinin idollüğünden Allah’ın kulluğuna yükseldi. Bir mülakatında şöyle diyor: “Ben her zaman insanların sömürülmediği bir dünya için mücadele verdim. Bugün benim için mücadelemin temel dayanağı ve inandığım devrimin adı İslâm'dır. Bundan sonraki hayatımı İslâm'ın bütün yeryüzüne hâkim olması için yegâne şart olan İslâm devrimine adayacağım. Emperyalizme ve Siyonizme karşı çıkan bütün devrimci örgüt ve savaşçıları İslâm bayrağı altında toplanmaya çağırıyorum. İnsanlığın tek kurtuluş adresi artık İslâm'dır.”
Şimdi, uzağı yakın kılma çabasına geldi sıra…
Şöyle soralım: Buraya kadar niçin Altıncı Filo, Abraham Lincoln, Çakal Carlos sularında gezindik? El cevap: En az bunlar kadar askerî, siyasî, ekonomik, hukukî arka cephesi bulunan spor dünyasının bazı elemanlarına el atmak için…
Bunu, ‘sporun ve sporcunun’ dünya içi barışta bir araç olduğu fikrine halel getirmeden nasıl açıklayacağız bilmiyorum. Fakat, özellikle futbolun uzun bir zamandır kitleleri uyuşturucu (akıllarını ‘baştan çıkartıcı’) bir fonksiyonla kullanıldığı genel kabuldür.
Futbolun “iyi güzel hoş” taraflarını hayran bir izleyici statüsü ile idrak ettiğimi ve hatta amatör bir oyuncu olarak haftada birkaç kez beton sahalarda ter döktüğümü bilenler bilir. Peki, benim bu yaklaşımım, futbol dünyasındaki bazı olumsuzlukların üstünü örtmeme zemin mi hazırlamalıdır? Mesela, transfer mevsimlerinde olup bitenleri boş mu vermeliyim? Özellikle kitlelerin “seyir iştahını” satın almaya (esir almaya?) dönük popüler topçu transferleri ve bu alım satım işlerinde olması muhtemel kara para ağartmalarını görmezden mi gelmeliyim?
Öyleyse soruyu şöyle sormalıyım: Roberto Carlos’un veya Cassio de Souza Soares Lincoln’ün şanlı spor kulüplerimize getirilişleri, her yıl bu mevsimde benzerlerine rastladığımız transferlere dayalı “kitlesel cinnet ve cinayet” olaylarının halkaları olarak yargılanabilir mi?..
Peki bu yargı bizi nereye götürür?
İşgalci Altıncı Filo’ya gösterilen sert (fakat öz itibariyle noksan) tepkiyi, kitleleri mahveden “özel ve tüzel” futbol aktörlerine karşı sergilemek işinize gelir mi? Abraham Lincoln’un temsil ettiği özürlü “kölelik karşıtlığı”nı kendinizde yaşatmağa ne dersiniz?
Hayır, sizi ve muhataplarınızı salim Muhammed’e çağırıyorum…

(Bu yazı ilk kez 2 Ağustos 2007’de Milli Gazete’de yayımlanmıştır.)

KATİLLER, YAZARLAR...

Katillerle yazarların bir arada olduğu sahneler her bakımdan can alıcıdır…
İşlediği cinayetten sonra yakalanıp hapse konulan baba katili Dimitri (Mitya), mahkemeye çıkacağı günün arifesinde kendisini ziyarete gelen kardeşi Aleksiy’le (Alyoşa), asıl konu olan cinayet ve mahkeme üzerine konuşmaktansa, alakasız mevzulardan söz etmektedir. Alyoşa’yı şaşırtan bu mevzulardan birisi de “şair/yazar”larla ilgilidir. Karamazov Kardeşler’in bu küçük olay halkasında Dimitri, canını sıkan iki yazar (şair) taslağından söz eder. Tabii bu söz ediş, katil kahramanımızın “gulûv” derecesindeki “tariz”ler şeklinde olmaktadır. Mitya’nın küfrüne maruz kalan birinci yazar (Ki romanda ilk kez burada anılır.) Claude Bernard adlı birisidir. “Canı cehenneme” gidesi “alçağın biri” der Mitya onun için, çünkü kendisine gelmiş ve “dava”sıyla ilgili bir yazı yazacağını ve bu yazıyla edebiyata adım atacağını söylemiştir. Mitya hakkında, “‘Öldürmeden yapamazdı, onu çevre mahvetti’ gibi şeyler yazacağını” söyleyen Bernard,  kalemine biraz da “sosyalizm kokusu” sindirmeyi vaat etmiştir…
Dimitri’nin hakaretler yağdırdığı ikinci kişi Rakitin’dir. Birincisinin aksine, Dostoyevski’nin romanda zaman zaman yer verdiği bir kahramandır Rakitin. Kötü niyetli bir ilahiyat öğrencisi olarak çıkarır anlatıcımız onu. Karamazov Kardeşler’in şahıslar kadrosunu inceleyen edebiyat araştırmacıları onu ‘oportünist’ sıfatıyla anabilirler. Ahlâkına uygun davranışı “Hohlakova’nın ayağına övgü” yazarken de gösterdiğinden olsa gerek, katil Dimitri onunla ilgili olarak şu cümleyi kullanır: “Şiir de yazıyor namussuz herif!” Rakitin’in Bayan Hohlakova’ya şiir yazmasının sebebi, ucuz bir işle açıklanabilir: Ayaklarına güzelleme yakılan bayanın gönlünü çelip parasına ortak olmak! Hapishaneye gelip Dimitri’ye “Ömrümde ilk kez, ellerimi kirletip şiir yazıyorum, birinin gönlünü çelmek için!” şeklinde itirafta bulunur. Rakitin bu “kirli iş”te “güzel bir söz oyunu yapmış”, ayak güzellemesinin içine “vatandaşın duyduğu acıları sokabilmiş”tir. Böylece Puşkin’i bile geride bırakmıştır! Bu itibarla, Mitya’nın onu “köpoğlu köpek” diye anması manidar sayılabilir.
Sözü sürüklediğimiz yönü fark ediyor musunuz? İtibârî (kurgusal, muhayyel) alemdeki kayıtları, tarihle sabit olaylara bağlayacağız. Son zamanlarda yaşanan, fakat kökeni pek eskilere dayanan “ulusçuluk” oyunlarının âkıbetine. Yani kavimcilik kokulu cinayetlere. Bir zamanlar İslâm milletinin tefriki için kullanılan kavimcilik zilletinin, şimdilerde farklı ortamlara zerkedilerek yeni cinayetlerde kullanılmasına...
Olan biteni geniş bir açıyla teşrih edecek olursak, yazar Hırant Dink (ve benzerlerinin) “kavim oyunlarıyla” gündeme getirilmesi, cinayet objesi seçilmesi; bu arada (Orhan Pamuk gibi) başka isimlerin aynı atmosfer içine (“elde keklik”) çekilmesi, bir hayli anlamlıdır.
İtirazlarınıza kesinlikle katılıyorum, baba katili Dimitri ile yazar katili (veya tehditçisi) arasında gözle görünür bir ilgi, alâka yoktur. Ayrıca, Dimitri’nin tarizlerine hedef olan iki soytarı şair/yazar ile İstanbul’da katledilen (yahut tehdit edilen) yazar(lar)ın arasında da doğrudan bir irtibat kuramayız. En başta, ilk kategoride yer alan kahramanlar “hayal alemine” ait iken, bizimkiler “sahih” dünyanın üyesidirler.
Belirtmekte fayda var: Dostoyevski’den emanet aldığımız anlatım, okuduğunuz şu denemeyi zevkli kılmak gayemize hizmet etsin diyedir. Fakat görüldüğü gibi, deneme türü serbest iken, burada ele aldığımız konu serttir.
Bu açıklamayı yaptıktan sonra, örnek olaylarımız arasında irtibat kurmaya mani olacak bir başka husus üzerinde duralım: Dostoyevski’nin yarattığı ahlaksız yazar taslakları “eser”lerine her ne kadar “sosyalizm kokusu”, “vatandaş acısı” sindirmişlerse de, son aşamada “şahsi emel”lerine hizmet etmek amacındadırlar. Dolayısıyla Katil Dimitri’nin onları namussuz diye adlandırması haklı bulunabilir. Bizim adlarını anmak zorunda kaldığımız reel yazarlarımız (Hırant ve Pamuk) ise, katil ve tehditçinin muhatabı olurlarken, belli bir “namus” makamı üzeredirler. Fakat bu makam, görünüşte, katil ve tehditçi tarafından da  makam seçilmiştir. Yani, her iki kutup, aynı kavimcilik oyununda bir bakıma rol üstlenmiş göründüklerinden, en azından ayrı ayrı (yahut karşı karşı)  “bir taraf” olduklarından, kıyamet kopmuştur.
Burada, katiller arasındaki bir başka gayri-benzerlikten de söz edebiliriz: Dink’in canını alan katil ile, kaşla göz arasında Pamuk’u tehdit eden tehditçi, kuşkusuz Mitya ile aynı “ölçekte” kişiler olamaz. Tarihî bir olaya imza atan bu tedhişçilerin kim bilir kimlerin adına hareket ettikleri ve hangi amaçla bir topluma yön verme teşebbüsü içine girdikleri “net” değildir. Oysa, Dimitri, öz babasını, sevdiği kadına göz koyduğu için katletmiştir. Cinayetlerin temelinde her ne kadar bir şeyi bir başkasına kaptırmamak kaygısı var gibiyse de, bu “bir şey”in niteliği farklıdır.
Fakat olaylar arasında mutlaka bir benzerlik kurmak istersek, bu kolaydır: Her iki durumda da katiller (veya tehditçi) “yazar” karşıtı bir tutum içindedir. Buna rağmen, Dostoyevski’nin eserindeki katil hile hurda peşinde koşan yazarları (haklı olarak) lanetlerken, kendisi bir yazar katili değildir. Dink’e kasteden ise, doğrudan bir yazar katilidir. Bu tarihî olayın hilesi ise yukarıda temas ettiğimiz “ulusçuluk” oyunu, “kavmîyetçilik” saplantıları, yahut bunlardan nemalanmak isteyenlerin seyir keyfidir…
Konumuz katiller ve yazarlar olduğuna ve Orhan Pamuk adı bir vesileyle (malûm tehdit) yazımız içinde anıldığına göre, burada üçüncü bir kıtal olayından bahsetmemek olmaz. Hepimizin gözleri önünde gerçekleşen bir konuşmadan söz etmeliyiz önce: Hatırlarsınız, Bush’un Türkiye ziyaretinde, İstanbul Ortaköy’de yaptığı bir konuşma vardı. Bu konuşmada Türk yazarı Orhan Pamuk’tan büyük bir övgüyle söz ediyordu “Başkan”.  İşte cinayet!
Üçüncü tip bir kavimcilik zihniyetiyle “Dünyaya hükümdar olma” ihtirasına kapılmış birisinin diline düşmek, kendinden menkul bir cinayete kurban gitmek değil midir?
(Bu yazı ilk kez 1 Şubat 2007’te Milli Gazete’de yayımlanmıştır.)

10 Mart 2020 Salı

ÖSTEN SJÖSTRAND'IN "İKİ ZAMAN"INDAN YANSIYAN

İsveç şiirinin önemli şairlerinden Östen Sjöstrand (16 Haziran 1925-13 Mayıs 2006)'ın bir şiiri üzerinde duracağız. Lütfi Özkök ile Yüksel Peker'in hazırladıkları 1945 Sonrası İsveç Şiiri Antolojisi'nde (YKY, İst., 1996, s. 84) yer alan "İki Zaman" şiiridir bu. 
Çok boyutlu bir şiir algısının şairi olarak bilindi Sjöstrand. Bir yandan sözcüğün sarraflığına soyunurken, diğer yandan farklı temalara can veren bir yaklaşımı benimsedi. Bu anlamda, söz gelimi mistik bir tutum ile toplumsal bir eleştirellik şiirlerinde yan yana, iç içe bulundu. Bu yönelimde bir İkinci Dünya Savaşı sonrası şairi olması ne kadar etkendir, bilmiyoruz. Fakat Fransız şairlerine, sembolizm ve sürrealizme yaslandığını, müzik başta olmak üzere farklı sanat dallarından ilhamlar aldığını, fakat her halükârda toplumsallığı en öne yerleştirdiğini biliyoruz. Bir şair olarak yaşamak zorunda kaldığı kişisel karabasanları ise onun tepkisel muharrik gücünü oluşturur. Bu söylediklerimizi pekiştirir mi bilmem, fakat şiir anlayışını özetlediği sözleri arasında şu cümleler hayli önemlidir: "[Şiir] Arada bir bana da musallat olan karabasanların büyüsünden kurtulmamıza yardım etmekte; kalbin, güzelliğin ve ruhun canlılığını mahvetmeyi hedef alan yıkıcı güçlere karşı yeni bir kurtuluş yolu açma[kta]dır. Ama şunu da ekleyelim: Günümüzde eşyaya tapan toplum içinde yeni bir yol açarak duygularımızı diri bir halde tutan şiir, bizlere adil bir hukuk ve ahlak anlayışını da aşılamaktadır." (s. 86)

Adı üstünde, iki zamanlı bir şiir "İki Zaman" şiiri. Fakat yaşanılan anları anlatan birinci "Zaman" iki parçalı bir yapıya sahip. Bu parçaların ilkinde, otele çevrilecek eski bir yangın kulesi, sırtlarında okul önlükleri olan ve birbiriyle şakalaşarak yokuş aşağı yürüyen kız öğrenciler, sırtında su güğümü, kemerinde bardaklarıyla dolaşan saka, kaldırımda salata ve yumurta satan bir ihtiyar, bir lokantadan gelen keskin kebap kokusu... anlatılıyor. 

İlk "Zaman"ın ikinci parçasına geldi sıra. Sokağın sükûnetini şedit bir sessizliğe dönüştüren olağanüstü bir hâl var. O hali anlatan dizeleri olduğu gibi alıyoruz:


"İki komanda eri tüfek dipçiğiyle antikacı dükkânının karşısında bir kapıyı zorluyorlar ve gözleri sorgudan faltaşı gibi açılmış süklüm püklüm insana benzeyen bir yaratığı dışarı çıkarıyorlar. Beyaz miğferler, kırmızı kolçaklar, insan avı- Radyoevi'nin yanındaki garnizondan askerler ve Hilton otelinde siviller günün yarısını silahları parlatmakla, ortalığı ve giysileri temizlemekle geçiriyorlar."


Sanki bildik, tanıdık manzaralar... 

Kendi halinde geçip giderken zaman, hayatın akışı normalinde akıp dururken, birtakım güçlerin ket vurması olağana... Çıkar çatışmaları, paylaşım savaşları... Kimi odakların hesaplaşmaları...

Darbeler, sıkıyönetimler, olağanüstü haller... 

Ve darmadağın olmuş birey ve toplum hayatları, karmaşa ve kaos halleri, sisli, puslu bir tabiat, kana, kire, irine çalan tasvirler... 
Şiire dönelim, şiirin ikinci "Zaman"ına. Şairin iç dünyasına mahsus bir zamandır bu. Bir anımsayış ile görünürlük kazanır. Yaşananın vurduğu keti, çektiği seti, ördüğü "zorunlu engeli", her ne denirse işte onu geçip giden... "esrarengiz bir örümcek"! 

"Birbiriyle boğuşan, birbirine zıt" kutupların oluşturduğu toplumsal inkırazlar, esrarengiz yaratıklara döndürüyor maalesef her bir bireyi, her birimizi...

İsveçli şair Östen Sjöstran'ın şiiriyle dile getirdiği evrensel negatif gerçekleri ne çok yaşadık Türkiye'de ahir ömrümüzde değil mi? 

Keşke yaşamasaydık, hayır, keşke yaşamasak...

Ankara, 10 Mart 2020

STATÜKO ŞAİRLERİ İÇİN NEGATİF

Ceset üzerine and edecek
Derneğinizin her bir bireyi
Şiir şöleni düzenleyecek
Malamat Şairler Uniği...

Ankara, 6 Mart 2020


NİCOLAS GUİLLEN'E TABİEN

Mussolini'nin erlerini
Tutmaz elbet sizinkiler
Ama elbet öyledir
Aynıdır akıbetler...

(Seçme Şiirler, s. 129'a yazılıdır.)


YAZILAN YARIN-2

bak, üşümüyor gözlerim, yeni güne doğan-sen katıldın, güç kattın.

aşkolsun,  yanı başıma gelene diye çoğaltabilirsen sesini- çocuklar çok sevdi seni.

tümcelerin ama’lı, ne ki’li, oysa’lı yabanıllıkları taşımayacak bundan böyle kendine karşı.

bu uçarılık, bu gönenç senin, sevgilim, dümdüz öpeceksin sevgilini!

bak, üşümüyorum ben de!

de! de ki, dölümüzü seviyoruz ve merhaba! hep!

İzmir, 1986 

Korku Islığı'ndan... 

YAZILAN YARIN-1

“bu günleri de gördük, ne mutlu bize!” diyeceğimizi
sanmıyorlardı. “çökümleri yaşayacaksınız!” diyorlardı
bizler için. düşmanlarımızdı onlar ve tümü, böyle derken,
isteklerini dile getiriyorlardı.

yeniden doğmuş olduğumuzu bildirir bir bildiri say sevgilim
bu yazıyı, başka bir yazınsal türe sokmana dayanamam

evet,  çekirge parmağı gülünün varlığından habersizdi düşmanlarımız.
şu, onları yerin dibine batıran gülümüzün.
şu, akasya açımlı ve yalnız bizlerin bildiği...

bilmiyorlardı. (bitki bilim kitapları yoktu ve bilmiyorlardı çekirge parmağı gülümüzün varlığını.) bu yüzden de, çeneleri koparcasına bağırıyorlardı: “çökümleri yaşayacaksınız!”

bizse, yalındık ve yılmadan sürdürüyorduk savaşımızı. yaşıyorduk, “utku bizimdir sonunda!” eni-sonu.

işte, biliyoruz ki, kolay olmadı şu güzelim leylim ilkyaz gününe gelmemiz.

biliyoruz ki, yoksunlukları yoğun yaşadık bu güne değin.

biliyoruz, unutmamamız gerekiyor geldiğimiz yoldaki ölenlerimizi.

ve unutmamamız gerekiyor sevgilim: utkumuzun temelinde kendimizi büyük meydanlarda asabilmeyi göze almış olmamız yatıyor, unutmamalıyız...
haydi, “bu günleri de gördük, ne mutlu bize’”

İzmir, 1986

Korku Islığı'ndan...