Çok katmanlı bir kavram olarak gelenek pek
çok bilim ve sanat dalının en önemli konuları arasında yer almıştır. Edebiyat
da gerek bilim gerekse sanatsal yaratım olarak geleneği kendisiyle içli dışlı
bulmuştur.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk edebiyatının
kırılmalar yaşadığı bir çağın çığır açan yazarı olarak, edebiyat geleneğine
dair köklü düşünceleri olan bir yazardır. O, hem edebiyat araştırmacısı hem de
edebiyat sanatçısı (şair, romancı, hikâyeci, denemeci, vb.) olarak gelenekle
ilgili özgün düşünceler üretmiş ve uygulamıştır.
Tebliğimde Tanpınar’ın özellikle geleneğe
teorik yaklaşımı dikkate alınacak, onun gelenekle ilgili tespitleri ortaya
konulacaktır.
Gelenek, kullanım alanı
oldukça çeşitli ve geniş olan bir kavramdır. Sosyoloji, din, felsefe ve
edebiyat gibi alanlarda terim olarak kullanılması ve kültürel bir mesele
halinde tartışılması, kavramın değişken bir anlama sahip olmasını gündeme
getirmiş, dolayısıyla genel kabul görebilecek bir karşılığa kavuşamamıştır. Bununla
birlikte genellikle ‘an’ane’ kavramının karşılığı olarak ele alınmış ve
çoğu kez sosyolojik bir daire içinde tanımlanmıştır.[i]
Çerçevesi
“Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın
tutulup kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi,
töre ve davranışlar; anane.”[ii]
şeklinde çizilen gelenek (Tradition/Uberliefern, Überlieferung) gelmek
fiilinden türetilmiş bir isimdir. Kavrama “Bir toplulukta, zaman içinde
meydana gelen kültür birikiminin neticesi olan her şey.”[iii] gibi
daha genel bir karşılık vermek de mümkündür.
René Guénon’un
‘intikal eden’[iv],
ve Frithjof Schuon’un ‘süreklilik’ ve ‘tarih şuuru’[v] Eliot’un
‘geçmişin halde devamı’[vi]
gibi ifadelerle özetlediği gelenek, bir yandan ‘seleflere hürmeti’[vii] ifade
ederken öte yandan, Sezai Karakoç’un ifadesiyle ‘çok şiddetli ve keskin’ bir ‘hesaplaşma’yı[viii]
yani kendinden menkul bir dinamizmi ihtiva eder.
Bu kısa temellendirme
girişiminden sonra diyebiliriz ki, köklü
bir geçmişten sürüp gelen maddi ve manevi birikimlerin adı olarak gelenek,
sonraki kuşakların tarih bilinci edinmelerini, onların gelişme ve
yenileşmelerini sağlaması ve oluşturduğu otoriter bir yapıyla kendisine yabancı
kalınamayacak büyük bir kaynaktır. Bu kaynağın,
kendisini rehber edinen bilim ve sanat adamlarına, yeni yollar açma
gücünü bahşettiğini söylemek zor olmasa gerektir. Geleneğin açtığı bu yollardan
hareketle, bilim adamı ve sanatçıların yeni yapı ve oluşumlara ulaşmaları
sanırız zevkli bir maceradır. Bu maceranın Ahmet Hamdi Tanpınar’daki
karşılığını tespit etmeye çalışmaksa bizim için keyifli bir uğraş olacaktır.
Edebiyat
Geleneği
Gelenek ve gelenekçilik farklı
sebeplerle edebiyat ortamlarında üzerinde çokça konuşulan, haklarında
tartışmalar yapılan konularından olmuştur.
Bu tartışmaların
temelinde gelenekle gelenek karşıtı tutumları yaratan sosyolojik yapılar daima
temel belirleyici olmuştur. Geleneksel yapılarla modern oluşumlar arasındaki
keskin çatışmalardan bahsediyoruz. Her ikisinin de kırmızı hatlarla kendisine
dar alanlar oluşturması, mensuplarını
gelenek açısından olumlu yahut olumsuz, duyarlı kılmıştır. Bu noktada sözü Türkiye’nin son yüzyıllarda
yaşadığı keskin dönüşüm ve oluşumları, akabinde ortaya çıkan çatışma süreçleri
hatırlanmalıdır.
Daha net bir adlandırma
ile Türkiye’de bu tartışmaları alevlendiren milat Tanzimat olmuştur. O tarihten
sonra yaşanan kültürel gelişme ve değişmeler meselenin çerçevesini
belirlemiştir. Çünkü Tanzimat’la birlikte, dışlanan ve geride bırakılan köklü
bir kültür birikimi, sonraki kuşakları şu veya bu şekilde, ama daima rahatsız
etmiş, ret veya kabul makamında insanların bilinçaltlarında saklı tutulmuştur.
Peki, süreç içerisinde
gelenekle ilgili olarak tartışılan hususlar nelerdir?
Hemen belirtelim, bizdeki
gelenek tartışmalarının önceleri medeniyet ve kültür, sonraları ise edebiyat,
daha da özelde, şiir alanında olmuştur.
Edebiyat geleneği
tartışmaları ise, Türk edebiyatı için gelenekten söz edilip edilemeyeceği, söz
edilecekse geleneğin ne olduğu, ondan nasıl yararlanılabileceği, gelenek
bilinci ve önemi, vb. hususlara dair polemikler şeklinde başlamıştır. Zamanla
konuyla ilgili problemlerden bir kısmı halledilmekle birlikte, tarihinde köklü
kültürel şoklar yaşamış toplumların çoğu aydınlarında olduğu gibi, Türkiye
aydınlarının bazılarında da bir sapma veya olumsuz bir yapılanma halinde ve
gelenek karşıtlığı şeklinde varlığını sürdürmüştür. Bununla birlikte, hemen her
‘yeni olan’ın geleneksel olanla
mukayese edilmekten kendisini kurtaramadığını söyleyebiliriz.
Tanpınar
Edebiyat Geleneğine Nerelerden Bakıyor?
Geleneksel olanla gelenek
karşıtlığının keskin mücadele çağının tam ortasına doğan güçlü bir edebiyatçı
olarak Tanpınar yukarıda genel çerçevesini çizdiğimiz tartışmalardan ayrı ve uzak
kalma şansına sahip değildi. Tersine, bu tartışmalar onu bir anafor gibi içine
çekmiştir.
Peki, Tanpınar hangi
noktalardan yakalanmıştır anafora; ya da nasıl müdahil olmuştur gelenek
tartışmalarına? Diğer bir ifadeyle, Tanpınar geleneği ne gibi sebeplerle
kendisine mesele etmiştir? İşbu çalışmanın asıl konusu tam da bu soruların
cevabını aramaktır. Meselenin künhüne ancak bunları araştırıp ortaya çıkarırsak
vakıf olacağız.
Biz bu soruların
karşılığını yazarın Edebiyat Üzerine
Makaleler[ix] kitabı
üzerinden bulmaya çalışacağız. Gerçi, yazarın 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi[x],
Yaşadığım Gibi[xi],
Yahya Kemal[xii],
Tanpınar’ın Mektupları[xiii], Tanpınar’dan Hasan-Âli Yücel’e Mektuplar[xiv],
Mücevherlerin Sırrı[xv]
gibi diğer mensur öğretici kitapları da bu konuyla ilgili pek çok malzemeyi ihtiva
etmektedir. Fakat gerek tekrara düşmeyi engellemek, gerekse konuyu derli toplu
sunabilme kaygısı yüzünden, diğer eserlere atıf vermeyi fazla düşünmedik.
Bu açıklamadan sonra bir
pratik sonuç olarak, Edebiyat Üzerine
Makaleler’de Tanpınar’ın geleneğin hangi noktaları üzerinde yoğunlaştığını
söyleyebiliriz:
1.
Gelenek çatışmalarının kökeni ve çerçevesi,
2.
Gelenek Nedir, Geleneksellerimiz Nelerdir?
3.
Gelenekten nasıl faydalanılır?
4.
Geleneksel yapı unsurları,
5.
Farklı edebi türlerde geleneğe bakış,
6.
Geleneğin zirve isimlerine atıflar.
1.Gelenek
çatışmalarının kökeni ve çerçevesi
Edebiyatımızda daha
önceki çağlarda da belirli bir şekilde görülen yenileşme, gidilmemiş yollardan
gitme düşüncesi batılılaşma devrinin ilk aşaması olan Tanzimat’tan itibaren
olağanüstü derecede yıkıcı bir mahiyet kazanmış, güçlü bir etkiyle Cumhuriyet
dönemine de yön vermiştir. Oluşan fırtınalı süreç içinde, kimi zaman
sakinleşen, kimi zaman da alevlenen gelenek çatışmaları, tahmin edileceği
üzere, modernin, geleneksel olanı ve unsurlarını ortadan kaldırma çabaları
şeklinde gelişmiştir.[xvi]
Ahmet Hamdi Tanpınar,
oluşan çatışma sürecinin kökenlerini “Modern
Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlar.” cümlesiyle giriş yaptığı “Türk Edebiyatında Cereyanlar” başlıklı
makalesinde ayrıntılı bir şekilde inceler. 1959’da yazılıp yayımlanan bu
makalede “Bugünkü Türk edebiyatında
mevcut cereyanları inceleyebilmek için birkaç büyük realite üzerinde durmak ve
bilhassa bu edebiyatın, bir medeniyet değişmesinin neticesi olarak doğduğunu
göz önündü tutmak gerekir.” diyen Tanpınar, Yeniçerilerin ortadan
kaldırılması (1826), Tanzimat’ın ilanı (1839), Birinci Meşrutiyet (1876),
İkinci Meşrutiyet (1908), İmparatorluğun dağılması (1918), Cumhuriyetin ilanı
(1923) ve sonrasında yapılan inkılaplar (lâisism, halkçılık, kadın hürriyeti,
vb.), oluşan yeni durumlar üzerinde durur. Nihayet sürecin bir noktasından
itibaren ortaya çıkan ‘ideolojiler’ de mevcut duruma ‘kuvvetle’ etki etmiştir. [xvii]
Tanpınar, mevcut ikili
yapının başlangıcını “Şiirin Peşinde”
başlıklı yazısında da gündemine alır. “İki
sanat zihniyeti tâ Tanzimat’tan beri memleketimizde karşı karşıyadır.”
Yazar 1939’da yazdığı bu yazısında birbiriyle mücadele eden zihniyetlerin
özelliklerini de belirler: “Bunlardan
birincisi asırlardan beri gelen bir zevk terbiyesinin mahsûlüdür; bu zihniyet
ister ki sanat sadece güzellik peşinde koşsun ve güzel denilen şey de içinde ve
form yoğrulurken elde edilsin.” Tanpınar, bu klasik zihniyetin batıdan
beslenmekten çekinmediğini, bunu gayet doğal bir şekilde gerçekleştirdiğini
vurgular. Ardından yeni anlayışla ilgili hükümlerini verir: “İkinci zihniyet şiirin hayat ve cemiyetle
çok sıkı bir münasebeti olmasını, onun gündelik manzumelerini, ihtiyaçlarını,
içinde gizli temayülleri ve atılmağa hazırlandığı büyük hedefleri hazırlamasını
ister.” [xviii]
Bu iki zihniyetin birbirleriyle
olan mücadelelerini yukarıda bahsettiğimiz “Türk Edebiyatında Cereyanlar” [xix]
başlıklı makalesinde ayrıntılı bir şekilde ele alır Tanpınar. Buna göre,
batılılaşma hareketleri ile şiirde ortaya çıkan yenileşme kavramı çok farklı ve
kökten bir yenileşme düşüncesinin uzantısıdır. Tam bir medeniyet değişimi
isteğinin bütün genişliğini ve sancılarını içinde taşır. Bu yenileşme
anlayışının belirgin özelliklerinden birisi eskiyi tamamen reddetmektir.
Yazar, “Millî Bir Edebiyata Doğru” adlı yazısında
‘yeni’nin gücünü, fakat bu güçle
birlikte doğan ikiliği şöyle anlatır: “Bir taraftan yeni vücuda gelen bu edebiyatın
taze an’anesi, diğer taraftan bu Avrupa’yı adım adım takip etmek ihtiyacı Türk
şiirini ve edebiyatını rekabet noktasından çok uzaklara götürdü. Ve bu suretle
bugünkü rahatsızlığın başı olan bir ikilik peydahlandı.” Bu ikilik ortaya
konan eserlerde değil “ruhumuzda”dır.
Yazar bu yazısında Tanzimat sonrası edebiyatımızın ‘en bariz
fârikasının mazideki kaynaklarımızla olan’[xx]
ilgisini kesmek olduğunu da söyler.
2.
Gelenek Nedir, Geleneksellerimiz Nelerdir?
Gelenek üzerine hayli
mesai harcayan Tanpınar, bu kavramı farklı kelime gruplarıyla adlandırır: ‘Mazideki kaynaklar’, ‘nizam’, ‘asalet’, ‘bütün bir geçmiş
zaman zevki’ bunlardan bazılarıdır.
Tanpınar’ın geleneksel
olanla ilgili kanaatlerini kullandığı buna benzer kelime ve kelime gruplarından
çıkarabiliriz. Fakat daha net malumatlara ulaşmamız için, makalelerinin
ayrıntılı incelenmesi kaçınılmazdır.
“Milli Bir Edebiyata Doğru” başlıklı makalesinde her yönüyle şaşaalı
bir mazi tasviri yapar Tanpınar: “Tâ ilk
çağlardan başlayan, geniş ve şerefli tarihimizin bütün devamı müddetince
genişleyen, zenginleşen, tasfiye gören, dal-budak salan bir sanat ve
edebiyatımız vardı. Ve yaşadığımız hayat içinde ve onun şartları dâhilinde bu
sanat ve edebiyat bir bütünlük teşkil ediyordu.” Bu bütünlüğü oluşturan
şartlara ve bütünlüğün oluşum aşamalarına hayrandır yazar: “Eski âlemimiz dardı, küçük ve cahil kaldığı
noktaları çoktu, fakat tamdı, yekpare idi ve her köşesini kendimiz tanzim etmiş
ve onu tanzim ederken manevî benliğimizi vücuda getirmiştik. Şüphesiz onu
yaparken etraftan birçok şey almıştık. Fakat bu alış bütün bir tarihin
devamınca olmuştu ve alırken biz de teşekkül etmiştik. Bir şiir dili vücuda
getirmiştik ki, istinat ettiği unsurlar itibariyle çok sun’i olmasına rağmen,
harikulâde renkli, nüanslı ve tedaileri itibariyle zengindi. Kadîm ve efsanevî
Asya, tarihiyle itikatlarıyle, etnik hususiyetleri, âdetleri, örfleri ile
peyzajı ile masallarıyle ve her dokunduğu şeye bir masal ve hulya çeşnisi
sindiren bin türlü hususiyetleriyle bu dili bir telkin ve tedai hazinesi gibi
besliyordu. Ve bu hazine bizde ırkımızın hayat kabiliyetini tecrübe eden bin
türlü hâdisenin cezir ve meddi içinde vücuda gelmişti.” Böyle bir
atmosferin oluşturacağı şiirin dili de mütekâmil olacaktır: “Ve bu şiir dili bir tarih boyunca döğülmüş,
incelmiş, renk ve hassasiyet bulmuştu. Bu şiirin en mütekâmil sanatlarda ancak
bulunabilen bir musikîsi, bir ifade tarzı, mevzuuna yatışı, eşyası ve canı
kavrayışı vardı.” Tanpınar, hayranı olduğu ve her şeyiyle ‘gelenek’i
kuşatıp kapsayan ‘mazi’ adlı bu yapının
terkedilmesinden ise oldukça rahatsızdır.[xxi]
Bir yazısında ‘mazideki
kaynaklar’dan söz açan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın klâsik edebiyatı kastetmekte
olduğunu, yazısının devamında yer alan “...bizim gibi bir vakitler kendi
çerçevesi içinde mütekâmil bir medeniyete, muayyen asalet kazanmış bir zevke ve
bu zevkin tam bir kemale erişmiş eserlerine mâlik olan, yani kendi mazisinde
olgun bir sanat ve edebiyat an’anesine mâlik olan milletler...”[xxii]
şeklindeki ifadelerinden anlayabiliriz. Bu arada Tanpınar, bir edebiyat ve
sanatın ‘ancak kendi an’anesi içinde’ yenileşebileceği görüşünü ileri
sürerken, Divan şiirine atıf yapmaktadır.[xxiii]
Yazar, gelenekle ilgili
tercihini belirlerken zaman zaman mukayeseler yapar. Sözgelimi, Divan
şairlerinin ‘kendinden evvelki şâiri geçmek için’ şiir yazdığını, o
dönemde edebî rekabetin ‘aynı sahada ve aynı silâhla’ yapıldığını, yeni
dönemde ise tam aksinin olduğunu, yenilerin ortak bir yolda, öncekileri geçmek
için çabalamadıklarını söyler. Yeniler, eskilere benzememek yoluyla, sanki
rekabetten kaçarlar. Bu da, gelenekten kopuş için bir sebeptir. “Modern sanatlar, oyunda lâzım olan
asaleti buradan kaybeder.”[xxiv]
diyen Tanpınar, başka bir yerde, “Gençleri seviyorum, fakat canım şiir
okumak isteyince Bâki Efendi’yi açıyorum.”[xxv] diye sözünü bitirir ve
gelenek konusundaki tavrını Divan şiirinden yana pekiştirir.
Tanpınar, Halk şiirinin
gelenek olup olmadığı hususunu ise, bu şiirin Tanzimat sonrasında gelişen yeni
edebiyat için kaynak olduğu tespitiyle açıklar. Burada özellikle Divan
geleneğine yüz çeviren edebiyatçıları ölçü almıştır yazar. Zira, onlar terk
ettikleri Divan edebiyatını zaten kaynak alamayacaklardır. Kopyalanan batı da o
dönemde kaynak olamazdı. Şu halde, dayanılacak kaynak olarak “... akla ilk
gelen şey, o zamana kadar mevcudiyetine pek az ehemmiyet verdiğimiz folklor,
halk şâirleri, halk masalları, destanlar, velhâsıl harsımızın halk tabakasında
uyuyan zenginlikler olacaktı.” Tanpınar’a göre, bu eserler yoluyla, ‘Türk’ün
tarih içindeki sürekliliği ve Anadolu’daki ‘inkişafı, zihniyet ve hayat
ayrılıkları’ öğrenilecektir.[xxvi]
3.
Gelenekten nasıl faydalanılır?
“Milli Bir Edebiyata
Doğru” başlıklı makalesinde Tanpınar, “Hakikatte bir edebiyat ve sanat ancak
kendi an’anesi içinde yenileşebilir.”[xxvii] demektedir. Bu
ifadesinden anlaşılacağı üzere, bir yandan yeniliğe kapı aralarken diğer yandan
geleneği işaret etmektedir. Bu doğrultuda Tanpınar’la özleşleşmiş, bir kez
söylendikten sonra vecize halini almış bir cümlesinin varlığından da
haberdarız. Şöyle diyor Yahya Kemal
adlı kitabının ilk sayfalarında, gelenek (devam etmek) ve yenilik (değişmek)
çerçeveli cümlelerinde: “Köksüz şeyler daima yüzer, daima beyhude yere bir karşı sahil arar.
Halbuki millî hayat devamdır. Devam ederek değişmek, değişerek devam etmektir.
Çünkü yaratmanın ilk şartı devamdır, hakikî kırılışlar ve kopuşlar ancak
yaratış ucubeleri, yarım mahluklar vücuda getirir. Çünkü hayatın ortasında onun
bir parçası gibi değil, kendi dağılmış zerrelerinde devam ederler.”[xxviii]
Yazar gelenekle yeniliği
daima bir arada düşünmüştür. Deyim yerindeyse bu iki kavramı birbirinin ikizi
gibi kullanmıştır Tanpınar. Sözgelimi, “Milli
Bir Edebiyata Doğru” başlıklı sağlıklı bir yenilik için her şeyden önce
geçmişten getirdiklerimizi bilmemiz gerektiğini belirtir: “Şimdi yapılacak şey, kendimize, kendi hayatımıza, mazimize,
zenginliklerimize dönmek ve mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde
aramaktır. /Buna muvaffak olmak için en kısa yol ise bilmektir. /Bilelim.
/Evvelâ neyiz ve nelerimiz var? Bunu bilmenin ihtirasını duyalım. O zaman hattâ
mevcudiyetinden bile haberdar olmadığımız hazinelerin üzerinde oturduğumu
göreceğiz. O zaman birdenbire bugünün yoksulluğu içinde, kahramanları,
hâtıraları, efsaneleri, büyük mimarî âbideleri, nesillerin sükûn ve ruhaniyet
ihtiyaçlarını tatmin etmiş aydınlık peyzajlarıyla bütün bir âlem, şiiriyle,
musikisiyle, küçük büyük diğer sanatlarıyla olgun ve tam zevkin, hâkim bir
dünya görüşünün, tamamiyle bize mahsus bir zaman tasarrufunun hüküm sürdüğü
yekpâre bir âlem meydana çıkacaktır.”[xxix]
Benzeri ifadeleri “Şiir Ölüyor mu?” başlıklı yazısında da
görmek mümkündür. Bu yazısında geleneğin sağladığı sükunetin önemine vurgu
yapar Tanpınar. Durmaksızın değişen şiir ortamını eleştirerek, sükunetsizlik
hâlinden memnuniyetsizliğini bildirir. Fakat yanlış anlaşılmaktan da çekinir.
Zira yeniliğe ve değişime karşı değildir. Üstelik değişim sonucunda yeni gelen,
bir sonraki döneme etki edecektir: “Bunu
söylemekle sanat değişmemesi lâzım gelen bir şeydir demek istemiyorum. Her
yaşayan şey gibi o da değişmeye mecburdur ve hattâ canlılığını ve güzelliğini
ona borçludur. Çünkü bizim gibi, sırlarımız, hülyalarımız, duygularımız, ifade
tarzlarımız da eskirler. Hayatın devamı nasıl maddenin nöbetleşe nöbetleşe
istirahati diyebileceğimiz mütemadî bir değişme sayesinde ise, sanatın devamı
da böyle bir değişme sayesindedir. Hattâ bu değişmeler, hayata istikamet
verecek, yeni imkânlar doğuracak kadar esaslı bile olur. Hakikî şaheserler
kendilerinden sonra gelecek nesillerin duyuş ve görüş modalarını tesbît ederler.”
Yazar eski ile yeni arasındaki iletişim ve etkileşimi ise şu cümlelerle de
açıklar: “Daha iyisi her cins sanatta bir
nevi aksülâmel, kendinden evvel gelen ve bu itibarla eskimiş olması tabiî olan
tarzlara karşı bir isyan vardır. Fakat ne bu isyan ve aksülâmel hiçbir zaman
onu mahiyetinin dışına çıkaracak kadar topyekûn olmalı, ne de bu değişmeler bir
teşekkülü menedecek derecede çabuk olmalıdır. Halbuki bugünün şiirinde umumiyet
itibariyle bu iki mahzur da mevcuttur. Netice şu oluyor ki, kendi eserine şair
bile itimat etmiyor.”[xxx]
“Şiire Dair” başlıklı makalesinde ise “geçmişi bozarak yapmak” ifadesini kullanır. Bu kez şairin şairlik
gücünü ölçmek için dikkate almıştır yapıp ettiklerini: “Bir şâirin büyüklüğünü anlamak için yaptığı şeyler kadar bozduğu
şeyleri de hesaplamak lâzımdır. Hakikî sanatkâr bozarak yapar. Kendinden evvel
mevcut olan his ve hayal tarzlarını aynen kullanan sanat eseri ölü bir eserdir.
Onun için her şâir kullanacağı kelimeleri evvelâ lugata bâkir olarak iade eder.
Bununla beraber her eserde az çok ölü bir taraf vardır ve hazin olanı en yeni
eserler bile çok def’a ölü taraflarıyle kendilerini sevdirirler. Halk edebiyatı
ağzının şiirimizde çok zamanlarda kazanmış olduğu rağbet biraz da okuyucuyu
çocukluğundan beri alıştığı kıymetlerin dışına çıkarması değil midir? Şöyle
zahmetsizce, yarı rüya hâlinde, alışılmış ve güzel bulunmuş şeylerin göz
önünden geçmesi… Yani birçok tembellik ve biraz hodbinlik.”[xxxi]
“Yeni Edebiyat Cereyanına Dair” başlıklı makalesinde ise geleneği
göz ardı edip yıkıcılığı tercih edenlerin başarısızlığı üzerinden ne yapmamız
lazım geldiğini anlatır. “Gençlere
-içlerinde bu cins cereyanlarda daima olduğu gibi otuz beş, kırk yaşlarında
bulunanlar da var- yapılan serzenişlerden biri de ciddî olmamalarıdır. Bence
bu, bir aksülâmelin mahsulü olmalarından ileri geliyor. Alaycıdırlar,
fanteziden hoşlanırlar ve an’ane ile değişse bile, görenek edebiyatı ile olan
münasebetleri menfî bir şekildedir. Bunu kendileri itiraf etmeyebilirler. Fakat
aynı yoldan otuz, kırk sene evvel geçen Avrupalı rehberleri, hâtıralarını
yazacak çağa geldiler; binaenaleyh onlardan öğrenebiliriz. Hakikaten aksülâmel
devrinde yetişen her şâirde bu menfî
münasebet şekli daima mevcuttur. Dün, filân şâir, kendinden evvelki
şâiri geçmek için şiir yazardı, rekabet ve döğüş aynı sahada ve aynı silâhla
kabul edilirdi. Bugün ise, tam aksi oluyor. Yeniler müşterek bir yolda
evvelkileri geçmek istemiyorlar. Daha ziyade onlara benzememek suretiyle
rekabetten kurtuluyorlar. Düne kadar cemiyet için firar mahiyetini muhafaza
eden sanat şimdi bizzat sanatkâr için meslekî bir kaçamak şeklini almıştır.
Modern sanatlar, oyunda lâzım olan asaleti buradan kaybeder. /Onlarda benzememek aşkı bir hastalık hâline
geliyor ve bittabi bir nevi şaşırtma edebiyatına yol açıyor. Tam şiiri bulduğu,
büyük damarı keşfettiğini sandığımız anda şair, bir sirk hokkabazının
kahkahasıyle bizi kendi yarattığı ruh hâletinde uyandırıyor. Âdetâ ‘budala
diyor, ne diye bana kandın ve bir vesika fotoğrafçısı karşısında durur gibi o
hazin ve hulyalı tavrı takındın; ben şaka ediyordum; bir şaka ki, saflığınla
alay oldu.’ /Sebebi malum: Eskiyi yıkmak istiyorlar. Fakat çok def’a aksini
yapıyorlar, şiirden bıktırıyorlar.”[xxxii]
Oysa bunu başarmak
Tanpınar’a göre mümkün değildir. “Yahya
Kemal ve Şiirimiz” başlıklı makalesinde şöyle der: “Her yenilik getiren şâirde eskiye bakan bir taraf vardır. Mâziyi inkâr
ettiğiniz an, sanat kendiliğinden durur.”[xxxiii] Eskiye
bakan yeni bir şair olarak Yahya Kemal iyi bir örnektir. “Şiire Dair” adlı yazısında bunu şöyle açıklar: “Yahya
Kemal eski şiirimizin hakiki mucizesidir. Çünkü bu şiirin ölümünden en aşağı
yarım asır sonra onun belki de en güzel eserlerini verdi. Onun sanatı
Orphee’nin sazı gibi bütün bir geçmiş zaman zevkini ahretin kapılarından geriye
çağırdı. Bu bir yeniden dirilmedir, onun için aramızda eskinin devamı olarak
yaşayanlar onun gazellerini pek anlamazlar. Onlar bu zevki bu kadar saf görmeye
alışmış değillerdir. Yahya Kemal’in herhangi bir gazelini Nef’î veya Nailî-i
Kadîm’in dinlemiş olmasını çok isterdim; ancak onlar birbirlerini
anlayabilirlerdi.”[xxxiv]
4.
Geleneksel Yapı Unsurları
Yapı unsurları ile
kastettiğimiz şiiri oluşturan muhteva (iç) ve şekil (dış) unsurlardır. Malum
olduğu üzere, mısradan kafiyeye, temadan anlama pek çok edebî değerdir söz
konusu olan.
Tanpınar “Eski Şiir” başlıklı kısa makalesinde “Eski şiirimiz bir estetiğin emrinde olan bir
üslûptu. Her üslûp gibi onun sıkı kaideleri, kolaylıkları ve güçlükleri,
tehlike ve emniyetleri, uzak ve yakın hedefleri vardı ve yine her üslupta
olduğu gibi arkasında dayandığı bir hayat anlayışı ve bir zevk vardı.” der.
Bu cümlelerde şiirin anlama dönük özelliklerinin yanı sıra, biçime mahsus
yönleri de övgüyle dikkatlere sunulur. Bu metindeki “Eski şâirlerin en büyük meziyetleri şiirin dilden çıktığını, onun
mucizeli bir imkânı olduğunu bilmeleri, heyecanlarını sözün mânâsına değil,
mısraın sesine ve bir mısraa sıkıştırdıkları o harikulâde harekete emanet
etmeleriydi.” ve yine “Hakikat şu ki,
eski şâirler dile tasarruf etmesini bizden iyi biliyorlardı.”[xxxv] derken
Tanpınar, şiirin dış unsurlarına, şekil özelliklerine dikkat çekiyordu.
1930’da Görüş dergisinde yayımlanan ve Edebiyat Üzerine Makaleler kitabının da
ilk yazısı olan “Şiir Hakkında I”
başlıklı makalede şiirin şekil özellikleri üzerinde durur Tanpınar. Bunlara
karşı takınılan olumsuz tavrı anlatır önce:
“Son zamanlarda vezne, kafiyeye,
muntazam şekillere karşı gösterilen bir lâ-kaydî, hattâ bir nevi düşmanlık
vardır ki, bunu bazı yeni sanatkârlarda mevcut müfrit bir hürriyet aşkıyle izah
etmek mümkündür. Diğer sâikleri ne olursa olsun, bu aleyhtarlık bugün dünyada
mevcut muhtelif yeni sanat mensuplarının birbirleriyle anlaşabildikleri yegâne
noktayı teşkil etmektedir. Bunlara göre vezin, kafiye, muntazam şiir şekilleri
sanatkârı tahdit eden, bir nevi esarette tutan birer zincirden başka bir şey
değildir. Bu zalim boyundurukların altında sanat, bütün kudretlerini,
zenginliklerini kaybetmektedir. Bir sanatkârın muntazam bir mısra dahiline
sokmaya muvaffak olabileceği şey, söylemek istediği şeyin çok def’a
iskeletinden ibarettir. Bu suretle fikri parçalamalarına mukabil ona verdikleri
şey de sun’î ve cebrî bir ahenktir. Halbuki
hudutsuz bir serbestî bundan daha iyisini yapabilecektir. Hakikî ritm, derunî
ritmdir ki, çok def’a mısra denen çerçevenin dahilinde boğulmaktadır. Bir
cümlenin musikisi kendisiyle doğar ve o cümlenin hudutları içinde yaşar; bunu
taksim veyahut herhangi bir değişikliğe uğrattınız mı, o kaybolmuş demektir.”
Tanpınar böyle düşünenlere bir derece hak verir gibidir. Zira, şiiri şiir yapan
şeyler tek başına bunlar değildir. “Muntazam
şekle ve onun zaruretlerine karşı yapılan bütün bu itirazlar şüphesiz ki haklı
şeylerdir. Vezin, kafiye ve şiir şekillerinin sanatkâr için daima sühûlet-bahş
birer vasıta olduğunu iddia edemeyiz. Eğer şiir bilhassa içindekileri tamamen
söylemek sanatı addedilecek olursa, bu surette birçok şey kaybetmiş olabilir.
Ancak bütün bunları ortadan kaldırmakla elde edilecek serbestî sanattan anladığımız
şekle kabil-i telif midir?” Şiir,
şekil unsurlarından ziyade, bizim iç dünyamızı zenginleştiren halleri doğuran
büyülü bir muharrik güçtür. “Bizim şiirden anladığımız mânâ, kelimeler
terkibinden doğan ritm, ahenk vs. vasıtalarla alalâde lisanla ifadesi kabil
olmayan derunî hâletlerimizi, heyecanlarımızı, istiğraklarımızı, neş’e ve
kederimizi ifade eden ve bu suretle bizde bedii alâka dediğimiz büyüyü tesis
eden bir sanat olmasıdır. Zâhirî bir bakış bununla, vezin, kafiye, şekil
dediğimiz kayıtların arasında hiçbir nünasebet bulamaz; bunları sonradan gelme,
hakikî bünye ile alâkası olmayan birtakım ilâveler, lüzumsuz kayıtlar gibi
görür; fakat biraz daha yakından gören bir göz, bütün bu sonradan gelme
lüzumsuz ilâvelerde şiirin nizamını, mükemmeliyet dediğimiz kıvılcımı çıkartmak
için, zekânın madde ile mücadelesini temin eden esaslı unsuru bulur.” Bu
noktada, kafiye, vezin ve şekle ait unsurların önemini bir de şu cümlelerle öne
çıkarır: “Güç ve nâdir kafiye,
tedailerimizin seyrine mesut ve yakışır bin yol açar; vezin çıkardığı
müşkülâtla bizi tesadüflerin gecesini zorlamaya mecbur eder. Şekil, lisan denen
kaosun içinde, varmamız lâzım gelen mükemmeliyetin hudutlarını çizer,
dolduracağımız boşlukları gösterir. /Bütün bunları yaparken şüphesiz ki, şâiri
de bir takım fedakârlıklara mecbur ederler. Fakat bunlar ibdam zaruretleridir;
bizi sanatın nizamından vazgeçirtecek sebepler olamazlar.”[xxxvi]
Şiirin temel yapı unsuru
olarak dizeye büyük önem verir Tanpınar. “Fuzuli’ye
Dair” başlıklı yazısında “İyi
yapılmış, yani tam şeklini bulmuş bir mısra dilin çiçeğidir. Matematikten
geometriye, rakstan resim, heykel, nağme ve musikiye kadar insan zekâsının
bütün mebdelerini ve zaferlerini, bütün tecrübelerimizi toplar. Şeklini bulmuş
mısra, dile geçişiyle kazandığı vuzuhu kaybetmeden insanı uzviyetinin en canlı
tarafına, bütün teessürî hayatının başlangıcı olan noktaya, sesine, nabzına
iade eder.”[xxxvii]
dedikten sonra, klasik şiirimizin önemli isimlerinden, sözgelimi Necatî, Bâkî, Nedim
gibi şairlerden bahis açar, Fuzulî’den örnekler sunar. Fuzulî’nin cins
mısralarının aruz veznine, gazel veya kasideye nasıl can verdiğini izah eder.
“Eski Şâirleri Okurken” başlıklı yazısında klasik şiirin miraslarından
bahseden Tanpınar, “Bu şâirin mısraını
yoğuruşu, ona salâbet verişi, onun kelimelere sindirdiği mükemmeliyet, bu
zarfın içine sırf sabrıyla hapsetmeğe muvaffak olduğu ulûhiyet” üzerinde
durur ve şöyle devam eder: “Eski
şiirimizin belli başlı hususiyeti işte buradadır. Daima asırlar içinde devam
eden geniş bir müsabaka, yüksek bir teknik ve ifade oyunu olarak kalmasında,
iddialardan kendisini çekebilmesindedir.” Sanatı böyle bir algıyla izah
eden bir anlayış için şekil çok önemlidir. Bu yüzdendir ki “Hiç bir söz sanatı eski şiirimiz kadar sade
ve saf surette bir şekil sanatı olmamıştır;
işte burasıdır ki, onu dünyanın en büyük sanat an’aneleriyle beraber
yapar.” Tanpınar eski şiirde asıl unsurun şekilden ibaret olduğunu, şeklin
her şeyi sınırlandırdığını belirtir. Şekil, yani “Kafiye, vezin, örnek olarak dışarıdan alınan eser veyahut ses... Ve
sanki mahsustan oyunun şartlarını güçlendirmek, zaferi en pahalıya satmak için daraltılmış
bir imaj âlemi...” Mükemmel ve mucizeli eserler bunlarla vücuda gelecektir.
Mütekâmil ve kendine güvenen bir şiir anlayışı böyle doğacaktır. Örneğin Nef’î’nin kasideleri… “Nef’î’nin kasidelerinin bir tek mevzuu
vardır: Kafiye. (...) Eski şairlerin büyük tarafları bilerek veya bilmeyerek
kendilerini sese emanet etmeleridir; bütün o oyunlar, mazmunlar hepsi bu sesi
yüklenen, taşıyan vasıtalardır. Bu cinsten bir sanat anlayışında hakim olan
esas, söylenilen şey değil, söyleyiş tarzıdır. Onun içindir ki, eski şairler
şiir yazmazlar, söylerlerdi. Onların iddiaları arasında bu zarafet daima
vardır.” Tanpınar konuyla ilgili görüşlerini şu cümleyle bitirir: “Şimdi bu an’aneden ayrılalı bir asır
olduktan sonra anlıyoruz ki, onlar ‘bir sesin yaratıcısı’ olmuştular.”[xxxviii]
Klasik şiirin kafiyeyi
kullanım şekline hayranlığını “Nedim’e Dair Bazı Düşünceler” başlıklı yazısında
şöyle dile getirir Tanpınar: “Eskilerden
iki şâirin kafiye kullanışına hayranım: Nef’î ile Nedim. En modern teknikle
işletilen bir maden ocağı gibi, belli bir ses kıymetinin etrafında lisan
haznesini sonuna kadar yoklamasını biliyorlar. Mısra, beyit, kıt’a ellerinde
plâstik bir madde gibi yoğruluyor, imkânsız dönüşler yapıyor. İkisi de baştan
başa ‘ses ve edadır’”[xxxix]
Bu ses ve edayı “Yahya Kemal’e Dair Notlar” başlıklı
makalesinde ‘nağme’ ile karşılar Tanpınar:
“Eski şairlerimiz, bugün herhangi bir
lezzet tasavvur etmek imkânı olmayan sanat oyunları bir tarafa bırakılırsa, bir
noktada birleşirler. Bâkî’de, Nef’î ve Nâilî’de, Nedim’de, Galib’de esas olan
şey ‘nağme’dir. Bütün o mazmunlar, ikizli, üçüzlü hayaller, hepsi oyunun dış
tarafında kalırlar. Türk şiirinin tarihine bakılınca –her şiirde olduğu gibi-
bu nağmenin tekâmülü görülür.”[xl]
der.
5.Farklı
edebî dallarda geleneğe bakış
Tanpınar’ın geleneksel
olanla ilişkisi sadece şiire mahsus değildir. Edebiyatın farklı dalları ve
türleri de onun gelenekle hesaplaşması için önemli bir materyal olmuştur.
Bu anlamda Tanpınar’ın
roman üzerine yazdıklarına göz atmak faydalı olacaktır.
“Romana ve Romancıya Dair Notlar” başlıklı yazısında eski Türk
nesrine dair ipuçları veren Tanpınar, bunun ihmal edilmemesini ister: “Bizde roman meselesi bizi ister istemez,
Türk nesrinin mazisine götürür. Vâkıâ bir Evliya Çelebi, bir Naima, bir Peçevî
türkçede yetişmiştir. Bunlar harhangi bir dilde büyük kudretler gibi
tanılabilecek muharrirlerdir. Bazen bu kudret, Bâkî’nin Levayih-i hamidiyye ve Nedim’in Sahaif-ül-ahbâr tercümelerindeki vâzıh ve bol imkânlı
olgunluğa bile erişmiştir.”[xli]
Fakat bir sorun vardır gene de, nesrimiz düzenli bir şekilde ilerleyememiştir.
Aynı makalede “Şark hikâyesi”ni de değerlendiren
Tanpınar, “Şark hikâyesi muayyen bir vaka
anlayışında kalmış, onun ötesine geçip insana erişememiştir. Vâkıâ bu çerçeveyi
kırmağa hiç çalışmamış değildir. Daha Heves-nâme’den itibaren manzum hikâyecilerimiz, yüksek kültürün gelenekleri
dışında kalmış mevzularda sağa sola başvurmuşlardır. Hattâ içlerinde hikâye
tarzını genişletenler oldu.” der. Fakat bu hikâyenin yazarları hiçbir zaman
insanın içine inemediği için başarılı olamamışlardır. Benzeri bir durum “büyük hikâye an’anesi” için de aşağı
yukarı böyledir: “Müşterek İslâmî
kültürden gelen büyük hikâye an’anesine gelince, muayyen mevzulardan çıkamayan
bu an’ane, insanı da hâricî âlemi de beraberce inkâr ediyordu. Onlara göre
hayatın ezelî ve ebedî tekbir dramı vardır: Asıl menbaından uzaklaşmış ruhun bu
menbaa hasreti ve ona erişmek için gidilecek yol. Büyük tasavvufî mevzular,
böylece yalnız sembol üzerinde konuşuyorlardı. Eşyaya cansız şeylere bile şâmil
olan bu ezelî dramın dışında her şey ehemmiyetsiz ve mânâsızdı.”[xlii]
Bütün bu tespitlerden anlaşılacağı üzere, geleneksel nesir edebiyatından
sonraki dönemlerde istifade etmek pek de faydalı bir şey değildir Tanpınar’a
göre.
İstisnaları yok mu diye
sorulabilir. Bunu da kendisi verir: “Evliya
Çelebi” başlıklı yazısında “Eski nâsirlerimiz
içinde Evliya Çelebi’nin hakikaten istisnai bir talihi vardır. (…) devrinin
asırlarca tanımadığı bu adam, bugün için olduğu gibi gecek nesiller için de
yaşadığı zamanın en güzel ifadesi olmuştur.” der.
Ahmet Hamdi Tanpınar tenkid
geleneği üzerinde de kafa yormuştur. “Bizde Tenkit” başlıklı yazısında klasik
döneme dair tespitlerde bulunmuştur: “Eski
edebiyatımızın en büyük zaafı – İran edebiyatı için de böyledir- tenkit fikrini
ikinci, üçüncü dereceye almış olmasındadır.” cümlesiyle söze başlayan Tanpınar,
bizdeki tenkidin yeterli olmadığını, daima
daima ‘şifahî’ kaldığını ve ‘bazı teknik dikkatlerin ötesine geçeme’diğini
belirtir. Bizdeki tenkidin ‘sadece
tekniğe inhisar etti’ğini öne süren yazar, bunun dışında, “an’anenin büyük kıymet hükümlerini taşıyan
ve hemen her eserde tesadüf edilen fikirlerden, kısa ve kesin cümlelerden
ibaret” bir tenkit edebiyatından söz edilebileceğini vurgular. Alışılmışın
dışına çıkan da pek olmamıştır bu yolda. “Edebiyatımızı
ve şiirimizi –mimarlığımız gibi- daha ilk devirlerden millî bir gurur meselesi
addeden şâirlerimizde bu hükümlerin türlü görünüşleri vardır. Yalnız tek bir
şairimiz bu kadarıyla kalmamış, tenkidin yolunu değiştirmiştir. Şeyh Galib’in
Hüsn ü Aşk’ın baş tarafındaki Nâbi tenkidinde mevzunun modern tenkitle olduğu
gibi ‘insan’la değişse bile, ‘an’ane’ ile münasebetini araştıran bir eda
vardır.”[xliii]
Folklar ve gelenek,
Tanpınar’ın kafa yorduğu bir başka alandır.
1943’te yazdığı “Halk Destanlarından
Millî Edebiyata, I” başlıklı makalesinde Tanzimat sonrası edebiyatçıların
kaynak arayışı üzerinde durur: “Tanzimat’la
garba yüzünü döndüren Türk edebiyatı yeni bir kaynağa muhtaçtı. Ne hâlâ asîl ve
güzel taraflarına büyük bir gururla bağlı bulunduğumuz klâsik eski, ne de
muhtelif anlayışlarla kâh saman kâğıdı üzerinden kopye ettiğimiz, kâh zaman
zaman asıl idesine erişerek şahsî planlarda aynını yapmağa çalıştığımız garp,
bizim için böylesi bir kaynak olmazdı. Birincisini haklı ve zarurî bir
aksülâmelle bırakmıştık. Şüphesiz bu tecrübeden bizde kalan çok mühim şeyler
vardı. Fakat bugünkü hamlelerimize istikamet vermesini bekleyemezdik. Garptan
alacağımız şeylerse, bizim için -dışardan her gelen şey gibi- yüksek bir nizm,
bir ders olabilirdi. Fakat daha ileriye geçemezdi. Onları beğenir, onları
aramıza getirebilirdik; fakat biz onlardan gelemezdik. Bu, bütün bir tekâmül
vetiresini inkâr etmek olurdu. Bir tarihe ve bir maziye sâhip olmanın bazı imkânsızlıkları
da vardır. Bunun gibi Greko-Lâtin kültüründen ve onun ölçü hissinden de ancak
istifade edebilirdik. Fakat bizzat bu disiplinleri alabilmek için dahi, onların
dünyasına kendi unsurlarımızdan doğmamız lâzım geliyordu. O halde bu rönesansı
nereden ve neye, hangi mebdelere dayanarak yapacaktık? Elbette ki, akla ilk
gelen şey, o zamana kadar mevcudiyetine pek az ehemmiyet verdiğimiz folklor,
halk şâirleri, halk masalları, destanlar, velhâsıl harsımızın alt tabakasında
uyuyan zenginlikler olacaktı. (...) Bu hikâyeler ve destanlar bize iki ayrı
şeyi birden verebilirler. Bir taraftan İslâmî kültürün tesiri altında olsa bile
tâ ilk ânından itibaren türk tarihinin içinde zincirlenen sürekliliği onlarda
bulmak mümkündür. Bu itibarla ırkımızın ve milletimizin macerasını bu
tepelerden görmek bizim için çok ehemmiyetlidir. Diğer taraftan da 1071’den
sonra, yeni açılan vatandaki inkişafı, zihniyet ve hayat ayrılıklarıyla
gösterir.”[xliv]
Tanpınar folklorun olumlu
etkilerinden hayli umutludur. Yeter ki kulak kesilelim: “Hakikat şu ki, gerek içimizde ve gerekse dışımızda her şey bizi onlara
(türkülere), bizi kendimize götürecek olan bu büyük yollara davet ediyor.
Onlar, bu büyük gölgeler, insanlarımızın ve toprağımızın hakikatini
benimsemişler, bize ‘Arı biziz bal bizdedir’ diye haykırıyorlar. Fakat biz
henüz bu daveti lâyıkıyle işitemiyoruz.”[xlv]
“Halk Destanlarından Milli Edebiyata” başlıklı ikinci makalesinde A.
Kutsi Tecer’in Koçyiğit Köroğlu’su
vesilesiyle sözü destan geleneğine getirir yazar: “Artık biliyoruz, destanlarımızdan yeni bir edebiyat kurmak daima
mümkündür.”[xlvi]
diyerek o günün (1943) ediplerine yeni kaynaklar sunar.
6.Geleneğin
Zirve İsimlerine Atıflar
Tanpınar’ın eserleri
baştan başa eski şairlerimizle bezelidir.
Yunus Emre, Fuzuli, Bâkî,
Nedim… gibi klasik dönem şairlerimiz üzerine ayrı ayrı yazılar yazan Tanpınar,
bu isimlerin, dolayısıyla onların temsil kabiliyetiyle klasik şiirin
vazgeçilmezliği üzerine ayrıntılar sunar. Biz bu ayrıntılardan yapacağımız
seçme hükümlerle Tanpınar’ın gelenek algısının farklı bir yönüne işaret etmiş
olalım:
Yazar, “Milli Bir Edebiyata Doğru” adlı
makalesinde “Bir Nef’î’nin, bir
Nâili’nin, bir Nedim’in geçtikleri bir an’ane içinde muvaffak olabilmek için
onların yürüdükleri yolu bilmek, yaptıklarını tanımak, çözmek ilk şarttır. Aksi
takdirde ilelebet mode mineure’de kalırız. Küçük ve zarifin ötesine geçemeyiz.”[xlvii]
diyerek öne çıkarır adı geçen şairleri.
“Fuzulî’ye
Dair” adlı yazılarının ikincisinde ise: “Ah bu eski şâirler… Niçin onları sık sık okumaz ve sevmeyiz, bir türlü
anlamam.”[xlviii]
Dedikten sonra, aynı yazının son cümlesi olarak “… İstanbullu şâirin zafer arabasının Fuzulî’nin açtığı yoldan geçtiği
de inkâr edilemez.”[xlix]
Benzeri bir hükmü “Fuzulî ve Bâkî” başlıklı makalede de
görürüz. Yazısına şöyle başlar Tanpınar: “Fuzulî
ve Bâkî, iki kutup gibi karşılaşırlar. Aralarındaki konuşma yaşadıkları devri
aşar, hattâ Tanzimat’a ve bugüne kadar gelir.”[l]
“Fuzulî’ye Dair” başlığını taşıyan üçüncü bir makalede, “Fuzuli en büyük şairlerimizden biridir.
Yunus’u istisna edersek –böyle bir ayırma lazımdır; çünkü Yunus 600 yıl
evvelinden bugüne açılan kapıdır,- onunla ancak Nesimi, Necati Bey, Nef’i,
Baki, Nedim Şeyh Galib gibi eski şiirin sıkı nizamı ve üçüzlü lügatı içinde
gerçekten bir çığır açabilen şairler boy ölçüşebilirler.”[li]
der.
Yunus Emre’yle ilgili
olarak “Yunus Emre” adlı yazısında
şunları söyler: “O daima tek başınadır.
Eğer muhakkak bir kalabalığa katılacaksa, bu kalabalık şüphesiz kendisinden
sonra gelenler, yaptığı işi devam ettirenlerdir. Bâkî’dir, Nef’î, Nedim,
Fuzulî, Şeyh Galib, Haşim, Yahya Kemal’dir.” Akabinde Yunus’u Mevlâna ile mukayese eder: “Hattâ muasırı olan adlı sanlı Mevlâna ile his ve düşünce yakınlığı dahi bu
belirlikler ötesi yaşamağı, bu yalnız başınalığı bozamaz.”[lii]
“Nedim’e Dair Bazı Düşünceler” başlıklı yazısında Tanpınar, Nedim’i
geleneğin zirvesi olarak görür: “Nedim’de
bir bakıma göre her şey an’aneden gelir. Neş’esi, humour’u, hayat karşısındaki
rindâne durumu kendinden evvelki şâirlerde, Bâkî’de, Yahya Efendi’de, mizaç
ayrılığına rağmen o kadar çok sevdiği ve eserini yakından takip ettiği Nef’î’de
ve diğer XVII nci asır şâirlerimizde ol örnekleri bulunan vasıflardır.”[liii]
Tanpınar’ın zirve
isimlere yaptığı atıfların en bilineni ile bu başlığı tamamlayalım. Yukarıda
başka bir vesileyle de iktibas etmiştik: “Gençleri
seviyorum, fakat canım şiir okumak isteyince Bâki Efendi’yi açıyorum”.[liv]
Sonuç
Yazdığı birbirinden
farklı türlerdeki eserlerle yaşadığı çağı geçmiş ve geleceğe bağlayarak
sorgulayan büyük bir ediptir Ahmet Hamdi Tanpınar. Bu sorgulamalar sırasında
geçmiş, şimdi, gelecek adlı üç dönemi bir zincirin kopmaz halkaları olarak
görmek istedi. Geleneğe yaslanarak oluşturduğu eserler, yazdığı satırlar onun
bu gayretine delildir. İşbu tebliğimizde ele aldığımız geleneğe yönelik teorik
bakışlarının yorumlamasına gelince: Çalışmamız Tanpınar’ın çektiği sancının
zihni arka plânını işaret etsin, yeter…
[i]
Kavramın ayrıntılı karşılıkları için bkz. Cevat Akkanat, Gelenek ve İkinci Yeni
Şiiri, Kültür Bakanlığı Yay., Ank., 2002, s. 1-29.
Kavramla
ilgili olarak sözlükte şu tanımlamaları da buluyoruz: “Gelenekçi:
Geleneklere bağlı (kimse); Gelenekçilik: Toplumsal kurumları ve
inançları yalnızca geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan,
destekleyen, yeni kültür öğelerini ise değersiz sayan tutum ya da öğreti; Gelenekleşmek:
Gelenek durumuna gelmek; Gelenekleştirme: Gelenekleştirmek eylemi; Gelenekleştirmek:
Bir şeyi gelenek durumuna getirmek; Gelenekli: Geleneği olan,
geleneklere dayanan; Geleneksel: s. Geleneğe dayanan, gelenekle ilgili
olan, ananevi.”
[iii] D.
Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, (1996), Gelenek maddesi.
D. Mehmet
Doğan da kavramla ilgili olan şu kelimeleri ve karşılıklarını verir: “Gelenekçi: Gelenek taraftarı,
soysuz yenileşmeye karşı gelenekten gelen değerleri savunan, an’aneci; Gelenekçilik:
Gelenek yoluyla edinilen, aktarılan ve kazanılan alışkanlıklara ve uygulamalara
bağlılık şeklinde beliren anlayış, inanç ve fikir sistemi, an’aneviye; Gelenekli:
Geleneği olan; Gelenek vasfında olan, ananevî, geleneklik, (uyd. Geleneksel); Geleneklik:
Geleneğe dayanan, geleneği olan; gelenek hâline gelmiş bulunan, ananevî, gelenekli
(uyd. Geleneksel); Geleneksel: (uyd.) Gelenekli, geleneklik, ananevî.”
[v]
Frithjof Schuon, İslamı Anlamak, (Çev: Mahmut Kanık), İst. 1988’den
aktaran, Muhsin Macit, Gelenekten Geleceğe, Akçağ Yay., Ank., 1996, s.
11.
[vi] T.S
Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çev: Sevim Kantarcıoğlu), Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay., Ank., 1983, s. 20.
[vii]
Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Yay., İst., 1992.
[viii]
Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I,
Diriliş Yay., 2. Bas., İst., 1988, s. 96
[ix]
Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler , (Haz.
Zeynep Kerman) , Dergah Yayınları, 3.
Baskı, İst., 1992, 548 s.
[x]
Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır Türk
Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, Çağlayan Kitabevi, 7. Bas., İst.,
1988, 693 s.
[xi]
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi,
(Haz. Birol Emil), Dergâh Yay., 2. Bas., İst., 1996, 470 s.
[xii]
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal,
Dergâh Yay., 3. Bas., İst., 1995, 224 s.
[xiii]
Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanpınar’ın Mektupları,
(Haz. Zeynep Kerman), Dergâh Yay., 4.
Bas., İst., 2007, 359 s.
[xiv]
Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanpınar’dan
Hasan-Âli Yücel’e Mektuplar, (Haz.
Canan Yücel Eronat ), YKY, İst., 1997, 102 s.
[xv]
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı,
(Haz. İlyas Dirin, vd.), YKY, 3. Bas.,
İst., 2004, 279 s.
[xvi]Konuyla
ilgili geniş bilgi için Bkz. Mehmet Kahraman, Divan Edebiyatı Üzerine
Tartışmalar, Beyan Yay., İst., 1996, 408 s.
[xviii]
Age., s. 27.
[xix] Age., s. 101-127.
[xx] Age.,
s. 87.
[xxi]
Age., s. 88.
[xxii] Age., s. 87.
[xxiii] Age.,
s. 87.
[xxiv] Age.,
s. 83.
[xxvi] Age.,
s. 94-95.
[xxvii] Age., s. 87.
[xxix]
Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,
s. 90.
[xxx]
Age., s. 22.
[xxxi]
Age., s. 25.
[xxxii]
Age., s. 83.
[xxxiii]
Age., s. 338.
[xxxiv]
Age., s. 24
[xxxv]
Age., s. 177-178.
[xxxvi]
Age., s. 16-17.
[xxxvii]
Age, s. 142.
[xxxviii]
Age., s. 179-180
[xxxix]
Age., s. 171.
[xl]
Age., s. 322.
[xli]
Age., s. 58.
[xlii]
Age., s. 59.
[xliii]
Age., s. 74.
[xliv]
Age., s. 94-95.
[xlv]
Age., s. 96.
[xlvi]
Age., s. 100.
[xlvii]Age., s. 92
[xlviii]
Age., s. 141.
[xlix]
Age., s. 145.
[l]
Age., s. 146.
[li]
Age., s. 150
[lii]
Age., s. 134.
[liii]
Age., s. 169.
[liv]
Age., s. 84
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder