14 Aralık 2018 Cuma

AHMET HAMDİ TANPINAR'DA EDEBİYAT GELENEĞİNE TEORİK BAKIŞ


Çok katmanlı bir kavram olarak gelenek pek çok bilim ve sanat dalının en önemli konuları arasında yer almıştır. Edebiyat da gerek bilim gerekse sanatsal yaratım olarak geleneği kendisiyle içli dışlı bulmuştur.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk edebiyatının kırılmalar yaşadığı bir çağın çığır açan yazarı olarak, edebiyat geleneğine dair köklü düşünceleri olan bir yazardır. O, hem edebiyat araştırmacısı hem de edebiyat sanatçısı (şair, romancı, hikâyeci, denemeci, vb.) olarak gelenekle ilgili özgün düşünceler üretmiş ve uygulamıştır.
Tebliğimde Tanpınar’ın özellikle geleneğe teorik yaklaşımı dikkate alınacak, onun gelenekle ilgili tespitleri ortaya konulacaktır.

Gelenek, kullanım alanı oldukça çeşitli ve geniş olan bir kavramdır. Sosyoloji, din, felsefe ve edebiyat gibi alanlarda terim olarak kullanılması ve kültürel bir mesele halinde tartışılması, kavramın değişken bir anlama sahip olmasını gündeme getirmiş, dolayısıyla genel kabul görebilecek bir karşılığa kavuşamamıştır. Bununla birlikte genellikle ‘an’ane’ kavramının karşılığı olarak ele alınmış ve çoğu kez sosyolojik bir daire içinde tanımlanmıştır.[i]
Çerçevesi “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar; anane.”[ii] şeklinde çizilen gelenek (Tradition/Uberliefern, Überlieferung) gelmek fiilinden türetilmiş bir isimdir. Kavrama “Bir toplulukta, zaman içinde meydana gelen kültür birikiminin neticesi olan her şey.”[iii] gibi daha genel bir karşılık vermek de mümkündür.  
René Guénon’un ‘intikal eden[iv], ve Frithjof Schuon’un ‘süreklilik’ ve ‘tarih şuuru[v]  Eliot’un ‘geçmişin halde devamı[vi] gibi ifadelerle özetlediği gelenek, bir yandan ‘seleflere hürmeti[vii] ifade ederken öte yandan, Sezai Karakoç’un ifadesiyle ‘çok şiddetli ve keskin’ bir ‘hesaplaşma’yı[viii] yani kendinden menkul bir dinamizmi ihtiva eder.
Bu kısa temellendirme girişiminden sonra diyebiliriz ki,  köklü bir geçmişten sürüp gelen maddi ve manevi birikimlerin adı olarak gelenek, sonraki kuşakların tarih bilinci edinmelerini, onların gelişme ve yenileşmelerini sağlaması ve oluşturduğu otoriter bir yapıyla kendisine yabancı kalınamayacak büyük bir kaynaktır. Bu kaynağın,  kendisini rehber edinen bilim ve sanat adamlarına, yeni yollar açma gücünü bahşettiğini söylemek zor olmasa gerektir. Geleneğin açtığı bu yollardan hareketle, bilim adamı ve sanatçıların yeni yapı ve oluşumlara ulaşmaları sanırız zevkli bir maceradır. Bu maceranın Ahmet Hamdi Tanpınar’daki karşılığını tespit etmeye çalışmaksa bizim için keyifli bir uğraş olacaktır.

Edebiyat Geleneği
Gelenek ve gelenekçilik farklı sebeplerle edebiyat ortamlarında üzerinde çokça konuşulan, haklarında tartışmalar yapılan konularından olmuştur.
Bu tartışmaların temelinde gelenekle gelenek karşıtı tutumları yaratan sosyolojik yapılar daima temel belirleyici olmuştur. Geleneksel yapılarla modern oluşumlar arasındaki keskin çatışmalardan bahsediyoruz. Her ikisinin de kırmızı hatlarla kendisine dar alanlar oluşturması,  mensuplarını gelenek açısından olumlu yahut olumsuz, duyarlı kılmıştır.  Bu noktada sözü Türkiye’nin son yüzyıllarda yaşadığı keskin dönüşüm ve oluşumları, akabinde ortaya çıkan çatışma süreçleri hatırlanmalıdır.
Daha net bir adlandırma ile Türkiye’de bu tartışmaları alevlendiren milat Tanzimat olmuştur. O tarihten sonra yaşanan kültürel gelişme ve değişmeler meselenin çerçevesini belirlemiştir. Çünkü Tanzimat’la birlikte, dışlanan ve geride bırakılan köklü bir kültür birikimi, sonraki kuşakları şu veya bu şekilde, ama daima rahatsız etmiş, ret veya kabul makamında insanların bilinçaltlarında saklı tutulmuştur.
Peki, süreç içerisinde gelenekle ilgili olarak tartışılan hususlar nelerdir?
Hemen belirtelim, bizdeki gelenek tartışmalarının önceleri medeniyet ve kültür, sonraları ise edebiyat, daha da özelde, şiir alanında olmuştur.
Edebiyat geleneği tartışmaları ise, Türk edebiyatı için gelenekten söz edilip edilemeyeceği, söz edilecekse geleneğin ne olduğu, ondan nasıl yararlanılabileceği, gelenek bilinci ve önemi, vb. hususlara dair polemikler şeklinde başlamıştır. Zamanla konuyla ilgili problemlerden bir kısmı halledilmekle birlikte, tarihinde köklü kültürel şoklar yaşamış toplumların çoğu aydınlarında olduğu gibi, Türkiye aydınlarının bazılarında da bir sapma veya olumsuz bir yapılanma halinde ve gelenek karşıtlığı şeklinde varlığını sürdürmüştür. Bununla birlikte, hemen her ‘yeni olan’ın geleneksel olanla mukayese edilmekten kendisini kurtaramadığını söyleyebiliriz.

Tanpınar Edebiyat Geleneğine Nerelerden Bakıyor?
Geleneksel olanla gelenek karşıtlığının keskin mücadele çağının tam ortasına doğan güçlü bir edebiyatçı olarak Tanpınar yukarıda genel çerçevesini çizdiğimiz tartışmalardan ayrı ve uzak kalma şansına sahip değildi. Tersine, bu tartışmalar onu bir anafor gibi içine çekmiştir.
Peki, Tanpınar hangi noktalardan yakalanmıştır anafora; ya da nasıl müdahil olmuştur gelenek tartışmalarına? Diğer bir ifadeyle, Tanpınar geleneği ne gibi sebeplerle kendisine mesele etmiştir? İşbu çalışmanın asıl konusu tam da bu soruların cevabını aramaktır. Meselenin künhüne ancak bunları araştırıp ortaya çıkarırsak vakıf olacağız.
Biz bu soruların karşılığını yazarın Edebiyat Üzerine Makaleler[ix] kitabı üzerinden bulmaya çalışacağız. Gerçi, yazarın 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi[x], Yaşadığım Gibi[xi], Yahya Kemal[xii],  Tanpınar’ın Mektupları[xiii], Tanpınar’dan Hasan-Âli Yücel’e Mektuplar[xiv], Mücevherlerin Sırrı[xv] gibi diğer mensur öğretici kitapları da bu konuyla ilgili pek çok malzemeyi ihtiva etmektedir. Fakat gerek tekrara düşmeyi engellemek, gerekse konuyu derli toplu sunabilme kaygısı yüzünden, diğer eserlere atıf vermeyi fazla düşünmedik.
Bu açıklamadan sonra bir pratik sonuç olarak, Edebiyat Üzerine Makaleler’de Tanpınar’ın geleneğin hangi noktaları üzerinde yoğunlaştığını söyleyebiliriz:
1.                  Gelenek çatışmalarının kökeni ve çerçevesi,
2.                  Gelenek Nedir, Geleneksellerimiz Nelerdir?
3.                  Gelenekten nasıl faydalanılır?
4.                  Geleneksel yapı unsurları,
5.                  Farklı edebi türlerde geleneğe bakış,
6.                  Geleneğin zirve isimlerine atıflar.

1.Gelenek çatışmalarının kökeni ve çerçevesi
Edebiyatımızda daha önceki çağlarda da belirli bir şekilde görülen yenileşme, gidilmemiş yollardan gitme düşüncesi batılılaşma devrinin ilk aşaması olan Tanzimat’tan itibaren olağanüstü derecede yıkıcı bir mahiyet kazanmış, güçlü bir etkiyle Cumhuriyet dönemine de yön vermiştir. Oluşan fırtınalı süreç içinde, kimi zaman sakinleşen, kimi zaman da alevlenen gelenek çatışmaları, tahmin edileceği üzere, modernin, geleneksel olanı ve unsurlarını ortadan kaldırma çabaları şeklinde gelişmiştir.[xvi]
Ahmet Hamdi Tanpınar, oluşan çatışma sürecinin kökenlerini “Modern Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlar.” cümlesiyle giriş yaptığı “Türk Edebiyatında Cereyanlar” başlıklı makalesinde ayrıntılı bir şekilde inceler. 1959’da yazılıp yayımlanan bu makalede “Bugünkü Türk edebiyatında mevcut cereyanları inceleyebilmek için birkaç büyük realite üzerinde durmak ve bilhassa bu edebiyatın, bir medeniyet değişmesinin neticesi olarak doğduğunu göz önündü tutmak gerekir.” diyen Tanpınar, Yeniçerilerin ortadan kaldırılması (1826), Tanzimat’ın ilanı (1839), Birinci Meşrutiyet (1876), İkinci Meşrutiyet (1908), İmparatorluğun dağılması (1918), Cumhuriyetin ilanı (1923) ve sonrasında yapılan inkılaplar (lâisism, halkçılık, kadın hürriyeti, vb.), oluşan yeni durumlar üzerinde durur. Nihayet sürecin bir noktasından itibaren ortaya çıkan ‘ideolojiler’ de mevcut duruma ‘kuvvetle’ etki etmiştir. [xvii]
Tanpınar, mevcut ikili yapının başlangıcını “Şiirin Peşinde” başlıklı yazısında da gündemine alır. “İki sanat zihniyeti tâ Tanzimat’tan beri memleketimizde karşı karşıyadır.” Yazar 1939’da yazdığı bu yazısında birbiriyle mücadele eden zihniyetlerin özelliklerini de belirler: “Bunlardan birincisi asırlardan beri gelen bir zevk terbiyesinin mahsûlüdür; bu zihniyet ister ki sanat sadece güzellik peşinde koşsun ve güzel denilen şey de içinde ve form yoğrulurken elde edilsin.” Tanpınar, bu klasik zihniyetin batıdan beslenmekten çekinmediğini, bunu gayet doğal bir şekilde gerçekleştirdiğini vurgular. Ardından yeni anlayışla ilgili hükümlerini verir: “İkinci zihniyet şiirin hayat ve cemiyetle çok sıkı bir münasebeti olmasını, onun gündelik manzumelerini, ihtiyaçlarını, içinde gizli temayülleri ve atılmağa hazırlandığı büyük hedefleri hazırlamasını ister.” [xviii]
Bu iki zihniyetin birbirleriyle olan mücadelelerini yukarıda bahsettiğimiz “Türk Edebiyatında Cereyanlar” [xix] başlıklı makalesinde ayrıntılı bir şekilde ele alır Tanpınar. Buna göre, batılılaşma hareketleri ile şiirde ortaya çıkan yenileşme kavramı çok farklı ve kökten bir yenileşme düşüncesinin uzantısıdır. Tam bir medeniyet değişimi isteğinin bütün genişliğini ve sancılarını içinde taşır. Bu yenileşme anlayışının belirgin özelliklerinden birisi eskiyi tamamen reddetmektir.
Yazar, “Millî Bir Edebiyata Doğru” adlı yazısında ‘yeni’nin gücünü, fakat bu güçle birlikte doğan ikiliği şöyle anlatır: Bir taraftan yeni vücuda gelen bu edebiyatın taze an’anesi, diğer taraftan bu Avrupa’yı adım adım takip etmek ihtiyacı Türk şiirini ve edebiyatını rekabet noktasından çok uzaklara götürdü. Ve bu suretle bugünkü rahatsızlığın başı olan bir ikilik peydahlandı.” Bu ikilik ortaya konan eserlerde değil “ruhumuzda”dır. Yazar bu yazısında Tanzimat sonrası edebiyatımızın ‘en bariz fârikasının mazideki kaynaklarımızla olan[xx] ilgisini kesmek olduğunu da söyler.

2. Gelenek Nedir, Geleneksellerimiz Nelerdir?
Gelenek üzerine hayli mesai harcayan Tanpınar, bu kavramı farklı kelime gruplarıyla adlandırır: ‘Mazideki kaynaklar’, ‘nizam’, ‘asalet’, ‘bütün bir geçmiş zaman zevki’ bunlardan bazılarıdır.
Tanpınar’ın geleneksel olanla ilgili kanaatlerini kullandığı buna benzer kelime ve kelime gruplarından çıkarabiliriz. Fakat daha net malumatlara ulaşmamız için, makalelerinin ayrıntılı incelenmesi kaçınılmazdır.
Milli Bir Edebiyata Doğru” başlıklı makalesinde her yönüyle şaşaalı bir mazi tasviri yapar Tanpınar: “Tâ ilk çağlardan başlayan, geniş ve şerefli tarihimizin bütün devamı müddetince genişleyen, zenginleşen, tasfiye gören, dal-budak salan bir sanat ve edebiyatımız vardı. Ve yaşadığımız hayat içinde ve onun şartları dâhilinde bu sanat ve edebiyat bir bütünlük teşkil ediyordu.” Bu bütünlüğü oluşturan şartlara ve bütünlüğün oluşum aşamalarına hayrandır yazar: “Eski âlemimiz dardı, küçük ve cahil kaldığı noktaları çoktu, fakat tamdı, yekpare idi ve her köşesini kendimiz tanzim etmiş ve onu tanzim ederken manevî benliğimizi vücuda getirmiştik. Şüphesiz onu yaparken etraftan birçok şey almıştık. Fakat bu alış bütün bir tarihin devamınca olmuştu ve alırken biz de teşekkül etmiştik. Bir şiir dili vücuda getirmiştik ki, istinat ettiği unsurlar itibariyle çok sun’i olmasına rağmen, harikulâde renkli, nüanslı ve tedaileri itibariyle zengindi. Kadîm ve efsanevî Asya, tarihiyle itikatlarıyle, etnik hususiyetleri, âdetleri, örfleri ile peyzajı ile masallarıyle ve her dokunduğu şeye bir masal ve hulya çeşnisi sindiren bin türlü hususiyetleriyle bu dili bir telkin ve tedai hazinesi gibi besliyordu. Ve bu hazine bizde ırkımızın hayat kabiliyetini tecrübe eden bin türlü hâdisenin cezir ve meddi içinde vücuda gelmişti.” Böyle bir atmosferin oluşturacağı şiirin dili de mütekâmil olacaktır: “Ve bu şiir dili bir tarih boyunca döğülmüş, incelmiş, renk ve hassasiyet bulmuştu. Bu şiirin en mütekâmil sanatlarda ancak bulunabilen bir musikîsi, bir ifade tarzı, mevzuuna yatışı, eşyası ve canı kavrayışı vardı.” Tanpınar, hayranı olduğu ve her şeyiyle ‘gelenek’i kuşatıp kapsayan ‘mazi’ adlı bu yapının terkedilmesinden ise oldukça rahatsızdır.[xxi]
Bir yazısında ‘mazideki kaynaklar’dan söz açan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın klâsik edebiyatı kastetmekte olduğunu, yazısının devamında yer alan “...bizim gibi bir vakitler kendi çerçevesi içinde mütekâmil bir medeniyete, muayyen asalet kazanmış bir zevke ve bu zevkin tam bir kemale erişmiş eserlerine mâlik olan, yani kendi mazisinde olgun bir sanat ve edebiyat an’anesine mâlik olan milletler...”[xxii] şeklindeki ifadelerinden anlayabiliriz. Bu arada Tanpınar, bir edebiyat ve sanatın ‘ancak kendi an’anesi içinde’ yenileşebileceği görüşünü ileri sürerken, Divan şiirine atıf yapmaktadır.[xxiii]
Yazar, gelenekle ilgili tercihini belirlerken zaman zaman mukayeseler yapar. Sözgelimi, Divan şairlerinin ‘kendinden evvelki şâiri geçmek için’ şiir yazdığını, o dönemde edebî rekabetin ‘aynı sahada ve aynı silâhla’ yapıldığını, yeni dönemde ise tam aksinin olduğunu, yenilerin ortak bir yolda, öncekileri geçmek için çabalamadıklarını söyler. Yeniler, eskilere benzememek yoluyla, sanki rekabetten kaçarlar. Bu da, gelenekten kopuş için bir sebeptir.  “Modern sanatlar, oyunda lâzım olan asaleti buradan kaybeder.”[xxiv] diyen Tanpınar, başka bir yerde, “Gençleri seviyorum, fakat canım şiir okumak isteyince Bâki Efendi’yi açıyorum.”[xxv] diye sözünü bitirir ve gelenek konusundaki tavrını Divan şiirinden yana pekiştirir.  
Tanpınar, Halk şiirinin gelenek olup olmadığı hususunu ise, bu şiirin Tanzimat sonrasında gelişen yeni edebiyat için kaynak olduğu tespitiyle açıklar. Burada özellikle Divan geleneğine yüz çeviren edebiyatçıları ölçü almıştır yazar. Zira, onlar terk ettikleri Divan edebiyatını zaten kaynak alamayacaklardır. Kopyalanan batı da o dönemde kaynak olamazdı. Şu halde, dayanılacak kaynak olarak “... akla ilk gelen şey, o zamana kadar mevcudiyetine pek az ehemmiyet verdiğimiz folklor, halk şâirleri, halk masalları, destanlar, velhâsıl harsımızın halk tabakasında uyuyan zenginlikler olacaktı.” Tanpınar’a göre, bu eserler yoluyla, ‘Türk’ün tarih içindeki sürekliliği ve Anadolu’daki ‘inkişafı, zihniyet ve hayat ayrılıkları’ öğrenilecektir.[xxvi]

3. Gelenekten nasıl faydalanılır?
“Milli Bir Edebiyata Doğru” başlıklı makalesinde Tanpınar, “Hakikatte bir edebiyat ve sanat ancak kendi an’anesi içinde yenileşebilir.[xxvii] demektedir. Bu ifadesinden anlaşılacağı üzere, bir yandan yeniliğe kapı aralarken diğer yandan geleneği işaret etmektedir. Bu doğrultuda Tanpınar’la özleşleşmiş, bir kez söylendikten sonra vecize halini almış bir cümlesinin varlığından da haberdarız. Şöyle diyor Yahya Kemal adlı kitabının ilk sayfalarında, gelenek (devam etmek) ve yenilik (değişmek) çerçeveli cümlelerinde: Köksüz şeyler daima yüzer, daima beyhude yere bir karşı sahil arar. Halbuki millî hayat devamdır. Devam ederek değişmek, değişerek devam etmektir. Çünkü yaratmanın ilk şartı devamdır, hakikî kırılışlar ve kopuşlar ancak yaratış ucubeleri, yarım mahluklar vücuda getirir. Çünkü hayatın ortasında onun bir parçası gibi değil, kendi dağılmış zerrelerinde devam ederler.”[xxviii]
Yazar gelenekle yeniliği daima bir arada düşünmüştür. Deyim yerindeyse bu iki kavramı birbirinin ikizi gibi kullanmıştır Tanpınar. Sözgelimi, “Milli Bir Edebiyata Doğru” başlıklı sağlıklı bir yenilik için her şeyden önce geçmişten getirdiklerimizi bilmemiz gerektiğini belirtir: “Şimdi yapılacak şey, kendimize, kendi hayatımıza, mazimize, zenginliklerimize dönmek ve mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde aramaktır. /Buna muvaffak olmak için en kısa yol ise bilmektir. /Bilelim. /Evvelâ neyiz ve nelerimiz var? Bunu bilmenin ihtirasını duyalım. O zaman hattâ mevcudiyetinden bile haberdar olmadığımız hazinelerin üzerinde oturduğumu göreceğiz. O zaman birdenbire bugünün yoksulluğu içinde, kahramanları, hâtıraları, efsaneleri, büyük mimarî âbideleri, nesillerin sükûn ve ruhaniyet ihtiyaçlarını tatmin etmiş aydınlık peyzajlarıyla bütün bir âlem, şiiriyle, musikisiyle, küçük büyük diğer sanatlarıyla olgun ve tam zevkin, hâkim bir dünya görüşünün, tamamiyle bize mahsus bir zaman tasarrufunun hüküm sürdüğü yekpâre bir âlem meydana çıkacaktır.[xxix]
Benzeri ifadeleri “Şiir Ölüyor mu?” başlıklı yazısında da görmek mümkündür. Bu yazısında geleneğin sağladığı sükunetin önemine vurgu yapar Tanpınar. Durmaksızın değişen şiir ortamını eleştirerek, sükunetsizlik hâlinden memnuniyetsizliğini bildirir. Fakat yanlış anlaşılmaktan da çekinir. Zira yeniliğe ve değişime karşı değildir. Üstelik değişim sonucunda yeni gelen, bir sonraki döneme etki edecektir: “Bunu söylemekle sanat değişmemesi lâzım gelen bir şeydir demek istemiyorum. Her yaşayan şey gibi o da değişmeye mecburdur ve hattâ canlılığını ve güzelliğini ona borçludur. Çünkü bizim gibi, sırlarımız, hülyalarımız, duygularımız, ifade tarzlarımız da eskirler. Hayatın devamı nasıl maddenin nöbetleşe nöbetleşe istirahati diyebileceğimiz mütemadî bir değişme sayesinde ise, sanatın devamı da böyle bir değişme sayesindedir. Hattâ bu değişmeler, hayata istikamet verecek, yeni imkânlar doğuracak kadar esaslı bile olur. Hakikî şaheserler kendilerinden sonra gelecek nesillerin duyuş ve görüş modalarını tesbît ederler.” Yazar eski ile yeni arasındaki iletişim ve etkileşimi ise şu cümlelerle de açıklar: “Daha iyisi her cins sanatta bir nevi aksülâmel, kendinden evvel gelen ve bu itibarla eskimiş olması tabiî olan tarzlara karşı bir isyan vardır. Fakat ne bu isyan ve aksülâmel hiçbir zaman onu mahiyetinin dışına çıkaracak kadar topyekûn olmalı, ne de bu değişmeler bir teşekkülü menedecek derecede çabuk olmalıdır. Halbuki bugünün şiirinde umumiyet itibariyle bu iki mahzur da mevcuttur. Netice şu oluyor ki, kendi eserine şair bile itimat etmiyor.[xxx]
Şiire Dair” başlıklı makalesinde ise “geçmişi bozarak yapmak” ifadesini kullanır. Bu kez şairin şairlik gücünü ölçmek için dikkate almıştır yapıp ettiklerini: “Bir şâirin büyüklüğünü anlamak için yaptığı şeyler kadar bozduğu şeyleri de hesaplamak lâzımdır. Hakikî sanatkâr bozarak yapar. Kendinden evvel mevcut olan his ve hayal tarzlarını aynen kullanan sanat eseri ölü bir eserdir. Onun için her şâir kullanacağı kelimeleri evvelâ lugata bâkir olarak iade eder. Bununla beraber her eserde az çok ölü bir taraf vardır ve hazin olanı en yeni eserler bile çok def’a ölü taraflarıyle kendilerini sevdirirler. Halk edebiyatı ağzının şiirimizde çok zamanlarda kazanmış olduğu rağbet biraz da okuyucuyu çocukluğundan beri alıştığı kıymetlerin dışına çıkarması değil midir? Şöyle zahmetsizce, yarı rüya hâlinde, alışılmış ve güzel bulunmuş şeylerin göz önünden geçmesi… Yani birçok tembellik ve biraz hodbinlik.”[xxxi]
Yeni Edebiyat Cereyanına Dair” başlıklı makalesinde ise geleneği göz ardı edip yıkıcılığı tercih edenlerin başarısızlığı üzerinden ne yapmamız lazım geldiğini anlatır. “Gençlere -içlerinde bu cins cereyanlarda daima olduğu gibi otuz beş, kırk yaşlarında bulunanlar da var- yapılan serzenişlerden biri de ciddî olmamalarıdır. Bence bu, bir aksülâmelin mahsulü olmalarından ileri geliyor. Alaycıdırlar, fanteziden hoşlanırlar ve an’ane ile değişse bile, görenek edebiyatı ile olan münasebetleri menfî bir şekildedir. Bunu kendileri itiraf etmeyebilirler. Fakat aynı yoldan otuz, kırk sene evvel geçen Avrupalı rehberleri, hâtıralarını yazacak çağa geldiler; binaenaleyh onlardan öğrenebiliriz. Hakikaten aksülâmel devrinde yetişen her şâirde bu menfî  münasebet şekli daima mevcuttur. Dün, filân şâir, kendinden evvelki şâiri geçmek için şiir yazardı, rekabet ve döğüş aynı sahada ve aynı silâhla kabul edilirdi. Bugün ise, tam aksi oluyor. Yeniler müşterek bir yolda evvelkileri geçmek istemiyorlar. Daha ziyade onlara benzememek suretiyle rekabetten kurtuluyorlar. Düne kadar cemiyet için firar mahiyetini muhafaza eden sanat şimdi bizzat sanatkâr için meslekî bir kaçamak şeklini almıştır. Modern sanatlar, oyunda lâzım olan asaleti buradan kaybeder. /Onlarda benzememek aşkı bir hastalık hâline geliyor ve bittabi bir nevi şaşırtma edebiyatına yol açıyor. Tam şiiri bulduğu, büyük damarı keşfettiğini sandığımız anda şair, bir sirk hokkabazının kahkahasıyle bizi kendi yarattığı ruh hâletinde uyandırıyor. Âdetâ ‘budala diyor, ne diye bana kandın ve bir vesika fotoğrafçısı karşısında durur gibi o hazin ve hulyalı tavrı takındın; ben şaka ediyordum; bir şaka ki, saflığınla alay oldu.’ /Sebebi malum: Eskiyi yıkmak istiyorlar. Fakat çok def’a aksini yapıyorlar, şiirden bıktırıyorlar.”[xxxii]
Oysa bunu başarmak Tanpınar’a göre mümkün değildir. “Yahya Kemal ve Şiirimiz” başlıklı makalesinde şöyle der: “Her yenilik getiren şâirde eskiye bakan bir taraf vardır. Mâziyi inkâr ettiğiniz an, sanat kendiliğinden durur.[xxxiii] Eskiye bakan yeni bir şair olarak Yahya Kemal iyi bir örnektir. “Şiire Dair” adlı yazısında bunu şöyle açıklar:  Yahya Kemal eski şiirimizin hakiki mucizesidir. Çünkü bu şiirin ölümünden en aşağı yarım asır sonra onun belki de en güzel eserlerini verdi. Onun sanatı Orphee’nin sazı gibi bütün bir geçmiş zaman zevkini ahretin kapılarından geriye çağırdı. Bu bir yeniden dirilmedir, onun için aramızda eskinin devamı olarak yaşayanlar onun gazellerini pek anlamazlar. Onlar bu zevki bu kadar saf görmeye alışmış değillerdir. Yahya Kemal’in herhangi bir gazelini Nef’î veya Nailî-i Kadîm’in dinlemiş olmasını çok isterdim; ancak onlar birbirlerini anlayabilirlerdi.[xxxiv]

4. Geleneksel Yapı Unsurları
Yapı unsurları ile kastettiğimiz şiiri oluşturan muhteva (iç) ve şekil (dış) unsurlardır. Malum olduğu üzere, mısradan kafiyeye, temadan anlama pek çok edebî değerdir söz konusu olan.
Tanpınar “Eski Şiir” başlıklı kısa makalesinde “Eski şiirimiz bir estetiğin emrinde olan bir üslûptu. Her üslûp gibi onun sıkı kaideleri, kolaylıkları ve güçlükleri, tehlike ve emniyetleri, uzak ve yakın hedefleri vardı ve yine her üslupta olduğu gibi arkasında dayandığı bir hayat anlayışı ve bir zevk vardı.” der. Bu cümlelerde şiirin anlama dönük özelliklerinin yanı sıra, biçime mahsus yönleri de övgüyle dikkatlere sunulur. Bu metindeki “Eski şâirlerin en büyük meziyetleri şiirin dilden çıktığını, onun mucizeli bir imkânı olduğunu bilmeleri, heyecanlarını sözün mânâsına değil, mısraın sesine ve bir mısraa sıkıştırdıkları o harikulâde harekete emanet etmeleriydi.” ve yine “Hakikat şu ki, eski şâirler dile tasarruf etmesini bizden iyi biliyorlardı.[xxxv] derken Tanpınar, şiirin dış unsurlarına, şekil özelliklerine dikkat çekiyordu.
 1930’da Görüş dergisinde yayımlanan ve Edebiyat Üzerine Makaleler kitabının da ilk yazısı olan “Şiir Hakkında I” başlıklı makalede şiirin şekil özellikleri üzerinde durur Tanpınar. Bunlara karşı takınılan olumsuz tavrı anlatır önce:  Son zamanlarda vezne, kafiyeye, muntazam şekillere karşı gösterilen bir lâ-kaydî, hattâ bir nevi düşmanlık vardır ki, bunu bazı yeni sanatkârlarda mevcut müfrit bir hürriyet aşkıyle izah etmek mümkündür. Diğer sâikleri ne olursa olsun, bu aleyhtarlık bugün dünyada mevcut muhtelif yeni sanat mensuplarının birbirleriyle anlaşabildikleri yegâne noktayı teşkil etmektedir. Bunlara göre vezin, kafiye, muntazam şiir şekilleri sanatkârı tahdit eden, bir nevi esarette tutan birer zincirden başka bir şey değildir. Bu zalim boyundurukların altında sanat, bütün kudretlerini, zenginliklerini kaybetmektedir. Bir sanatkârın muntazam bir mısra dahiline sokmaya muvaffak olabileceği şey, söylemek istediği şeyin çok def’a iskeletinden ibarettir. Bu suretle fikri parçalamalarına mukabil ona verdikleri şey de sun’î ve cebrî bir ahenktir. Halbuki hudutsuz bir serbestî bundan daha iyisini yapabilecektir. Hakikî ritm, derunî ritmdir ki, çok def’a mısra denen çerçevenin dahilinde boğulmaktadır. Bir cümlenin musikisi kendisiyle doğar ve o cümlenin hudutları içinde yaşar; bunu taksim veyahut herhangi bir değişikliğe uğrattınız mı, o kaybolmuş demektir.” Tanpınar böyle düşünenlere bir derece hak verir gibidir. Zira, şiiri şiir yapan şeyler tek başına bunlar değildir. “Muntazam şekle ve onun zaruretlerine karşı yapılan bütün bu itirazlar şüphesiz ki haklı şeylerdir. Vezin, kafiye ve şiir şekillerinin sanatkâr için daima sühûlet-bahş birer vasıta olduğunu iddia edemeyiz. Eğer şiir bilhassa içindekileri tamamen söylemek sanatı addedilecek olursa, bu surette birçok şey kaybetmiş olabilir. Ancak bütün bunları ortadan kaldırmakla elde edilecek serbestî sanattan anladığımız şekle kabil-i telif midir? Şiir, şekil unsurlarından ziyade, bizim iç dünyamızı zenginleştiren halleri doğuran büyülü bir muharrik güçtür. Bizim şiirden anladığımız mânâ, kelimeler terkibinden doğan ritm, ahenk vs. vasıtalarla alalâde lisanla ifadesi kabil olmayan derunî hâletlerimizi, heyecanlarımızı, istiğraklarımızı, neş’e ve kederimizi ifade eden ve bu suretle bizde bedii alâka dediğimiz büyüyü tesis eden bir sanat olmasıdır. Zâhirî bir bakış bununla, vezin, kafiye, şekil dediğimiz kayıtların arasında hiçbir nünasebet bulamaz; bunları sonradan gelme, hakikî bünye ile alâkası olmayan birtakım ilâveler, lüzumsuz kayıtlar gibi görür; fakat biraz daha yakından gören bir göz, bütün bu sonradan gelme lüzumsuz ilâvelerde şiirin nizamını, mükemmeliyet dediğimiz kıvılcımı çıkartmak için, zekânın madde ile mücadelesini temin eden esaslı unsuru bulur.” Bu noktada, kafiye, vezin ve şekle ait unsurların önemini bir de şu cümlelerle öne çıkarır: “Güç ve nâdir kafiye, tedailerimizin seyrine mesut ve yakışır bin yol açar; vezin çıkardığı müşkülâtla bizi tesadüflerin gecesini zorlamaya mecbur eder. Şekil, lisan denen kaosun içinde, varmamız lâzım gelen mükemmeliyetin hudutlarını çizer, dolduracağımız boşlukları gösterir. /Bütün bunları yaparken şüphesiz ki, şâiri de bir takım fedakârlıklara mecbur ederler. Fakat bunlar ibdam zaruretleridir; bizi sanatın nizamından vazgeçirtecek sebepler olamazlar.”[xxxvi]
Şiirin temel yapı unsuru olarak dizeye büyük önem verir Tanpınar. “Fuzuli’ye Dair” başlıklı yazısında “İyi yapılmış, yani tam şeklini bulmuş bir mısra dilin çiçeğidir. Matematikten geometriye, rakstan resim, heykel, nağme ve musikiye kadar insan zekâsının bütün mebdelerini ve zaferlerini, bütün tecrübelerimizi toplar. Şeklini bulmuş mısra, dile geçişiyle kazandığı vuzuhu kaybetmeden insanı uzviyetinin en canlı tarafına, bütün teessürî hayatının başlangıcı olan noktaya, sesine, nabzına iade eder.[xxxvii] dedikten sonra, klasik şiirimizin önemli isimlerinden, sözgelimi Necatî, Bâkî, Nedim gibi şairlerden bahis açar, Fuzulî’den örnekler sunar. Fuzulî’nin cins mısralarının aruz veznine, gazel veya kasideye nasıl can verdiğini izah eder.
Eski Şâirleri Okurken” başlıklı yazısında klasik şiirin miraslarından bahseden Tanpınar, “Bu şâirin mısraını yoğuruşu, ona salâbet verişi, onun kelimelere sindirdiği mükemmeliyet, bu zarfın içine sırf sabrıyla hapsetmeğe muvaffak olduğu ulûhiyet” üzerinde durur ve şöyle devam eder: “Eski şiirimizin belli başlı hususiyeti işte buradadır. Daima asırlar içinde devam eden geniş bir müsabaka, yüksek bir teknik ve ifade oyunu olarak kalmasında, iddialardan kendisini çekebilmesindedir.” Sanatı böyle bir algıyla izah eden bir anlayış için şekil çok önemlidir. Bu yüzdendir ki “Hiç bir söz sanatı eski şiirimiz kadar sade ve saf surette bir şekil sanatı olmamıştır;  işte burasıdır ki, onu dünyanın en büyük sanat an’aneleriyle beraber yapar.” Tanpınar eski şiirde asıl unsurun şekilden ibaret olduğunu, şeklin her şeyi sınırlandırdığını belirtir. Şekil, yani “Kafiye, vezin, örnek olarak dışarıdan alınan eser veyahut ses... Ve sanki mahsustan oyunun şartlarını güçlendirmek, zaferi en pahalıya satmak için daraltılmış bir imaj âlemi...” Mükemmel ve mucizeli eserler bunlarla vücuda gelecektir. Mütekâmil ve kendine güvenen bir şiir anlayışı böyle doğacaktır.  Örneğin Nef’î’nin kasideleri… “Nef’î’nin kasidelerinin bir tek mevzuu vardır: Kafiye. (...) Eski şairlerin büyük tarafları bilerek veya bilmeyerek kendilerini sese emanet etmeleridir; bütün o oyunlar, mazmunlar hepsi bu sesi yüklenen, taşıyan vasıtalardır. Bu cinsten bir sanat anlayışında hakim olan esas, söylenilen şey değil, söyleyiş tarzıdır. Onun içindir ki, eski şairler şiir yazmazlar, söylerlerdi. Onların iddiaları arasında bu zarafet daima vardır.” Tanpınar konuyla ilgili görüşlerini şu cümleyle bitirir: “Şimdi bu an’aneden ayrılalı bir asır olduktan sonra anlıyoruz ki, onlar ‘bir sesin yaratıcısı’ olmuştular.[xxxviii]
Klasik şiirin kafiyeyi kullanım şekline hayranlığını “Nedim’e Dair Bazı Düşünceler” başlıklı yazısında şöyle dile getirir Tanpınar: “Eskilerden iki şâirin kafiye kullanışına hayranım: Nef’î ile Nedim. En modern teknikle işletilen bir maden ocağı gibi, belli bir ses kıymetinin etrafında lisan haznesini sonuna kadar yoklamasını biliyorlar. Mısra, beyit, kıt’a ellerinde plâstik bir madde gibi yoğruluyor, imkânsız dönüşler yapıyor. İkisi de baştan başa ‘ses ve edadır’”[xxxix]
Bu ses ve edayı “Yahya Kemal’e Dair Notlar” başlıklı makalesinde ‘nağme’ ile karşılar Tanpınar: “Eski şairlerimiz, bugün herhangi bir lezzet tasavvur etmek imkânı olmayan sanat oyunları bir tarafa bırakılırsa, bir noktada birleşirler. Bâkî’de, Nef’î ve Nâilî’de, Nedim’de, Galib’de esas olan şey ‘nağme’dir. Bütün o mazmunlar, ikizli, üçüzlü hayaller, hepsi oyunun dış tarafında kalırlar. Türk şiirinin tarihine bakılınca –her şiirde olduğu gibi- bu nağmenin tekâmülü görülür.[xl] der.

5.Farklı edebî dallarda geleneğe bakış
Tanpınar’ın geleneksel olanla ilişkisi sadece şiire mahsus değildir. Edebiyatın farklı dalları ve türleri de onun gelenekle hesaplaşması için önemli bir materyal olmuştur.
Bu anlamda Tanpınar’ın roman üzerine yazdıklarına göz atmak faydalı olacaktır.
Romana ve Romancıya Dair Notlar” başlıklı yazısında eski Türk nesrine dair ipuçları veren Tanpınar, bunun ihmal edilmemesini ister: “Bizde roman meselesi bizi ister istemez, Türk nesrinin mazisine götürür. Vâkıâ bir Evliya Çelebi, bir Naima, bir Peçevî türkçede yetişmiştir. Bunlar harhangi bir dilde büyük kudretler gibi tanılabilecek muharrirlerdir. Bazen bu kudret, Bâkî’nin Levayih-i hamidiyye ve Nedim’in Sahaif-ül-ahbâr tercümelerindeki vâzıh ve bol imkânlı olgunluğa bile erişmiştir.[xli] Fakat bir sorun vardır gene de, nesrimiz düzenli bir şekilde ilerleyememiştir.
Aynı makalede “Şark hikâyesi”ni de değerlendiren Tanpınar, “Şark hikâyesi muayyen bir vaka anlayışında kalmış, onun ötesine geçip insana erişememiştir. Vâkıâ bu çerçeveyi kırmağa hiç çalışmamış değildir. Daha Heves-nâme’den itibaren manzum hikâyecilerimiz, yüksek kültürün gelenekleri dışında kalmış mevzularda sağa sola başvurmuşlardır. Hattâ içlerinde hikâye tarzını genişletenler oldu.” der. Fakat bu hikâyenin yazarları hiçbir zaman insanın içine inemediği için başarılı olamamışlardır. Benzeri bir durum “büyük hikâye an’anesi” için de aşağı yukarı böyledir: “Müşterek İslâmî kültürden gelen büyük hikâye an’anesine gelince, muayyen mevzulardan çıkamayan bu an’ane, insanı da hâricî âlemi de beraberce inkâr ediyordu. Onlara göre hayatın ezelî ve ebedî tekbir dramı vardır: Asıl menbaından uzaklaşmış ruhun bu menbaa hasreti ve ona erişmek için gidilecek yol. Büyük tasavvufî mevzular, böylece yalnız sembol üzerinde konuşuyorlardı. Eşyaya cansız şeylere bile şâmil olan bu ezelî dramın dışında her şey ehemmiyetsiz ve mânâsızdı.[xlii] Bütün bu tespitlerden anlaşılacağı üzere, geleneksel nesir edebiyatından sonraki dönemlerde istifade etmek pek de faydalı bir şey değildir Tanpınar’a göre.
İstisnaları yok mu diye sorulabilir. Bunu da kendisi verir: “Evliya Çelebi” başlıklı yazısında “Eski nâsirlerimiz içinde Evliya Çelebi’nin hakikaten istisnai bir talihi vardır. (…) devrinin asırlarca tanımadığı bu adam, bugün için olduğu gibi gecek nesiller için de yaşadığı zamanın en güzel ifadesi olmuştur.” der.
Ahmet Hamdi Tanpınar tenkid geleneği üzerinde de kafa yormuştur.  Bizde Tenkit” başlıklı yazısında klasik döneme dair tespitlerde bulunmuştur: “Eski edebiyatımızın en büyük zaafı – İran edebiyatı için de böyledir- tenkit fikrini ikinci, üçüncü dereceye almış olmasındadır.” cümlesiyle söze başlayan Tanpınar,  bizdeki tenkidin yeterli olmadığını, daima daima ‘şifahî’ kaldığını ve ‘bazı teknik dikkatlerin ötesine geçeme’diğini belirtir. Bizdeki tenkidin ‘sadece tekniğe inhisar etti’ğini öne süren yazar, bunun dışında, “an’anenin büyük kıymet hükümlerini taşıyan ve hemen her eserde tesadüf edilen fikirlerden, kısa ve kesin cümlelerden ibaret” bir tenkit edebiyatından söz edilebileceğini vurgular. Alışılmışın dışına çıkan da pek olmamıştır bu yolda. “Edebiyatımızı ve şiirimizi –mimarlığımız gibi- daha ilk devirlerden millî bir gurur meselesi addeden şâirlerimizde bu hükümlerin türlü görünüşleri vardır. Yalnız tek bir şairimiz bu kadarıyla kalmamış, tenkidin yolunu değiştirmiştir. Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ın baş tarafındaki Nâbi tenkidinde mevzunun modern tenkitle olduğu gibi ‘insan’la değişse bile, ‘an’ane’ ile münasebetini araştıran bir eda vardır.[xliii]
Folklar ve gelenek, Tanpınar’ın kafa yorduğu bir başka alandır.  1943’te yazdığı “Halk Destanlarından Millî Edebiyata, I” başlıklı makalesinde Tanzimat sonrası edebiyatçıların kaynak arayışı üzerinde durur: “Tanzimat’la garba yüzünü döndüren Türk edebiyatı yeni bir kaynağa muhtaçtı. Ne hâlâ asîl ve güzel taraflarına büyük bir gururla bağlı bulunduğumuz klâsik eski, ne de muhtelif anlayışlarla kâh saman kâğıdı üzerinden kopye ettiğimiz, kâh zaman zaman asıl idesine erişerek şahsî planlarda aynını yapmağa çalıştığımız garp, bizim için böylesi bir kaynak olmazdı. Birincisini haklı ve zarurî bir aksülâmelle bırakmıştık. Şüphesiz bu tecrübeden bizde kalan çok mühim şeyler vardı. Fakat bugünkü hamlelerimize istikamet vermesini bekleyemezdik. Garptan alacağımız şeylerse, bizim için -dışardan her gelen şey gibi- yüksek bir nizm, bir ders olabilirdi. Fakat daha ileriye geçemezdi. Onları beğenir, onları aramıza getirebilirdik; fakat biz onlardan gelemezdik. Bu, bütün bir tekâmül vetiresini inkâr etmek olurdu. Bir tarihe ve bir maziye sâhip olmanın bazı imkânsızlıkları da vardır. Bunun gibi Greko-Lâtin kültüründen ve onun ölçü hissinden de ancak istifade edebilirdik. Fakat bizzat bu disiplinleri alabilmek için dahi, onların dünyasına kendi unsurlarımızdan doğmamız lâzım geliyordu. O halde bu rönesansı nereden ve neye, hangi mebdelere dayanarak yapacaktık? Elbette ki, akla ilk gelen şey, o zamana kadar mevcudiyetine pek az ehemmiyet verdiğimiz folklor, halk şâirleri, halk masalları, destanlar, velhâsıl harsımızın alt tabakasında uyuyan zenginlikler olacaktı. (...) Bu hikâyeler ve destanlar bize iki ayrı şeyi birden verebilirler. Bir taraftan İslâmî kültürün tesiri altında olsa bile tâ ilk ânından itibaren türk tarihinin içinde zincirlenen sürekliliği onlarda bulmak mümkündür. Bu itibarla ırkımızın ve milletimizin macerasını bu tepelerden görmek bizim için çok ehemmiyetlidir. Diğer taraftan da 1071’den sonra, yeni açılan vatandaki inkişafı, zihniyet ve hayat ayrılıklarıyla gösterir.[xliv]
Tanpınar folklorun olumlu etkilerinden hayli umutludur. Yeter ki kulak kesilelim: “Hakikat şu ki, gerek içimizde ve gerekse dışımızda her şey bizi onlara (türkülere), bizi kendimize götürecek olan bu büyük yollara davet ediyor. Onlar, bu büyük gölgeler, insanlarımızın ve toprağımızın hakikatini benimsemişler, bize ‘Arı biziz bal bizdedir’ diye haykırıyorlar. Fakat biz henüz bu daveti lâyıkıyle işitemiyoruz.”[xlv]
Halk Destanlarından Milli Edebiyata” başlıklı ikinci makalesinde A. Kutsi Tecer’in Koçyiğit Köroğlu’su vesilesiyle sözü destan geleneğine getirir yazar: “Artık biliyoruz, destanlarımızdan yeni bir edebiyat kurmak daima mümkündür.[xlvi] diyerek o günün (1943) ediplerine yeni kaynaklar sunar.

6.Geleneğin Zirve İsimlerine Atıflar
Tanpınar’ın eserleri baştan başa eski şairlerimizle bezelidir.
Yunus Emre, Fuzuli, Bâkî, Nedim… gibi klasik dönem şairlerimiz üzerine ayrı ayrı yazılar yazan Tanpınar, bu isimlerin, dolayısıyla onların temsil kabiliyetiyle klasik şiirin vazgeçilmezliği üzerine ayrıntılar sunar. Biz bu ayrıntılardan yapacağımız seçme hükümlerle Tanpınar’ın gelenek algısının farklı bir yönüne işaret etmiş olalım:
Yazar, “Milli Bir Edebiyata Doğru” adlı makalesinde “Bir Nef’î’nin, bir Nâili’nin, bir Nedim’in geçtikleri bir an’ane içinde muvaffak olabilmek için onların yürüdükleri yolu bilmek, yaptıklarını tanımak, çözmek ilk şarttır. Aksi takdirde ilelebet mode mineure’de kalırız. Küçük ve zarifin ötesine geçemeyiz.[xlvii] diyerek öne çıkarır adı geçen şairleri.
 Fuzulî’ye Dair” adlı yazılarının ikincisinde ise: “Ah bu eski şâirler… Niçin onları sık sık okumaz ve sevmeyiz, bir türlü anlamam.[xlviii] Dedikten sonra, aynı yazının son cümlesi olarak “… İstanbullu şâirin zafer arabasının Fuzulî’nin açtığı yoldan geçtiği de inkâr edilemez.”[xlix]
Benzeri bir hükmü “Fuzulî ve Bâkî” başlıklı makalede de görürüz. Yazısına şöyle başlar Tanpınar: “Fuzulî ve Bâkî, iki kutup gibi karşılaşırlar. Aralarındaki konuşma yaşadıkları devri aşar, hattâ Tanzimat’a ve bugüne kadar gelir.[l]
Fuzulî’ye Dair” başlığını taşıyan üçüncü bir makalede, “Fuzuli en büyük şairlerimizden biridir. Yunus’u istisna edersek –böyle bir ayırma lazımdır; çünkü Yunus 600 yıl evvelinden bugüne açılan kapıdır,- onunla ancak Nesimi, Necati Bey, Nef’i, Baki, Nedim Şeyh Galib gibi eski şiirin sıkı nizamı ve üçüzlü lügatı içinde gerçekten bir çığır açabilen şairler boy ölçüşebilirler.[li] der.
Yunus Emre’yle ilgili olarak “Yunus Emre” adlı yazısında şunları söyler: “O daima tek başınadır. Eğer muhakkak bir kalabalığa katılacaksa, bu kalabalık şüphesiz kendisinden sonra gelenler, yaptığı işi devam ettirenlerdir. Bâkî’dir, Nef’î, Nedim, Fuzulî, Şeyh Galib, Haşim, Yahya Kemal’dir.  Akabinde Yunus’u Mevlâna ile mukayese eder: “Hattâ muasırı olan adlı sanlı Mevlâna ile his ve düşünce yakınlığı dahi bu belirlikler ötesi yaşamağı, bu yalnız başınalığı bozamaz.[lii]
Nedim’e Dair Bazı Düşünceler” başlıklı yazısında Tanpınar, Nedim’i geleneğin zirvesi olarak görür: “Nedim’de bir bakıma göre her şey an’aneden gelir. Neş’esi, humour’u, hayat karşısındaki rindâne durumu kendinden evvelki şâirlerde, Bâkî’de, Yahya Efendi’de, mizaç ayrılığına rağmen o kadar çok sevdiği ve eserini yakından takip ettiği Nef’î’de ve diğer XVII nci asır şâirlerimizde ol örnekleri bulunan vasıflardır.[liii]
Tanpınar’ın zirve isimlere yaptığı atıfların en bilineni ile bu başlığı tamamlayalım. Yukarıda başka bir vesileyle de iktibas etmiştik: “Gençleri seviyorum, fakat canım şiir okumak isteyince Bâki Efendi’yi açıyorum”.[liv]

Sonuç
Yazdığı birbirinden farklı türlerdeki eserlerle yaşadığı çağı geçmiş ve geleceğe bağlayarak sorgulayan büyük bir ediptir Ahmet Hamdi Tanpınar. Bu sorgulamalar sırasında geçmiş, şimdi, gelecek adlı üç dönemi bir zincirin kopmaz halkaları olarak görmek istedi. Geleneğe yaslanarak oluşturduğu eserler, yazdığı satırlar onun bu gayretine delildir. İşbu tebliğimizde ele aldığımız geleneğe yönelik teorik bakışlarının yorumlamasına gelince: Çalışmamız Tanpınar’ın çektiği sancının zihni arka plânını işaret etsin, yeter…



[i] Kavramın ayrıntılı karşılıkları için bkz. Cevat Akkanat, Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri, Kültür Bakanlığı Yay., Ank., 2002,  s. 1-29.
[ii] TDK, Türkçe Sözlük, (1983),  Gelenek maddesi.
Kavramla ilgili olarak sözlükte şu tanımlamaları da buluyoruz: “Gelenekçi: Geleneklere bağlı (kimse); Gelenekçilik: Toplumsal kurumları ve inançları yalnızca geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen, yeni kültür öğelerini ise değersiz sayan tutum ya da öğreti; Gelenekleşmek: Gelenek durumuna gelmek; Gelenekleştirme: Gelenekleştirmek eylemi; Gelenekleştirmek: Bir şeyi gelenek durumuna getirmek; Gelenekli: Geleneği olan, geleneklere dayanan; Geleneksel: s. Geleneğe dayanan, gelenekle ilgili olan, ananevi.”
[iii] D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, (1996), Gelenek maddesi.
D. Mehmet Doğan da kavramla ilgili olan şu kelimeleri ve karşılıklarını verir:  Gelenekçi: Gelenek taraftarı, soysuz yenileşmeye karşı gelenekten gelen değerleri savunan, an’aneci; Gelenekçilik: Gelenek yoluyla edinilen, aktarılan ve kazanılan alışkanlıklara ve uygulamalara bağlılık şeklinde beliren anlayış, inanç ve fikir sistemi, an’aneviye; Gelenekli: Geleneği olan; Gelenek vasfında olan, ananevî, geleneklik, (uyd. Geleneksel); Geleneklik: Geleneğe dayanan, geleneği olan; gelenek hâline gelmiş bulunan, ananevî, gelenekli (uyd. Geleneksel); Geleneksel: (uyd.) Gelenekli, geleneklik, ananevî.
[iv] René Guénon, Doğu Düşüncesi,   (Çev: Fevzi Topaçoğlu), İz Yay., İst., 1977, s. 77.
[v] Frithjof Schuon, İslamı Anlamak, (Çev: Mahmut Kanık), İst. 1988’den aktaran, Muhsin Macit, Gelenekten Geleceğe, Akçağ Yay., Ank., 1996, s. 11.
[vi] T.S Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çev:  Sevim Kantarcıoğlu), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ank., 1983, s. 20.
[vii] Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Yay., İst., 1992.
[viii] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I, Diriliş Yay., 2. Bas., İst., 1988, s. 96
[ix] Ahmet Hamdi Tanpınar,  Edebiyat Üzerine Makaleler , (Haz. Zeynep Kerman)  , Dergah Yayınları, 3. Baskı, İst., 1992, 548 s.
[x] Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, Çağlayan Kitabevi, 7. Bas., İst., 1988, 693 s.
[xi] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, (Haz. Birol Emil), Dergâh Yay., 2. Bas., İst., 1996, 470 s.
[xii] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Dergâh Yay., 3. Bas., İst., 1995, 224 s.
[xiii] Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanpınar’ın Mektupları,  (Haz. Zeynep Kerman), Dergâh Yay., 4. Bas., İst., 2007, 359 s.
[xiv] Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanpınar’dan Hasan-Âli Yücel’e Mektuplar,  (Haz. Canan Yücel Eronat ), YKY, İst., 1997, 102 s.
[xv] Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı,  (Haz. İlyas Dirin, vd.), YKY, 3. Bas., İst., 2004, 279 s.
[xvi]Konuyla ilgili geniş bilgi için Bkz. Mehmet Kahraman, Divan Edebiyatı Üzerine Tartışmalar, Beyan Yay., İst., 1996, 408 s.
[xvii] Tanpınar,  Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 101.
[xviii] Age., s. 27.
[xix] Age., s. 101-127.
[xx] Age., s. 87.
[xxi] Age., s. 88.
[xxii] Age., s. 87.
[xxiii] Age., s. 87.
[xxiv] Age., s. 83.
[xxv] Age.,  s.  84.
[xxvi] Age., s. 94-95.
[xxvii] Age., s. 87.
[xxviii] Tanpınar, Yahya Kemal,  s. 20-21.
[xxix] Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 90.
[xxx] Age., s. 22.
[xxxi] Age., s. 25.
[xxxii] Age., s. 83.
[xxxiii] Age., s. 338.
[xxxiv] Age., s. 24
[xxxv] Age., s. 177-178.
[xxxvi] Age., s. 16-17.
[xxxvii] Age, s. 142.
[xxxviii] Age., s. 179-180
[xxxix] Age., s. 171.
[xl] Age., s. 322.
[xli] Age., s. 58.
[xlii] Age., s. 59.
[xliii] Age., s. 74.
[xliv] Age., s. 94-95.
[xlv] Age., s. 96.
[xlvi] Age., s. 100.
[xlvii]Age., s. 92
[xlviii] Age., s. 141.
[xlix] Age., s. 145.
[l] Age., s. 146.
[li] Age., s. 150
[lii] Age., s. 134.
[liii] Age., s. 169.
[liv] Age., s. 84

Hiç yorum yok: