Tabiatın can alıcı kuşatmasına suların
büyük katkısı vardır: Vadileri daimi şırıltılarıyla şenlendiren orman içi
çeşmeler, yüksek şelalelerden süzülmeye ahdetmiş küçük su yatakları ve bütün o
ince akışların bir araya gelmesiyle yollar boyunca gitgide büyüyen bir dere…
Çeşmeler: Bir sebeple – ah o bir sebep, neydi o: çobanlık, tarım işçiliği,
çamaşır veya buğday yıkamaya yahut un öğütmeye gitme; istasyon yolculuğu bir
de, şehre veya köye ulaşmak için- dalıp
gittiğimiz orman içlerinde karşımıza çıkıveren ve kulağımıza çağlayan sesi gibi
gelen küçük çeşmelerin biteviye şırıltıları susuzluğumuzu baştan çıkarır,
içinde yanıp gittiğimiz yaz sıcaklığının hararetini ansızın kesiverirdi. Sonra… Köy içindeki çeşmelere göre daha bir
içimlikti bunların suyu. Eşeklerimize yükleyip boş su testilerini, üşenmez
doldurur evlerimize getirirdik. Üçpınar, Çınarpınar, Çeşmecik… Bir düzine kadar
sayabilirim onları; suları bol olsun, su içenleri bol…
Şelale: Çarlek diye bir şelale var, bana hep korku verdi, daima ürperti verdi.
Onunla ilgili hikâyeler ya arınma efsanelerine çıkıyordu yahut vesveselere.
Şimdi unutulmuş olabilir, kuşağımdan çocuklar, muhtemelen bahar mevsiminde
anneleri tarafından o şelalenin altına tutulur, orada fena halde yıkanırdı.
Neyi savuşturuyordu anneler, çocuklarına musallat olan hangi musibet şeyi? İşte
buydu, bu büyük endişeydi çocuğu hırpalayan. “Çarlek” diye uzun bir şiir
yazmıştım. Küçük bir bölümü, işte:
akar
bir
şelaledir şarıldayarak
şar
şar
köpüren
sular
altındayız
biz
altındanız
yaldız yaldız
yangınlara
büyüyecek
arınan
çocuklar
küçük
gövdeli
dev hayallerle…
Sular ülkesinden bir başkası: Dere. Kille Çayı: Biz dere kıyısı derdik,
yakınımızdan akar giderdi o. Her daim hayatımızın içindeydi. Şehirle ulaşımımızı
sağlayan Mezitler İstasyonu’na giderken önümüzü keserdi, ahşap bir köprüyle
üstünden geçerdik. Bahardan sonbahara onun çevresindeki geniş arazilerde
ineklerimizi otlatır, sıcaktan bunaldıkça münasip koylarında yüzmeye girerdik.
Yüzmeyi onda öğrendim, altı yaşında. Benden beş altı yaş büyük dayım Yakup Can,
“Suarası” denilen yerde bir çınarın kökü dibindeki dingin ve derin suya
bırakıvermişti bedenimi. O kadar. Can havliyle çırpınmak yüzmeyle ilgili
reflekslerimi geliştirdi. Yüzme işinin hallinden sonra dereden çıkmaz olmuş,
başka maceralara da atılmıştım.
Mesela balık tutma bahsinde birkaç yol
vardı, o sanatlarda ilerlemeye başladım. Akıntı yerlerde balıklar genellikle
taşların altına gizlenirdi. Onları avlamak için elimize bir başka taş alır,
vururduk sudakinin üstüne. Biraz sonra az da olsa yaralanmış balık, çıkıverirdi
suyun yüzeyine. Avcılığımızın ikinci bir çeşidi kaydırma kurmaktı. Akıntıyı iki
boydan daraltarak taşlarla keser, en uçta ağaç dallarıyla geniş bir elek
oluşturur, balığın oraya düşüp kalmasını sağlardık. Akşamdan sabaha sepet sepet
balık düşerdi kaydırmamıza…
Bu balıkçılık işleri genellikle yaz
mevsimine mahsustu. Yaza, balıkçılığımıza ama en çok da çobanlık hayatımıza
mahsus başka bir şey “Yatak”
keyfiyetimizdi. Hayvan sürüleri olan ailelerin birkaç ay boyunca yaylada
geçirdiği sürece denirdi “Yatak”. Genellikle Kille Çayı’na yakın bir yerde
olurdu. Bizde birkaç hayvan vardı, küçük veya büyükbaş. Ama dayımların sürüleri
vardı. Onlarla birlikte biz de yatağa giderdik. Yaylaya çıkmanın “Yatak”la
anılmasının sebebi gayet basitti. Yatak dediğimiz aslında ağaçlarla örülmüş,
üstüne naylon çekilmiş ilkel yaz yapılarıydı. Tabiatın içinde ağaç evler.
Ağaç evlerimiz, ürperişlerimize,
titreyişlerimize, sevinçlerimize, fakat daima hayal ülkelerimize kapı aralayan
mekânlarımızdı.
(3 Temmuz 2014, Milli Gazete)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder