29 Aralık 2018 Cumartesi

SU BAHSİ, AĞAÇ EVLER...

Tabiatın can alıcı kuşatmasına suların büyük katkısı vardır: Vadileri daimi şırıltılarıyla şenlendiren orman içi çeşmeler, yüksek şelalelerden süzülmeye ahdetmiş küçük su yatakları ve bütün o ince akışların bir araya gelmesiyle yollar boyunca gitgide büyüyen bir dere…
Çeşmeler: Bir sebeple – ah o bir sebep, neydi o: çobanlık, tarım işçiliği, çamaşır veya buğday yıkamaya yahut un öğütmeye gitme; istasyon yolculuğu bir de, şehre veya köye ulaşmak için-  dalıp gittiğimiz orman içlerinde karşımıza çıkıveren ve kulağımıza çağlayan sesi gibi gelen küçük çeşmelerin biteviye şırıltıları susuzluğumuzu baştan çıkarır, içinde yanıp gittiğimiz yaz sıcaklığının hararetini ansızın kesiverirdi.  Sonra… Köy içindeki çeşmelere göre daha bir içimlikti bunların suyu. Eşeklerimize yükleyip boş su testilerini, üşenmez doldurur evlerimize getirirdik. Üçpınar, Çınarpınar, Çeşmecik… Bir düzine kadar sayabilirim onları; suları bol olsun, su içenleri bol…
Şelale: Çarlek diye bir şelale var, bana hep korku verdi, daima ürperti verdi. Onunla ilgili hikâyeler ya arınma efsanelerine çıkıyordu yahut vesveselere. Şimdi unutulmuş olabilir, kuşağımdan çocuklar, muhtemelen bahar mevsiminde anneleri tarafından o şelalenin altına tutulur, orada fena halde yıkanırdı. Neyi savuşturuyordu anneler, çocuklarına musallat olan hangi musibet şeyi? İşte buydu, bu büyük endişeydi çocuğu hırpalayan. “Çarlek” diye uzun bir şiir yazmıştım. Küçük bir bölümü, işte:
akar
bir şelaledir şarıldayarak
şar
şar
köpüren sular

altındayız biz
altındanız yaldız yaldız
yangınlara büyüyecek

arınan çocuklar
küçük gövdeli
dev  hayallerle…
Sular ülkesinden bir başkası: Dere. Kille Çayı: Biz dere kıyısı derdik, yakınımızdan akar giderdi o. Her daim hayatımızın içindeydi. Şehirle ulaşımımızı sağlayan Mezitler İstasyonu’na giderken önümüzü keserdi, ahşap bir köprüyle üstünden geçerdik. Bahardan sonbahara onun çevresindeki geniş arazilerde ineklerimizi otlatır, sıcaktan bunaldıkça münasip koylarında yüzmeye girerdik. Yüzmeyi onda öğrendim, altı yaşında. Benden beş altı yaş büyük dayım Yakup Can, “Suarası” denilen yerde bir çınarın kökü dibindeki dingin ve derin suya bırakıvermişti bedenimi. O kadar. Can havliyle çırpınmak yüzmeyle ilgili reflekslerimi geliştirdi. Yüzme işinin hallinden sonra dereden çıkmaz olmuş, başka maceralara da atılmıştım.
Mesela balık tutma bahsinde birkaç yol vardı, o sanatlarda ilerlemeye başladım. Akıntı yerlerde balıklar genellikle taşların altına gizlenirdi. Onları avlamak için elimize bir başka taş alır, vururduk sudakinin üstüne. Biraz sonra az da olsa yaralanmış balık, çıkıverirdi suyun yüzeyine. Avcılığımızın ikinci bir çeşidi kaydırma kurmaktı. Akıntıyı iki boydan daraltarak taşlarla keser, en uçta ağaç dallarıyla geniş bir elek oluşturur, balığın oraya düşüp kalmasını sağlardık. Akşamdan sabaha sepet sepet balık düşerdi kaydırmamıza…
Bu balıkçılık işleri genellikle yaz mevsimine mahsustu. Yaza, balıkçılığımıza ama en çok da çobanlık hayatımıza mahsus başka bir şey “Yatak” keyfiyetimizdi. Hayvan sürüleri olan ailelerin birkaç ay boyunca yaylada geçirdiği sürece denirdi “Yatak”. Genellikle Kille Çayı’na yakın bir yerde olurdu. Bizde birkaç hayvan vardı, küçük veya büyükbaş. Ama dayımların sürüleri vardı. Onlarla birlikte biz de yatağa giderdik. Yaylaya çıkmanın “Yatak”la anılmasının sebebi gayet basitti. Yatak dediğimiz aslında ağaçlarla örülmüş, üstüne naylon çekilmiş ilkel yaz yapılarıydı. Tabiatın içinde ağaç evler.
Ağaç evlerimiz, ürperişlerimize, titreyişlerimize, sevinçlerimize, fakat daima hayal ülkelerimize kapı aralayan mekânlarımızdı.

(3 Temmuz 2014, Milli Gazete) 

Hiç yorum yok: