3 Aralık 2018 Pazartesi

CAHİT KOYTAK: "ŞAİR OLARAK BİZ ONUN HALİFESİYİZ, YANİ KALFASI...”

2012-2016 yılları arasında Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür Aş tarafından Bursa’da, İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nde farklı kültürel etkinlikler yapılıyordu. Şair, yazar Metin Önal Mengüşoğlu ile Cevat Akkanat’ın yönetiminde gerçekleştirilen etkinlikler arasında ‘Edebiyat Akşamları’ adlı program da yer alıyordu. Bu programda misafir edebiyatçılar Cevat Akkanat’ın sorularını cevaplandırıyordu.  
Cahit Koytak’ın ender konuşmalarından birisi olarak aşağıdaki söyleşi 26 Aralık 2012 tarihinde gerçekleştirilmiş olup ilk kez Umran Dergisi'nin 253. sayısında (Eylül 2015, s. 68) yayımlanmıştır. 


Program Metin Önal Mengüşoğlu’nun Cahit Koytak’ı takdimiyle başladı. Mengüşoğlu konuşmasında özet olarak şunları söyledi:
Bugün aramızda benim ilk gençlik arkadaşım, sevgili dostum Cahit Koytak var. Cahit Koytak bu gibi etkinliklere çok fazla katılma taraftarı değil. Onun bu tutumunu doğrusu ben saygı ile karşılıyorum. Bugün buradaysa Bursa’nın, bizim hatırımız için burada. Kendisine şükranlarımı arz ediyorum sizin adınıza. Teşekkür ediyorum. Kırmadı bizi, davetimize icabet etti. Umut ediyorum ki güzel bir gece geçireceğiz. Onu biraz daha yakından tanıyacağız. Eserlerini, şiirlerini.
Onun yüzüne karşı övmek, hakkında konuşmak çok doğru değil. Bundan hicap duyuyorum. Bize yani bu sohbetimize katılan bütün dostlarımıza bir hediye getirmiş. Hediyeyi de göstereyim size. Çiçeği bu salona getirmiş. Kendisine çok teşekkür ediyorum.
Tabii, ilk gençliğimizde birtakım şiirlerimizi birlikte kotardık. Benim ilk kitabım Gâvur Kayırıcılar yayınlanırken Cahit Koytak’ın, küçük kardeşi Mehmet Koytak’ın çok büyük emeği vardı. Türkiye’de 1973 yılında bizim camianın yayımladığı eserlerin fiziki yapısı maalesef son derece ilkel iken Cahit Koytak ile Mehmet Koytak’ın emekleriyle Gâvur Kayırıcılar kitabı çok flaş bir kitap olarak çıktı. Türkiye’de ilk defa bizim camianın bir eserinin fiziki yapısı bizden olmayan insanlar tarafından alkışlandı, beğenildi, takdir edildi. O bakımdan kendisine bu anlamda da minnettarım.
Bir sözüm var tabii benim. Kendisine söz verdim. Dedi ki ben şiir okumaya gelirim gelirsem dedi. Ama sen de okuyacaksın dedi. Ben de söz verdim. Şiir okuyacağım şimdi size, kendi şiirlerinden birisini tabii. Ama bu şiirin bir alt yapısı olduğunu düşünüyorum. Kendimce bu alt yapıyı doğru yorumlamışım mı bilmiyorum ama bu alt yapı hakkında kısa bir şeyler söylemek de istiyorum. Çünkü bu şiirin felsefesine yaklaşabilmek için bu alt yapıya cidden çok ihtiyaç var. O da şu: İlahi vahiy der ki, hayat suda başladı. Arkasından insan topraktan yaratıldı der. Bununla yetinmez, devam eder: İnsan çamurdan, balçıktan yaratıldı der. Dikkat edersen başlangıçta su var, sonra toprak var, bu ikisi buluştuğunda balçık oluşur.  Devamında ise insan pişirilmiş çamurdan yaratıldı diye bir ifade var. Burada da su ile toprağın yanına ateş indirildi diyor. Ateşin olabilmesi için havaya ihtiyaç var. Tarih boyunca anasır-ı erbaa dedikleri, su, toprak, ateş, hava… Demek ki bunlar insanın mayasına koyulmuş.
Kur’an-ı Kerim’de insanın varoluşuyla alakalı terkipler bunlardan ibaret değil. Arkasından, pişirilmiş hamurdan yaratıldı dedikten sonra, şekil verilebilir mayadan, hamurdan, çamurdan, ne derseniz deyin, kendisine şekil verildi diyor. Yani bir çocuğun elindeki oyun hamurunu düşünün. O hamurdan istediği şekli yaratabilir çocuk. Cenab-ı Allah da insanı var ederken adeta böyle sembolik biçimde, cazip biçimde bunu anlatıyor, şekil verilebilir çamurdan, mayadan, hamurdan yapıldı, yaratıldı deniyor. Bu da yetmiyor, arkasından ona ruh üfledik diyor. İnsanın varoluşu böyle bir aşamadan geçiriyor. Ve sonunda insan kendisine ruh üflenerek insan oluyor. Eğer yanlış anlamadıysam şair Cahit Koytak, “Şairlerin Tanrısı” adıyla yazdığı birkaç şiirin bir tanesinde sanki Kur’an’ın bize bu öğretisini yeniden hatırlatıyor. Bakalım doğru yorumlamışım mı, bu şiiri okuyarak sözü kendisine bırakacağım. (Mengüşoğlu, “Şairlerin Tanrısı 1” adlı şiiri okudu)
Cevat Akkanat’ın biyografik bir tanıtım metni okumasından sonra sözü Cahit Koytak aldı:
“Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum. Saygıyla kucaklıyorum, selamlıyorum. Hak ettiğimden kuşku duyduğum niteliklerle andılar beni. Önce Metin Bey… Kırkbeş yıllık dostum, arkadaşım, gençlik arkadaşım Metin Bey… ve Cevat Bey… Kendilerine teşekkür ediyorum. Umuyorum vasfettiklerine yaklaşan bir hayatım olur.
Ben şöyle düşünüyorum. Ben şair olarak tanındığıma göre en mümeyyiz vasfım yazdığım şiirler. Şiirleri bir kenara bırakıp dünya hakkında, insan hakkında, kendim hakkında, yazdığım şiirler hakkında konuşmam şiirle sizlerin arasına girmek gibi, her zaman telakki ettim. Şiirle okur arasına girmek gibi telakki ettim. Biraz bunun için böyle fazla topluluklar içine konuşmacı olarak katılmaktan kaçındım. Biraz da mizaç olarak ben biraz münzevi kalmaktan hoşlanan bir tabiatım var. Lütfen beni anlayınız. Bir şairi en güzel anlatan şey yazdıklarıdır. Ve zaten sizin tanıdığınız o şair de o yazdıklarının içinde vardır. Şurada, şu etten kemikten kalıp içinde değil o. O kitapların içinde o. Sizin tanıdığınız eğer daha önce tanıdıysanız, okuduysanız şiirlerimi. Ben oradakiyim, daha doğrusu o kitapları yazan şair o kitapların içindeki kadar. Ne eksik ne fazla. Onun için dilerseniz gelin şiir okuyalım, şiiri tadalım, emin olunuz hem okuduğum şiirler ondan daha da çok sizin şiire katılımınız, sizin duygularınızla onda algıladığınız zenginlikler, kattığınız zenginlikler, ürettiğiniz, hem kendiniz için, hem de belki bana kadar ulaşan uzantılarıyla, benim için ürettiğiniz zenginlikler inanınız bir benim konuşmacı size verebileceklerimden daha renkli, daha meraka değer olacaktır.  Bu arada sorular filan olursa, ufak, alabiliriz tabii.


Şiire İlk Adım: “Beşinci Sınıfta Gizli Şeyler Yazdım!”

Cevat Akkanat- Üstadım, siz yine de şiirle cevap verebilirsiniz. Doğrusu merak ettiğimiz bazı hususlar var sizinle ilgili. Mesela sizin şairliğinize etki eden temel dayanaklar, çocukluğunuzdan, küçüklüğünüzden beri, bunlar hakkında biraz bilgi verirseniz, gençler de var aramızda, nelere dikkat ederler gençler, bunu isterseniz şiirle de cevaplayabilirsiniz.

Cahit Koytak- Tabii, aslında keşke… Mutlaka bunlardan bahseden şiirlerim var da…  Ama bulmam zor şimdi… Rastlarsak onlardan okuyabiliriz… Madem kısaca cevap vereyim…
Şimdi, evet, ya bizim Erzurum’da yani soluması kendisine nasip olmuş insanların, gençlerin kolayca şiirin götürdüğü iklime içinde kendini bulmalarını sağlayacak bir atmosfer vardır evlerde. Ben yedi kardeşlik kalabalık bir ailenin altıncı çocuğuyum. Babam kunduracıydı ve bir halk bilgesiydi. Gerçekten bir halk bilgisiydi. Benim sayılarını bilemeyeceğim, ama mutlaka sayılabilir miktarda halk hikâyesi bilirdi. Köroğlu, Kerem ile Aslı, Ercişli Emrah, Sümmani, bunları deyişleriyle anlatırdı. İyi bir anlatıcıydı. Halk zevkiyle, halk kıvamıyla, halkın anlatım kıvamıyla çok güzel anlatan, böyle ağız açık dinlettiren, özellikle çocukları ve gençleri etkileyen birisiydi. Ümmiydi kendisi. Bir, bu olabilir. İki, benden büyük ağabeylerim, ablalarım arasında şair olmasa da kitaba yakın olanlar vardı, evimizde kitaplar vardı, bir kitap rafı vardı beni büyüleyen mesela. Üç, demin, programdan önce özel sohbette de yeri gelmişti, biz şehirde yaşıyorduk, fakat yazları bir köy hayatımız vardı, annem bir köy kadınıydı, bir köylü güzeliydi, yüz yaşın üstünde vefat etti, Allah rahmet etsin hepimizin geçmişlerine, onun köyü vardı. Erzurum’a yakın bir yer, biz her yaz bir iki ayımızı çocuklar, orada geçirirdik, köy atmosferi şehirden gidenler için büyüleyici bir şeydir. Köylüler için değil, köy çocukları için değil. Onlar için belki şehirler öyledir. Ama şehirliler için köy gerçekten büyüleyici bir ortamdır. O etkili olmuş olabilir.
Bir de kaybettiğim bir kitap. Abimin kitapları arasında bir şiir antolojisi vardı. İçinde işte Yunus Emre gibi bildiğimiz Türk şairlerinden, iyi şairlerden seçilme bir kitap vardı. Kapağı da kopuktu. Ben de ikinci sınıftaydım galiba ilkokul. Onu çantamda zaman zaman taşıyordum. Bazı şiirleri de ezberlemiştim. Böyle arada çıkarıp sınıfta okumak, bazı öğrenciler için yani böyle şey bir şey, farklı bir şey onlardan, biraz sizi onların üstüne taşıyan değişik bir durumdu. Haşarı bir arkadaşım vardı. Israrla birkaç gün bir gün bana ver bunu, ben de bir okuyayım evde okuyayım dedi. Bir gün verdim. Nihayet beni razı edebildi. Fakat geri getirmedi. Ha bugün ha yarın, günler geçti, haftalar geçti geri getirmedi. Yandım o kitaba… Bir antoloji. Sonradan öğrendim ki yani benzerleri çok bulunabilecek, küçük böyle Varlık Yayınları ebadında basılmış bir antoloji. Bu böyle, şiirle alakamı biyografik bir çizgiye taşıyabilecek anılarımdan biri de odur. 
E tabii bir de beşinci sınıfta bir kız vardı. (Gülüşmeler) Gizli gizli ona söylenebilecek güzel sözleri yazmaya çalıştığım şeyler vardı. Sonra bu duyuldu arkadaşlar arasında. Onlar da benden ona benzer kendi maceraları için bir şeyler üretmemi sipariş vermeye başlamışlardı. Böyle… Sanırım bu sorunun uzun bir cevabı oldu.


“Halife, Yani Kalfa: Şair…”

Şimdi ‘dokunduğu her şeyi şiire çeviren adam’ deniyor size. Bazı yazar arkadaşlar sizin adınızın önüne bu cümleyi getiriyor.
Latife yapmışlar.
Metin Önal Mengüşoğu’nun da sizin şiirlerinizi çok iyi okuduğunu söyleyenler de var.
Doğru, çok doğru. Bu bir cesaret konusu oldu şimdi. Biraz önce yaptığı o güzel okumadan sonra ben nasıl şiir okuyacağım. Nasıl beğendireceğim, dinleteceğim…
 Şimdi, aslında ben soru soramayacağımı düşünüyordum, sizin bu konudaki kanaatlerinizi bildiğim için. Gerçi sorularımı hazırladım, hatta bunları Milli Gazete’deki köşeme “Cahit Koytak’a Sorsaydım” başlığıyla gönderdim. Şimdi, ben soramayacağımı düşünüyordum açıkçası, fakat görülüyor ki yanılmışım. Bir fırsat doğduğuna göre… Evet, öncelikle sizin ilk kitabınızdan başlamak istiyorum, İlk Atlas’ta   ‘Taha’nın ‘asa’sına dayanarak yola çıktığınızı görüyoruz. Özellikle kitabın girişindeki pasajı işaret etmek istiyorum. Hayatınıza, eserlerinize, yazıp çizdiklerinize bakarsak, yolculuğunuz hiçbir aksamaya uğramadan devam ediyor. Kur’anî bir çizgi. Şöyle sorayım, ana kaynak Kur’an’la olan ilişkiniz eserlerinizde, mesainizde ne kadar etkendir? Bunu şöyle de anlayabilirsiniz: Şairin ve şiirin vahiyle irtibatı ne olmalı, nasıl olmalı, niçin?
   Keşke dinleyicilerin de aktif olarak katılmasına fırsat tanıyacak, onların düşünmesini ve algılamasını gündeme getirecek bir süreç oluştursaydık. Bu sorunuza karşılık olabilecek şiirlerim olduğunu düşünüyorum, onları okusaydık. Daha iyi olurdu.
Fakat şu kadarını söyleyebilirim. Biliyorsunuz, bizim temel anlayışımız yüce yaratıcının, biz yeryüzündeki onun ayetlerini, yazılarını, şiirlerini okumaktan aciz kaldığımız dönemlerde -ki kimimiz onları şiir olarak algılayabiliriz, kimimiz yazılı metin olarak, kimimiz renk, resim olarak algılayabiliriz, kimimiz sanatın başka tezahürleri olarak- yazılı vahiyler, yazılı ayetler indirmiş.
Bu bizim temel Kur’anî anlayışımız… Yani şu demek oluyor, bir yazılı vahiy, yazılı ayetler var. Bunun son mecmuu da Kur’an-ı Kerim… Bir de sayılamayacak kadar çok, akla, hesaba sığdırılamayacak kadar çok çeşitli, derinlikli yazılmamış ayetler var. Şiir bence bunları okumanın yollarından biri, okumaya kafayı takmış olmanın yollarından biri. Bunu kendisine meslek edinmeyi kafasına takmış insanların işi. (Bir su bardağını göstererek) Şu gördüğünüz, şu kadarcık bir şeyin içinde sayamayacağım kadar ayet var. Yani oturup düşünsem, hem bunu düşünme yeteneği vermiş bana, hem sayım döküm yapılamayacak kadar zengin ve değerli bir ayet, yaratma yeteneği. Hem de nesnel olarak karşımda gördüklerim, yani bir bardak ve içindeki su. Şiirin işi bu bence… Her şeyden çok, bilimden daha çok, hukuktan daha çok, onları da kapsayacak şekilde, şiirin işi bu. Ben zannediyorum biraz da böyle bakmanın kolaylığını keşfettiğim için, kolay yazıyor olabilirim. Bu bir meziyet olarak algılansın istemem tabii ki. Ama bundan eminim. Her şey, her yer şiirle dolu, ayetle dolu, yani çözmemiz gereken, şöyle veya böyle okumamıza imkân veren gerçeklerle, ayetlerle dolu gibi geliyor bana. Zihnimiz, algı gücümüz elverdiği sürece biz insanlar, biz şairler bu okumayı yapabiliyoruz. Ve bir de çoğu şiirde bir fikri sabit halinde ifade ettiğim gibi, biz onun (Allah’ın) çırağıyız, yani ustamız O. Hele hele şair olarak, biz onun çırağıyız, sonra kalfasıyız. Bir dipnotta düşmüştüm, özellikle niye kalfa diyorum? Halife kelimesinden türemiş bir kelime kalfa. Biliyor muydunuz? Kalfa, halife sözcüğünün Türkçede bozulmuş şekli. Usta ile çırak arasındaki meslek sahibi kişiye kalfa deriz ya. Allah bizi (Âdem’i) hani halife olarak gönderdi ya. “Yeryüzünde bir halife yaratacağım. Yeryüzünde benim adıma bazı sorumlulukları yüklenecek, benim adıma bazı işleri yapacak ve benim yaptığım bazı işleri yapabilecek…” Halife budur, yani kalfa. Önce çırak oluyoruz, sonra onun kalfalığını hak ediyoruz.   Böyle düşünerek şair olunabileceğini hissettim, böyle düşündüm, yola çıktım. 


Generallerin Kostümlerine Karşı Şiir…

Sizinle icra ettiğimiz işbu programın ön tanıtımlarını farklı ortamlarda yaparken görsel materyalin ve metinlerin arasında Cazın Irmakları kitabınızdan seçilmiş bazı dizeler ekledim. Bunlara bir de sizin şiirlerinizde adını verdiğiniz caz üstatlarından bazılarının video linklerini ekledim. Tabii bunlardan tepki aldım. “Hayrola caz da nereden çıktı diyenler?” oldu. Ben sizin biraz önce söylediklerinizle uyum gösteren bazı dizeleri Cazın Irmakları’ndan seçtim. Mesela,  “Tanrı’nın yaratma sanatına benzeyen / Tanrı’nın yok etme sanatına benzeyen / Tanrı’nın, tekrarlana tekrarlana güzelleşen, / Zarifleşen, zenginleşen doğaçlamalarına / Cazdan daha benzeyen sanat var mı?” diyor… Evet, dokunduğu nesneyi şiire çeviren bir şair ve ayrıca O büyük Usta’nın kalfası olarak onları dünyamıza mal ediyor.
Şimdi, başka bir soruya geçiyorum, Kızlar için gökten “Alkış kamçı ve günah” yağdırdınız, “Huş ağacı hakkında bilgi top”lamaya kalkıştınız, “Nuh’a gemi resimleri” yaptınız, “Vitrincinin destanı”nı yazdınız. Ama biz sizin “generallerin niçin sokağa çıka”mayacağına dair tespitlerinize takılıp kaldık. O şiirde sokağa çıkamayan generalleri şöyle mahkûm etmiştiniz: “Sokağın üstündeki sahanlıktan / geçip giderler / helikopterlerle teyyarelerle”. Şimdi şunu sormak size “Uludere Uludere”yi yazmak zorunda bırakan bu alçak “teyyare” sahiplerini uçurur muydunuz şimdiki aklınız olsaydı? Yoksa daha farklı bir şekilde mi yerin dibine boylatırdınız o alçakları? İsterseniz Uludere şiirini de okuyabilirsiniz…
12 Eylül yıllarında yazılan bir şiirdir Generaller şiiri... Ben bu iki şiiri (“Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz” ve “Uludere”) birbirini tamamlayan iki şiir olarak görüyorum. Generaller halka insandan başka bir şeymiş gibi görünme yani insandan daha güçlüymüş gibi görünme mesleğinin figürleri. Mesleklerini öyle satmaya çalışan, insanların içine girmeyen, kendileri uzak tutarak arzu ettikleri iktidar ve güç vehmini yaratma düzeninin bir parçası onlar. Dolayısıyla bugün de Uludere’de o gücün temsilcisi olarak görebiliriz. (Cahit Koytak, “İyi, böylece şiir okuma faslına da başlıyoruz” diyerek “Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz” şiirini okudu.)
Bu hepimizin gözlemlediği bir şeydir, sokakta pek general göremeyiz yani değil mi, girmezler bizim aramıza. Filmlerde filan görebiliriz. Ve bir tiyatro oynarlar onlar. Yani İktidar yapıları sıradan insanlar karşısında hep bir tiyatro oynarlar.
Dikkat ederseniz kostümleri vardır generallerin yani gücü yansıtan. Gücü bize hatırlatan, bizi alesta tutma niyetini yansıtan kostümler giyerler, işte apoletler rütbeler, böyle olduğundan daha yüksek, heybetli gösteren şapkalar. Bu bir tiyatro gösterisidir. Bunu yansıtmaya gösteren bir şiir. Oynadıkları oyunu yansıtmaya çalışan bir şiir. Uludere ise bunun çok acı veren bir tezahürü. Ben gerçi her zamanki hallerimize ilişkin şiirler okumak isterdim. Yani harp, darp, ölüm, vahşetler, toplumsal trajedilerin yaşanmadığı dönemlerde bile insanın yüklendiği sorunlara ilişkin, insanın dünyasına dair olan şiirler okumak isterdim.

Uludure’yi şiirleştiren şairlerden birisiniz. Abdurrahman Adıyan, Ali Emre gibi arkadaşlar da yazdı Uludere şiirleri. Bu arada iki gün sonra Uludere’nin yıldönümü. Buna binaen sizin sesinizden “Uludere, Uludere” şiirinizi dinlesek.
 Tabii olabilir. Üzüle üzüle, yaralarımızı deşerek okuyacağız. (Bu şiiri okur.)

“Bir ‘Uludere Destanı’ yok mu tezgâhta, ağbi?”
diye soruyorlar e-mektuplarında bu iki dostum.
Ve uyandırıyorlar, uyuyan közlerimi.
Bir ‘Uludere Irmağı’, evet, neden olmasın?
Allah’ın ırmaklarından biri,
‘Şiirin ve Cazın Irmakların’dan biri?
Diye soruyorum ben de kendime
Ve o otuz dört Kürdün Rabbine,
Uludere’de kana boyanan otuz dört dereciğin...


Ve Uludere’de Allahın göklerini bombalarla yırtarak
Allah’ı seven Kürtlerin başlarına yıkan tağut’a
                Söylenecek söz bulmak için
Kendi küllerini karıştıran bu şairin Rabbine;
Kendisine Kürt mü, Türk mü, Ermeni mi,
Olduğunu sorana elinin tersini gösteren Allah’a,
Yani herkesin ve her çağın Rabbine, soruyorum,
Yazdığı kıssalar arasında, Bir de ‘Uludere Kıssası’,
‘Düşünenlerin, düşünüp ders çıkaracağı’
Bir Uludere Destanı, niye olmasın, niye?

(…)

Şimdi konuyu başka bir yöne çevirmek istiyorum. Üç yıl önce sizi Bursa’da misafir etmiştik. O zaman sadece şiir okumuştunuz. Şu an aramızda olan şair Yunus Emre Altuntaş o programla ilgili bir haber yapmış ve şu başlığı atmış: “Mazlumlara yakın Şair, Cahit Koytak.” Şuraya gelmek istiyorum: Gazze Risalesi’nde anlatıcı olarak kendinizi “Filistinli bir şair” olarak takdim ediyorsunuz. Ayrıca şairlerle hamile anaları benzer tutuyorsunuz. Bununla birlikte sesinizi “bizim mahalledekiler”e dahi duyuramadığınızdan söz ediyorsunuz. Çığlığınıza kulak kesilenlerin olmadığı bir ortamda, “Filistinli” “hamile” bir “ana”/“şair” olmak nasıl bir şey; sorumluluğunuz ve yükünüz ağır mı? Şiirin o bölümünü okuyabilirsiniz isterseniz…

Evet, evet, o bölümü okusam daha iyi olur bence de. Kendi konteksi içinde benim anlatacağımdan daha iyi anlatabilir zannediyorum.
Gazzeli Yusuf, oğlum, ben yaşlı Filistin şairlerinden biri.
şiirlerimi Türkçe yazıyor olmama bakma,
yeryüzünün bütün öteki şairleri gibi,
(düzeltiyorum) yeryüzünün bütün
yufka yürekli şairleri gibi ben de
Filistinliyim on günden beri

Herhalde bu Filistin’de olup bitenle bütünleşen, ıstırabını çeken bir zihnin Filistin’le özdeşleşmesi anlamına gelir. Burayı biraz devam edeyim olur mu?

Ve buram buram Filistin toprağı
kokmaya başladı birden, nasılsa,
benim de kırk yıllık türkülerim,
kasidelerim
kan, barut ve gözyaşı değil, hayır
kin, öfke ve intikam hissi de değil,  yanlış anlama,
tepeden tırnağa Yakup, tepeden tırnağa Yusuf,
tepeden tırnağa Musa, İsa
ve Muhammed’le dolup taşıyor,
Filistin toprağı gibi, on günden beri
Benim de duygularım, düşüncelerim.

Şimdi, sorarım Filistin zaten bunlar değil mi? Musa demek değil mi, Yakup demek değil mi? Bizim de bilinçaltımız, zihniyet dünyamız, hayal hanemiz çocukluğumuzdan beri bunlarla doldu. Filistin dediğimiz zaman, şimdi coğrafi toprakları bir kenara bırakalım, imaj olarak Kenanlılar, Hz. İbrahim ve onun kabilesi, Yakup ve oğulları… Filistin deyince bunlar aklımıza geliyor. Dolayısıyla biz de bunlarla yoğrulduk. Kendimizi Filistinli hissetmemiz çok zor bir şey değil gibi duygulara yaslanmış demek ki şairimiz…

(Şiirden bir bölüm okur.)

nesnesiyle örtüşen bilgiye, hakikat,
nesnesiyle örtüşen duyguya da sezgi
diyorlar ya, filozoflar, Yusuf, oğlum
bu tanım doğruysa eğer, sezgilerim diyor ki bana,
hiçbir bilgi, hiçbir haber,
rüzgârın bu son on gündür şairlere
ve hamile kadınlara taşıdığı
şu gökçe esin kadar hakikat olamazlar
(…)

çıkarsam da, bir ucu insana, öteki tanrıya varan
bu inceler incesi, kırılgan sesi,
karanlıkta, iğneye iplik geçirir gibi
getirmekte zorlanıyorum dilimin ucuna,
getirsem de tutturamıyorum rengini, tınısını,
sözlerim yama gibi kalıyor,
Gazze’nin yarasına sarılmak istenen
bütün öteki göstermelik paçavralar gibi…

Böyle gidiyor, evet efendim…


“Filistin’in Çığlıkları…”

Bağlı olarak şunu da sormak istiyorum… Tel Avivli Josef’e de mektup yazmıştınız, Gazze Risalesi’nde; sonraki zamanlarda da görüldü, sanki Josef duymadı sizi, ne düşünüyorsunuz?

Josef duymadı diyemiyorum henüz. Çünkü zamana bağımlı bir şey değil. Tıpkı Rabb’imizin ayetleri gibi. Doğru sözler de, ki bunların da izafe edileceği kaynak orasıdır. Doğru çağrıların zamanı yoktur. Mutlaka duyan Josefler yetişecek. Bu mektubu okuyan Josefler yetişecek ve insanlık ailesi olarak inşallah daha güzel günlere ulaşılacak. Şu anda duymaz gibi görünüyor, belki de duyanlar var. Müşahhas olarak bu çağrıyı okuyanlar demek istemiyorum. Buna benzer sesleri, bu çığlıkları, en azından Filistin’in çığlıklarını duyan Josefler var İsrail’de, dünyanın her yerinde.

Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’ndaki “Demirci Çırağı”na şunu söyletiyorsunuz: “Düşünceyi balyoz gibi kaldırıp / Nakış nakış kar taneleri halinde / İndirmemi istiyor ustam, / Sırça sarayların üzerine.” Şiirde düşüncenin yeri yurdu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben doğrusu şiire analitik dikkatle yaklaşılması taraftarı değilim. Şiirde düşüncenin veya duygunun yeri ne olmalıdır, bunları ayrıştırmak daha çok determinist bir akıl mensubiyetinin uzantısı gibi geliyor bana. Duygu, düşünce, bunu biz kolaylık olsun diye ayırıyoruz. Aslında bunlar bizim zihnimizde birbirinden ayrı şeyler değil. Duygu tarzında yaşadığımızı zannettiğimiz içsel akımların içinde bile ne kadarının düşünce ne kadarının duygu olduğunu net bir şekilde açıklayamayız… Yani mesela, bir akıl var, bir kalp var, böyle bir şey de yok diye düşünüyorum ben. Aslında bize Allah ruhundan üflemiş, biz düşünebiliyoruz, duyabiliyoruz. Düşündüğümüz zaman aynı anda duyuyoruz, duymadan düşünülmez. Yani duygu olmadan düşünce üremez, yaratılamaz diye düşünüyorum. Her duygu da düşünceyi yanında beraber getirir. İdrak etmek için bir defa, ben ne hissediyorum, ne duyuyorum. Bunun bir de düşüncesi var yani. Dolayısıyla her şey zihnimizden geçer, bir kan deveranı gibi, duygu, düşünce bizim varlığımızın soyut networku içinde birlikte dolaşırlar. Onun için şiir insanın içsel yapısını en doğrudan ileten, ortaya koyan, dışa vuran bir sanat formu olduğu içindir ki,  düşünce, duygu ayrımı yapılamaz diye düşünüyorum. En azından böyle yaklaşmak çok sahih bilgiler sağlamaz diye düşünüyorum.
Ama benim şiirimde arayanlar bolca düşünce bulabilirler. Yani bu şair düşünerek yazıyor diyebilirler, doğru. Duygu arayanlar ise ne kadar yufka yürekli, duygulu bir adam filan da diyebilirler. Buna da inanıyorum. Ben de kendimi bazen içten içe akıllı birisi olarak vehmediyorum. Hem de çok seçkin duygular, ince duygular sahibi olarak görmekten hazzediyorum. Böyle miyim değil miyim, onu Allah biliyor tabi. Böyle…


Şiir- Tarih İlişkisi…

 “Moğol Paşası-Acem Şairi” adlı şiirinizde, memlekette yaşanan tarihî bir sürecin yansıması var. Gerçek tarihin şiire birebir denebilecek bir tarzda yansımasını nasıl karşılayalım? Yahut yaşananların edebî metindeki yeri ne olmalı?
 Bence bu güzel bir soru Cevat Bey, bu soruya güzel bir açıklama yapmak gerekir. Açıklandığı zaman da güzel olacak şiirle ilgilenen zihinler için. Şimdi, tarihi şiir diye bir şey olamaz. Hani tarihi olayları dile getirmek için şiir olamaz. Ama şiirle ilgilenen bir zihin, şiir arayan bir zihin, tarihin şu veya bu döneminde şiir bulabilir. O şiiri oradan kazıp çıkarabilir. Heykeltıraşın kayanın içinde bir biçim görüp, kayayı yontup içindeki biçimi çıkarması gibi. Bulutun içindeki, nebülözün içindeki yıldızı bulup çıkarması gibi. Şair bir tarihi olayın içindeki bir şeyi, aslında bütün zamanlar için dile getirmesine ihtiyaç hissettiği, bütün insanlık için dile getirilmesinin hoş olacağı bir şeyi, bulup çıkarabilir olay içinden. Bu benim tarihi gibi görünen şiirlerim de böyledir. İşte Harranlı Müneccim. Bizans’ta yaşamış. Böyle bir kişi yok. Harranlı Müneccim diye...  Bizans’ın atmosferi içindeki her dönemde yaşanabilecek her türlü iktidar oyunlarını, ayak oyunları dile getirebilmek için iktidar ve onun istismar ettiği beşeri yapıları dile getirebilmek, tasvir edebilmek için şair Bizans’ı kullanabilir. “Bizanslı Şairler” diye bir bölüm var Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’nda. Şöyle 70-80 sayfa kadar bir bölüm. Orda muhayyel Bizanslı şairler var. Onların hikâyeleri var. Onların birbirleriyle ilişkileri var. Onların, iktidar yapısı içindeki konumlanmalarını dile getiren şiirler var. Bir devir Bizans... Bizans’ta edebiyat hayatı gibi ortaya konan, roman gibi bir şey bu bölüm... Aslında o şairlerin hepsini bugün bizim Türk edebiyatında görebiliriz. İngiliz edebiyatında, intelijesiyasında, Fransız intelijasiyasında da görebiliriz. Öyle tipleri, öyle ilişkileri. Böyle iktidar ve edebiyat ilişkilerini filan, görebiliriz. Şiirin bunu dile getirebilmesi için tarih şiire bir malzemedir sonuç olarak.

Bizanslı Şairler bölümü birinci ciltte… 3 ciltlik bir kitap Yoksulların ve Şairlerin Kitabı, malûm. Bizanslı Şairler bölümünde, bahsettiğiniz nitelikleri taşıyan Latin Şairler, Harputlu Müneccim, Şair Lucius, Caius, Harranlı Leon, Yergici Lucas, Saray Şairi Osias, Konsül Nabius gibi karakter ve tipler var… Neyse, şunu sorayım: Bu eserinizi Roman gibi okuyabilir miyiz, sanki öyle demiştiniz…
Ha, evet… Roman gibi okuyun demiştim. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı… Bu aslında tek tek şiirler gibi gözüküyor ama bence bin yüz sayfalık tek bir kitap bu. Bir tek şiir gibi görülmesini istiyorum. Neden mi, çünkü insanlığın şiir serüvenini sanat serüvenini, Allah’ın yaratıcı vasfını insana ağma sürecini, insanla bütünleşme sürecini, yaratılışın şiir zaviyesinden hissedilmesinin, idrak edilmesinin hikâyesi gibi telakki ediyorum ben bu bin yüz sayfalık şiiri. Her şiirde şiirin bir sorunu, ya sanatçının sorunu, ya bir şairin kaprisi… Her devirde rastlanabilecek şeyler bunlar… İktidar şiir ilişkisi, iktidar şair ilişkisi… Sonra şiirin metafiziği, iyi şiirin nasıl olacağına dair şeyler… Şiir dersleri var bu kitaplarda… Şiir adına, şiir için, şiir konusunda söyleyebileceğim, söylenmeye değer bulduğum ve bende dinlenmeye değer bulunan her şeyi nakletmeye istediğim şiirlerden oluşan bir kitap. Dolayısıyla bir bütünlüğü olan bir şey. Eminim, baştan sona bir roman gibi okunursa, değişik bir roman tarzının vereceği zevki verebilir umudundayım. Vaat ediyorum da. Okuyun, aldanmış olmazsınız. Kandırılmış olmayacaksınız demek istiyorum. Roman tadında okunabilir, okunmalı. Baştan sona gizli bir inkişaf içinde de ilerlediğini hissediyorum ben bu bütünün. O bakımdan demişimdir, derim de yani. Sözümü geri almam, roman gibi okunabilir. Öyledir… İlk karşılaşacak kişiye “Buradan başlanması daha iyi olur!” dedirtecek bir sıralama da vardır bu kitaplarda. O bakımdan baştan sona roman gibi okunmasında fayda vardır…  Benim lehime…

Abi bu kitaptan bir bölüm okumak ister misiniz?

Olur tabi, şöyle bir şey okuyayım size… Bir psikiyatristler topluluğu beni bir şiir okuma akşamına davet etmişlerdi. Ben de, beni konuşma zahmetinden kurtarsın diye oturmuş şiir yazmıştım. Onu bir kitaba almıştım. Onu okuyayım. Aslında her toplumda bu şiirde geçen şeyler yaşanıyor…(Kitaptan arar ve bulur.) İşte, Sahnedeki Hayalet şiiri… (Bu şiiri okur.)

işte yine herkes burada, herkes!
bütün çocukluk ve gençlik arkadaşlarım,
en eski dostlarım, en eski kafadarlarım…
bir ben yokum, galiba,
benim çocukluğum
ve gençliğim yok salonda!

son yıllarda ne zaman çıkacak olsam
bir topluluk önüne, tuhaf değil mi ama,
içten içe bunu hissediyorum hep:
bütün çocukluk, gençlik arkadaşlarım
yılların, yılların tozundan, toprağından silkinip
karşımda bitiveriyorlar…

yalnız onlar değil, çok daha uzaklardan,
çok daha yukarılardan, zamanın diplerinden
Musa’nın ve Firavun’un çocukluğu,
Dara’nın ve İskender’in çocukluğu,
Homer’in, Hayyam’ın, Dante’nin…

(…)

Tabii aslında şair kendisini görünür kılmak istemiyor. Okuyucu ise görmek istiyor. Pek çok şairde var bu durum. Ama işte bu hayatın içinde de maalesef kırık dökük yanlarımızla görünmek zorunda kalıyoruz. Sizin konuşmak istemediğinizi anlıyoruz elbette.

Estağfurullah. Bugün baya da konuştum yani. Çenem düşmüş baya… (Gülüyor.) Ben de şaşıyorum…


Allah’ın Yaratma Sanatı ve Caz…

Cazın Irmakları kitabınıza değinelim şimdi de. Bu kitabınızda cazla ilgili pek çok malumata yer veriyorsunuz. Cazın tarihi, cazın ruhu, cazın ideolojisi, cazın bireşimi, blues nedir, caz-kaos ilişkisi, caz şairi, cazın faydaları, bluesun ermişleri, cazın ermişleri… Evet, bu sanatın pek çok ustasının adı burada geçiyor: Lead Belly, Gerdrude Ma Rainey, Charley Patton, Mamie Smith, llind Lemon, E. Bessie Smith, Muddy Waters, Jelly Roll Morton, Sonny Boy Williamson, Lauis Armstrong, Duke Ellington, Bix Beiderbecke, Charlie Parker,  Lester Young, Miles Davit, Nat King Cole, Jocahim E. Brendt… Bu arada cazı ve caz sanatçılarını sanki Müslümanlaştırıyorsunuz. Sanki, Allah’ın yaratma sanatıyla “Caz” sanatı arasında yüksek bir benzerlik ilişkisi kuruyorsunuz. Bu kitapta caz sanatının üstatlarını Müslüman bir gözle yeniden üretiyorsunuz. Bir şair olarak böylesi bir tasarrufta bulunma hakkınız var mı? Bir de şimdi durup durur dururken bu caz edebiyatını Cahit nereden çıkardı diyenler var. Ne dersiniz?

Caz da nerden çıktı demekte haksızlar. Demek ki onlar benim yazdığım ilk şiirlerimden beri izlemiyorlar. Daha ilk kitabımda birkaç tane böyle cazla ilgimi ortaya koymuştum.
İlk Atlas kitabınızdaki ‘Caz İçin Nihavent’ şiirinizi hatırlıyorum.
Oradan başlayan bir şey… Ben aslında cazın içinden biri değilim. Yani cazı fazla bilmem. Fakat şiire götüren şey böyle katı bilgi değildir. Genellikle hissedilen şeydir. Düşünceyle duygunun bir arada açtığı sezgisel yoldur insana herhangi bir şeyi, bir olayı, durumu veya zamanı anlamlı, anlaşılır kılan şey odur. Cazla benim uzaktan hissettiğim, ama uzaktan çok zengin olduğunu hissettiğim, çok şey anlatmaya muktedir bir dil bir dünya olduğunu hissettiğim bir sanat o. Bir de şunu düşünüyorum, caz her sesin uygun ritimlerle bütüne katılabileceği, yani ezgiye katılabileceği kadar kucağı sıcak olan bir sanat. Yani bir esneme sesini de bir çığlığı da bir öksürmeyi de dışarıdan gelen bir araba korna sesini de, bir şimşek, gök gürlemesini de yağmuru da hepsini ezginin bünyesinde taşıdığı ritmik yapıya uyarlanabilirse içine alabilecek, ses olarak kullanabilecek, çalgı olarak kullanılabilecek bir sanat. Dolayısıyla iddia ediyorum ki caz, Allah’ın da kullandığı bir müzik türü. Yani Allah’ın bu evrende bize yaşattığı olaylar içinde kullandığı ses unsurlarıyla müthiş bir uyum ve müthiş bir ezgi var cazda. Biz onu her zaman algılamayabiliriz. Bütünü kavrayan bir müzik algımız olmayabilir. Fakat eminim, şiddetle eminim bir ezgi yaratıyor o seslerle de ve o seslerin bir bütünlüğü var. Bizi kullanıyor, tren sesini kullanıyor, göklerin, bulutların sesini kullanıyor, yağmurun, rüzgârın sesini kullanıyor ve bir doğaçlama yapıyor. Onun bu doğaçlamalarının tabiatı en çok caz müziğinin yapısına uyuyor gibi hissediyorum. Ben bu kitapta hem cazdan yola çıkarak Allah’ın yaratış süreçlerine, o süreçleri bize taşıyan duygulara götürmek istiyorum şiir okuyucusunu. Hem de Allah’ın doğaçlamalarından kalkarak somut bildiğimiz nesnel caz müziğine getirmek istiyorum. Mecaz içinde mecaz... Bir şey yapmak için, yani özellikle ortaya konmuş bir çabanın mahsulü bu kitap, onun için adı ırmak, ırmak içinde ne sesler var düşene biliyor musunuz, sadece seslerin sesi değil, renklerin de sesi var, ışıltıların da sesi var, ışığın da sesi var, ıslaklığın da sesi var gibi geliyor bana. O akış ve biz hepimiz öyle kocaman ırmağın içinde akıp gidiyoruz, bir caz doğaçlaması içinde akıp gidiyoruz, ona doğru. İşte bunları anlatmak istedim. İyi yapmış mıyım bilmiyorum.
 ‘Cazın Faydaları” şiiriyle bunu örneklendirebiliriz: “Caz olmasaydı, caz olmasaydı, caz/Yeryüzünde yazılan çizilen, konuşulan/Yalan gerçek onca söz, dırıltı, vaveyla,/onca ah, inilti, heyamola,/Patronun afrası tafrası/Polisin düdüğü, komutanın böğürtüsü,/Topun, tüfeğin, tayyarenin/Gümbürtüsü arasında,/Çocukların, ırmakların çağıltısı,/Ağaçların, rüzgârların, yağmurların hışırtısı/Kurtların, böceklerin çıtırtısı,/Meleklerin fısıltısı/Nasıl işitilirdi, nasıl işitilirdi, nasıl,/Caz olmasaydı?
Bakın söylediklerim burada da armış, bunları da yazmışım.
Şimdi, süremizi aşmak üzereyiz. Fakat bir soru daha sormak istiyorum… Yeni kitabınızdan, yayınlanacak olan eserinizden… Bilim ve sanat bize ölümsüzlük vaat edip duruyor; kendi adıma aldanmıyor değilim bu vaatlere. Ne dersiniz, siz de aldanıyor musunuz? Bilim ve sanatın ölümsüzlüğüne…

Şöyle, ölüm de ölümsüzlük de tefsire muhtaç şeyler. Yani kalkıp bir şair size ölümün hayattan çok daha zengin, çok daha sorun çözücü bir olay olduğunu da açıklayabilir, çok da huzur veren, çok da istenen bir şey olduğunu söyleyebilir. Bu yapılmıştır geçmişte tasavvufta. Ölmeden ölmek filan gibi. Birisi de kalkıp, ‘Yahu, zaten ölümsüzlüğü aramaya gerek yok, zaten ölümsüzüz.’ diyebilir. Zaten kitabımız da öyle diyor. Biz yeniden dirileceğiz. Bir inkıtaya uğrayacak ama hayatımız, netice olarak ister cehennemde ister cennette, devam edecek bir hayatın içindeyiz şu anda. Dolayısıyla ölümsüzlük gerçekten de üzerinde düşünülmeye değer bir tema. Hele bir şair için. Ölüm de gerçekten de üzerinde en fazla düşünülmüş vaka diyebilirim, iddia ediyorum. Hepimiz teker teker saklamayalım, bütün insanlık ölümü düşünür. Kalkıp bir şair iddia edebilir ki işimiz gücümüz bütün ölümü düşünmek. Ölümün kafamızdan çıktığı bir an hiç yoktur. Bilinçli ve hissedebilir anlarımız sürdüğü müddetçe. İnsanlık her şeyini bütün çabalarını ölüme olan mesafesini artırmak için bütün başından beri sonuna kadar bunun için çalışıyor diyebiliriz. Bütün buluşlar bunun içindir, bütün çabalar bunun içindir, savaşlar, iktidar mücadeleleri, şan, şöhret para hepsi aslında ölüme kendimizi unutturmak içindir. Veya kendimize ölümü unutturmak içindir diyebilir bir şair. Bunun denmeye değer bir şey olması, sadece bu hakikatin dile getirilmesiyle kabil değildir. Bunu demenin güzelliği sağlanabilmişse anlamlıdır. Yani bunu dosdoğru, hemen böyle kuru kuru söylemek vardır, bir de bunu güzel söylemek için bir ömür harcamak vardır. Bir sanatçının yaptığı gibi, bir ressamın, bir heykeltıraşın, bir şairin yaptığı gibi, ölümle ne kadar uğraştığını, üzerinde ne kadar düşündüğünü ve onu aklının bir köşesinde tutarak ne yollar yürüdüğünü kat ettiğini, teptiğini anlatmak için bir ömür tüketmiş insanların ortaya koyabileceği özel ifadelerle güzel ifadelerle ortaya konduğu zaman, sarhoş eden ifadelerle, baş döndüren ifadelerle olduğu zaman söylendiği zaman demin söylediğim şeylerin ifadesi güzeldir ve sanatkârcadır ve ifade etmeye değer. Ölümsüzlük de öyledir. Evet insanın bir takıntısı olabilir. İnsanlığın bir takıntısı olabilir.  Hakikat, yeryüzünde ölümsüzlüğe ulaşamayacağımız bir şey olsa da, yeryüzü hayatında insanlığın bunun rüyasını görmesi anlamlıdır ve bunun güzel bir şekilde dile getirilmesi ta başından beri bütün sanatkarları uğraştırmıştır. Bu çıkacak son kitap, adından da belli olduğu gibi, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat. Bir ölüme çare arayışı veya teması o olan zihinsel ve ruhsal maceranın ifadelerinden doğmuş şiirler. Ölüme çare hakikaten de dünya hayatında bir mümin olarak, muvahhid olarak, ölüme dünya hayatı içinde çare bulunacağına inandığımdan değil, fakat konu çok ilginç, insanlığın bu yolda yaşadığı zihinsel macera, duygusal birikim ilginç. Onları bilmek ilginç ve kültür bundan ibaret ben size söyleyeyim. İnsanlığın ortaya konduğu kültür birikimi, bu zaviyeden de bir daha değerlendirilmeye muhtaç diye düşünüyorum. O bakımdan önemli bence, üzerinde bir kitap yazmaya değer. Ben böyle zannettin, böyle zannettim, düşündüm, Metin’ciğim (Mengüşoğlu’nu işaret ederek) okudu, Cevat Bey de okudu, bilmiyorum, yazmaya değmiş mi. Daha kitaplar yazılsa değer mi, sanırım değer…


Günlük Gazetede Şiir, Niçin?..

Üstadım, ben son soru demiştim ama bir kardeşimiz, Mustafa Başpınar, güzel bir soru yazıp göndermiş bize. Kendisi de yazar, hikâyeci… Aramızda şu an. Diyor ki: Taraf’ta yazdığınız süreçte şiiriniz daha mı siyasallaştı. Günlük gazete ve şiir bugün ne ifade ediyor. Sorusu bu Başpınar’ın…

Güzel, çok güzel bir soru… En azından açıklamalarımın yararlı olacağını düşünüyorum. Şimdi, şiirimin Taraf’la mı siyasallaştığı sorusuna hemen kısa bir cevap vereyim: Hayır, ben dediğim gibi, ta 80’lerde de böyle yazıyordum… Açıkçası büyük büyük laflar ortaya koymak için konuşmuyorum da,  insanı ilgilendiren, meşgul eden, insanın zihnini, hayatını meşgul eden her şey benim ilgimi çekiyor, her şairin de çekmeli. Biz siyasi olayları gerek birey gerekse toplum olarak yaşıyoruz. Ben de haberleri izliyorum, etkileniyorum.
Gençliğim benim siyasi olayların en yoğun yaşandığı bir üniversitede ODTÜ’de geçti. Sol hareket orada etkindi. Ben sosyalist arkadaşlarla iç içe yaşadım. Hala arkadaşlıklarımızın sürdüğü insanlar var. Onlar benim mümin olduğumu bilirlerdi. Buna rağmen, pek çok konuda ortak bir özgürlük, hak mücadelesi, adalet mücadelesi verilmesi gerektiğini inandığımız insanlar, güç birliği yapmak istediğimiz arkadaşlar vardı. Metin de bilir.
Dolayısıyla gençliğimden beri toplumumuzun, insanın yaşadığı ve adına siyaset denilen şey, bizim yaşadığımız şeydir. Şiirin konusu da yaşanan şeylerdir. Hem insanın içinde, hem dışında. Hem insanlarla beraber, hem de insanın kendi yalnızlığı içinde yaşadığı şeylere matuftur şiirin ilgi alanı. Dolayısıyla ta başından beri ne Metin’in ne benim şiirlerim siyasi ilgiden yoksun değildir. Yeni başlamış bir şey değil…
Taraf’ta yazma bahsine gelince… Ben günlük gazete okuyan insana kadar ulaşma cesaretini ve ihtiyacını duymuş bir şiirin ancak şiiri dirilteceğine inanıyorum artık. Yani düştüğü yerden şiiri kaldıracağına inanıyorum. Çünkü modern Türk şiiri, aslında dünya şiiri de öyle insanların konuştuğu dilden uzaklaştılar. Biraz… Öyle görüyorum ben. Ve dolayısıyla şiir olmaktan da uzaklaştılar. Başka bir şey oldular. Kuşkusuz saygı duyulacak örnekler var tabii. Saygı duyuyorum ben yine de şiir olarak ortaya konan şeyleri. Fakat okunmuyorlar. Şiir insandan insana akan şey için bir akış yolu, bir yatak olmaktan çıktı bu yüzden. Bu okurun suçu değil, şiirin suçu, yani şiir üreten insanların suçu. Yani dilin tarihini, dilin hikâyesini yeniden yaratamazsınız. Sözcüklerin hikâyesini siz yaratamazsınız. Hep beraber kullandığınız dilden almak zorundasınız. Herkesin kullandığı dilden almak zorundasınız kelimelerin hikâyesini. O hikâyeler üzerinden şiirinizi tasavvur etmeniz ve o hikâyelere göre sözcük seçmek zorundasınız. Okunmayan şiir dalgaları bunu yapmayı unuttular ve şiiri okunmaz hale getirdiler. İyi şiirleri de artık okunmaz hale getirdiler. Dolayısıyla yeniden Yunus kadar açık, yani açık derken herkese söyleyeceği bir şeyi olan, sahici sahici, hakikaten söyleyecek bir şeyi olan, hakikaten yaşanmış, duyulmuş, insanlara da ulaştırılması gereken, çobana da, simitçiye de, bir akademisyene de bir şey bırakan şiirlerin yazılması gerekiyor. Onu yazdıracak dil de insanlara, gazete okuruna da ulaşmaya cesaret eden, o cüreti de gösteren şiirler yazmak diye düşündüğüm için önemsiyorum gazetede şiir yazmayı.
Bir de geçende bir şiirde de yazmıştım. Hani böyle, göğü tırmalayan, insan ruhunu karartan bir sürü yapılaşmalar var… Ama onların arasında hiç olmazsa bir yeşillik istiyoruz, yeşil bir alan… Gazeteler ise siyasi yazılarla, haberlerle dolu. Yok, şu şunu dedi, bu bunu dedi… Bunlar aynen göğü tırmalayan gökdelenler gibi…  İşte şiir bunların arasında bir yeşil saha gibidir… Benim gazetede bir köşede şiir yayımlayarak biraz öncülük yaptığımı zannettiğim şey, bir bağ, bahçe ihtiyacını gidermek… Bu durum, böyle bir atmosferi gazete okuruna ulaştırdığı için bence anlamlı… Böyle…

Kimsenin itirazı olmasın hele şairler cemaati hiç kıskanmasın, son yüzyılda bizim şiirimizdeki çığır açıcı şair Cahit Koytak’tır. Yani benim tespitim bu, söyledikleriniz önemli bu bağlamda.

Yok, yok… Estağfurullah, estağfurullah…

Evet, sözü gerçekten bugün fazla uzattık, bizi de kırmadı Cahit Koytak… Birkaç gündür de bizi uyardığı halde biz yasağı deldik.

Ben de epey konuştum, kendimi böyle bilmiyordum…
Yani eylemcileri seviyor Cahit Koytak, biz de bir eylem yaptık, herhalde bizi de sever. Bildiğimiz kadarıyla bir tane mülakatınız var bu ikinci oluyor herhalde yani öyledir.

Metin Önal Mengüşoğlu: Bursalı dostlarının hatırını kırmadı…

Bu bağlamda hatırımızı kırmadı, bizim sorularımızı cevaplandırdı. Daha sorulacak çok soru var ama bizim zamanımız bitti gerçekten. Bu program 19.00 ile 20.30 arası düşünüyorduk ama saat şu anda 20.55. Bitirelim diyorum yani, misafirimizi de fazla yormayalım, o da yoldan geldi malum…

Ben bir tashihte bulunmak istiyorum. Kendimi bir yere koyduğumdan değil yanlış anlamayın, sıkacağımdan korktuğum için… Stres içinde stres diyorlar ya öyle streslere giriyorum ben toplum içinde, yani münzeviyim biraz. Sıkarım insanları, beni çağıranları mahcup ederim diye düşündüğüm için kaçıyorum doğrusu böyle söyleşilerden, konuşmalardan ama şiir okumayı seviyorum. Neden? Yazılmış şeyi okuyorum geçip gidiyor diye düşünüyorum. Evet,  fakat oluyormuş bayağı konuştum vallahi ben de şaştım.

Bir Dinleyici: Devam edelim istiyorsanız...

Yok, yok… Vallahi yok, n’olur. Yani fena değilim Metin’ciğim. Sorulara cevap verdim hatta uzun uzun, yani inşallah bıktırmamışımdır, sıkmamışımdır. Vallahi sıktıysam çok üzülürüm.

Evet, değerli misafirler. Sözü bitiriyoruz. Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ’ye, değerli şair Cahit Koytak’ı misafir etmemize fırsat tanıdığı için teşekkür ediyoruz. Sözü uzattığımız için siz de hakkınızı helal edin…

Bir dakika bir şey söyleyeceğim. Benim Üsküdar’da roman çiçekçi iki kızım var. Necibe ve Gülistan. Çok iyi tabiatları olan kızlar. Onların önünden geçerken çiçek alıyorum. Buraya gelirken de buradaki kızlarıma çiçek getirdim. Buradan alabilirsiniz…

Bu metnin özgün halini şu linklerden izleyebilirsiniz:






Bu metne yapılan atıflar:

http://www.haberkultur.net/HD5349_zordur-cahit-koytaka-soru-sormak.html

https://www.yenisafak.com/yazarlar/rasimozdenoren/cazin-irmaklari-ya-da-ritim-ve-melodi-36033

https://www.yenisafak.com/yazarlar/erolgoka/biraz-da-caz-2048591

Hiç yorum yok: