2012-2016 yılları arasında Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür Aş tarafından Bursa’da, İbrahim
Paşa Kültür Merkezi’nde farklı kültürel etkinlikler yapılıyordu. Şair, yazar
Metin Önal Mengüşoğlu ile Cevat Akkanat’ın yönetiminde gerçekleştirilen
etkinlikler arasında ‘Edebiyat Akşamları’ adlı program da yer alıyordu. Bu programda
misafir edebiyatçılar Cevat Akkanat’ın sorularını cevaplandırıyordu.
Cahit Koytak’ın ender
konuşmalarından birisi olarak aşağıdaki söyleşi 26 Aralık 2012 tarihinde
gerçekleştirilmiş olup ilk kez Umran Dergisi'nin 253. sayısında (Eylül 2015, s. 68) yayımlanmıştır.
Program
Metin Önal Mengüşoğlu’nun Cahit Koytak’ı takdimiyle başladı. Mengüşoğlu konuşmasında
özet olarak şunları söyledi:
Bugün aramızda benim ilk gençlik arkadaşım, sevgili
dostum Cahit Koytak var. Cahit Koytak bu gibi etkinliklere çok fazla katılma
taraftarı değil. Onun bu tutumunu doğrusu ben saygı ile karşılıyorum. Bugün
buradaysa Bursa’nın, bizim hatırımız için burada. Kendisine şükranlarımı arz
ediyorum sizin adınıza. Teşekkür ediyorum. Kırmadı bizi, davetimize icabet
etti. Umut ediyorum ki güzel bir gece geçireceğiz. Onu biraz daha yakından
tanıyacağız. Eserlerini, şiirlerini.
Onun yüzüne karşı övmek, hakkında konuşmak çok doğru
değil. Bundan hicap duyuyorum. Bize yani bu sohbetimize katılan bütün dostlarımıza
bir hediye getirmiş. Hediyeyi de göstereyim size. Çiçeği bu salona getirmiş.
Kendisine çok teşekkür ediyorum.
Tabii, ilk gençliğimizde birtakım şiirlerimizi
birlikte kotardık. Benim ilk kitabım Gâvur
Kayırıcılar yayınlanırken Cahit Koytak’ın, küçük kardeşi Mehmet Koytak’ın
çok büyük emeği vardı. Türkiye’de 1973 yılında bizim camianın yayımladığı
eserlerin fiziki yapısı maalesef son derece ilkel iken Cahit Koytak ile Mehmet
Koytak’ın emekleriyle Gâvur Kayırıcılar
kitabı çok flaş bir kitap olarak çıktı. Türkiye’de ilk defa bizim camianın bir
eserinin fiziki yapısı bizden olmayan insanlar tarafından alkışlandı,
beğenildi, takdir edildi. O bakımdan kendisine bu anlamda da minnettarım.
Bir sözüm var tabii benim. Kendisine söz verdim. Dedi
ki ben şiir okumaya gelirim gelirsem dedi. Ama sen de okuyacaksın dedi. Ben de
söz verdim. Şiir okuyacağım şimdi size, kendi şiirlerinden birisini tabii. Ama
bu şiirin bir alt yapısı olduğunu düşünüyorum. Kendimce bu alt yapıyı doğru
yorumlamışım mı bilmiyorum ama bu alt yapı hakkında kısa bir şeyler söylemek de
istiyorum. Çünkü bu şiirin felsefesine yaklaşabilmek için bu alt yapıya cidden
çok ihtiyaç var. O da şu: İlahi vahiy der ki, hayat suda başladı. Arkasından
insan topraktan yaratıldı der. Bununla yetinmez, devam eder: İnsan çamurdan,
balçıktan yaratıldı der. Dikkat edersen başlangıçta su var, sonra toprak var,
bu ikisi buluştuğunda balçık oluşur.
Devamında ise insan pişirilmiş çamurdan yaratıldı diye bir ifade var.
Burada da su ile toprağın yanına ateş indirildi diyor. Ateşin olabilmesi için
havaya ihtiyaç var. Tarih boyunca anasır-ı erbaa dedikleri, su, toprak, ateş,
hava… Demek ki bunlar insanın mayasına koyulmuş.
Kur’an-ı
Kerim’de insanın varoluşuyla alakalı terkipler bunlardan
ibaret değil. Arkasından, pişirilmiş hamurdan yaratıldı dedikten sonra, şekil
verilebilir mayadan, hamurdan, çamurdan, ne derseniz deyin, kendisine şekil
verildi diyor. Yani bir çocuğun elindeki oyun hamurunu düşünün. O hamurdan
istediği şekli yaratabilir çocuk. Cenab-ı Allah da insanı var ederken adeta
böyle sembolik biçimde, cazip biçimde bunu anlatıyor, şekil verilebilir
çamurdan, mayadan, hamurdan yapıldı, yaratıldı deniyor. Bu da yetmiyor,
arkasından ona ruh üfledik diyor. İnsanın varoluşu böyle bir aşamadan
geçiriyor. Ve sonunda insan kendisine ruh üflenerek insan oluyor. Eğer yanlış
anlamadıysam şair Cahit Koytak, “Şairlerin Tanrısı” adıyla yazdığı birkaç
şiirin bir tanesinde sanki Kur’an’ın
bize bu öğretisini yeniden hatırlatıyor. Bakalım doğru yorumlamışım mı, bu
şiiri okuyarak sözü kendisine bırakacağım. (Mengüşoğlu, “Şairlerin Tanrısı 1” adlı şiiri okudu)
Cevat Akkanat’ın biyografik bir tanıtım metni
okumasından sonra sözü Cahit Koytak aldı:
“Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum. Saygıyla
kucaklıyorum, selamlıyorum. Hak ettiğimden kuşku duyduğum niteliklerle andılar
beni. Önce Metin Bey… Kırkbeş yıllık dostum, arkadaşım, gençlik arkadaşım Metin
Bey… ve Cevat Bey… Kendilerine teşekkür ediyorum. Umuyorum vasfettiklerine
yaklaşan bir hayatım olur.
Ben şöyle düşünüyorum. Ben şair olarak tanındığıma
göre en mümeyyiz vasfım yazdığım şiirler. Şiirleri bir kenara bırakıp dünya
hakkında, insan hakkında, kendim hakkında, yazdığım şiirler hakkında konuşmam
şiirle sizlerin arasına girmek gibi, her zaman telakki ettim. Şiirle okur
arasına girmek gibi telakki ettim. Biraz bunun için böyle fazla topluluklar
içine konuşmacı olarak katılmaktan kaçındım. Biraz da mizaç olarak ben biraz
münzevi kalmaktan hoşlanan bir tabiatım var. Lütfen beni anlayınız. Bir şairi
en güzel anlatan şey yazdıklarıdır. Ve zaten sizin tanıdığınız o şair de o
yazdıklarının içinde vardır. Şurada, şu etten kemikten kalıp içinde değil o. O
kitapların içinde o. Sizin tanıdığınız eğer daha önce tanıdıysanız, okuduysanız
şiirlerimi. Ben oradakiyim, daha doğrusu o kitapları yazan şair o kitapların
içindeki kadar. Ne eksik ne fazla. Onun için dilerseniz gelin şiir okuyalım,
şiiri tadalım, emin olunuz hem okuduğum şiirler ondan daha da çok sizin şiire
katılımınız, sizin duygularınızla onda algıladığınız zenginlikler, kattığınız
zenginlikler, ürettiğiniz, hem kendiniz için, hem de belki bana kadar ulaşan
uzantılarıyla, benim için ürettiğiniz zenginlikler inanınız bir benim konuşmacı
size verebileceklerimden daha renkli, daha meraka değer olacaktır. Bu arada sorular filan olursa, ufak,
alabiliriz tabii.
Şiire İlk Adım: “Beşinci Sınıfta
Gizli Şeyler Yazdım!”
Cevat Akkanat- Üstadım,
siz yine de şiirle cevap verebilirsiniz. Doğrusu merak ettiğimiz bazı hususlar
var sizinle ilgili. Mesela sizin şairliğinize etki eden temel dayanaklar,
çocukluğunuzdan, küçüklüğünüzden beri, bunlar hakkında biraz bilgi verirseniz,
gençler de var aramızda, nelere dikkat ederler gençler, bunu isterseniz şiirle
de cevaplayabilirsiniz.
Cahit Koytak- Tabii, aslında keşke… Mutlaka bunlardan
bahseden şiirlerim var da… Ama bulmam
zor şimdi… Rastlarsak onlardan okuyabiliriz… Madem kısaca cevap vereyim…
Şimdi, evet, ya bizim Erzurum’da yani soluması
kendisine nasip olmuş insanların, gençlerin kolayca şiirin götürdüğü iklime
içinde kendini bulmalarını sağlayacak bir atmosfer vardır evlerde. Ben yedi
kardeşlik kalabalık bir ailenin altıncı çocuğuyum. Babam kunduracıydı ve bir
halk bilgesiydi. Gerçekten bir halk bilgisiydi. Benim sayılarını bilemeyeceğim,
ama mutlaka sayılabilir miktarda halk hikâyesi bilirdi. Köroğlu, Kerem ile Aslı,
Ercişli Emrah, Sümmani, bunları deyişleriyle anlatırdı. İyi bir anlatıcıydı.
Halk zevkiyle, halk kıvamıyla, halkın anlatım kıvamıyla çok güzel anlatan,
böyle ağız açık dinlettiren, özellikle çocukları ve gençleri etkileyen
birisiydi. Ümmiydi kendisi. Bir, bu olabilir. İki, benden büyük ağabeylerim,
ablalarım arasında şair olmasa da kitaba yakın olanlar vardı, evimizde kitaplar
vardı, bir kitap rafı vardı beni büyüleyen mesela. Üç, demin, programdan önce
özel sohbette de yeri gelmişti, biz şehirde yaşıyorduk, fakat yazları bir köy
hayatımız vardı, annem bir köy kadınıydı, bir köylü güzeliydi, yüz yaşın
üstünde vefat etti, Allah rahmet etsin hepimizin geçmişlerine, onun köyü vardı.
Erzurum’a yakın bir yer, biz her yaz bir iki ayımızı çocuklar, orada geçirirdik,
köy atmosferi şehirden gidenler için büyüleyici bir şeydir. Köylüler için
değil, köy çocukları için değil. Onlar için belki şehirler öyledir. Ama
şehirliler için köy gerçekten büyüleyici bir ortamdır. O etkili olmuş olabilir.
Bir de kaybettiğim bir kitap. Abimin kitapları
arasında bir şiir antolojisi vardı. İçinde işte Yunus Emre gibi bildiğimiz Türk
şairlerinden, iyi şairlerden seçilme bir kitap vardı. Kapağı da kopuktu. Ben de
ikinci sınıftaydım galiba ilkokul. Onu çantamda zaman zaman taşıyordum. Bazı
şiirleri de ezberlemiştim. Böyle arada çıkarıp sınıfta okumak, bazı öğrenciler
için yani böyle şey bir şey, farklı bir şey onlardan, biraz sizi onların üstüne
taşıyan değişik bir durumdu. Haşarı bir arkadaşım vardı. Israrla birkaç gün bir
gün bana ver bunu, ben de bir okuyayım evde okuyayım dedi. Bir gün verdim.
Nihayet beni razı edebildi. Fakat geri getirmedi. Ha bugün ha yarın, günler
geçti, haftalar geçti geri getirmedi. Yandım o kitaba… Bir antoloji. Sonradan
öğrendim ki yani benzerleri çok bulunabilecek, küçük böyle Varlık Yayınları
ebadında basılmış bir antoloji. Bu böyle, şiirle alakamı biyografik bir çizgiye
taşıyabilecek anılarımdan biri de odur.
E tabii bir de beşinci sınıfta bir kız vardı.
(Gülüşmeler) Gizli gizli ona söylenebilecek güzel sözleri yazmaya çalıştığım
şeyler vardı. Sonra bu duyuldu arkadaşlar arasında. Onlar da benden ona benzer
kendi maceraları için bir şeyler üretmemi sipariş vermeye başlamışlardı. Böyle…
Sanırım bu sorunun uzun bir cevabı oldu.
“Halife,
Yani Kalfa: Şair…”
Şimdi
‘dokunduğu her şeyi şiire çeviren adam’ deniyor size. Bazı yazar arkadaşlar
sizin adınızın önüne bu cümleyi getiriyor.
Latife yapmışlar.
Metin
Önal Mengüşoğu’nun da sizin şiirlerinizi çok iyi okuduğunu söyleyenler de var.
Doğru,
çok doğru. Bu bir cesaret konusu oldu şimdi. Biraz önce yaptığı o güzel
okumadan sonra ben nasıl şiir okuyacağım. Nasıl beğendireceğim, dinleteceğim…
Şimdi, aslında ben soru soramayacağımı
düşünüyordum, sizin bu konudaki kanaatlerinizi bildiğim için. Gerçi sorularımı
hazırladım, hatta bunları Milli Gazete’deki köşeme “Cahit Koytak’a Sorsaydım”
başlığıyla gönderdim. Şimdi, ben soramayacağımı düşünüyordum açıkçası, fakat
görülüyor ki yanılmışım. Bir fırsat doğduğuna göre… Evet, öncelikle sizin ilk
kitabınızdan başlamak istiyorum, İlk Atlas’ta
‘Taha’nın ‘asa’sına dayanarak yola çıktığınızı görüyoruz. Özellikle
kitabın girişindeki pasajı işaret etmek istiyorum. Hayatınıza, eserlerinize,
yazıp çizdiklerinize bakarsak, yolculuğunuz hiçbir aksamaya uğramadan devam
ediyor. Kur’anî bir çizgi. Şöyle sorayım, ana kaynak Kur’an’la olan ilişkiniz
eserlerinizde, mesainizde ne kadar etkendir? Bunu şöyle de anlayabilirsiniz:
Şairin ve şiirin vahiyle irtibatı ne olmalı, nasıl olmalı, niçin?
Keşke dinleyicilerin de aktif olarak katılmasına
fırsat tanıyacak, onların düşünmesini ve algılamasını gündeme getirecek bir
süreç oluştursaydık. Bu sorunuza karşılık olabilecek şiirlerim olduğunu
düşünüyorum, onları okusaydık. Daha iyi olurdu.
Fakat şu kadarını söyleyebilirim. Biliyorsunuz, bizim
temel anlayışımız yüce yaratıcının, biz yeryüzündeki onun ayetlerini,
yazılarını, şiirlerini okumaktan aciz kaldığımız dönemlerde -ki kimimiz onları
şiir olarak algılayabiliriz, kimimiz yazılı metin olarak, kimimiz renk, resim
olarak algılayabiliriz, kimimiz sanatın başka tezahürleri olarak- yazılı
vahiyler, yazılı ayetler indirmiş.
Bu bizim temel Kur’anî anlayışımız… Yani şu demek
oluyor, bir yazılı vahiy, yazılı ayetler var. Bunun son mecmuu da Kur’an-ı
Kerim… Bir de sayılamayacak kadar çok, akla, hesaba sığdırılamayacak kadar çok
çeşitli, derinlikli yazılmamış ayetler var. Şiir bence bunları okumanın
yollarından biri, okumaya kafayı takmış olmanın yollarından biri. Bunu
kendisine meslek edinmeyi kafasına takmış insanların işi. (Bir su bardağını
göstererek) Şu gördüğünüz, şu kadarcık bir şeyin içinde sayamayacağım kadar
ayet var. Yani oturup düşünsem, hem bunu düşünme yeteneği vermiş bana, hem
sayım döküm yapılamayacak kadar zengin ve değerli bir ayet, yaratma yeteneği.
Hem de nesnel olarak karşımda gördüklerim, yani bir bardak ve içindeki su.
Şiirin işi bu bence… Her şeyden çok, bilimden daha çok, hukuktan daha çok,
onları da kapsayacak şekilde, şiirin işi bu. Ben zannediyorum biraz da böyle
bakmanın kolaylığını keşfettiğim için, kolay yazıyor olabilirim. Bu bir meziyet
olarak algılansın istemem tabii ki. Ama bundan eminim. Her şey, her yer şiirle
dolu, ayetle dolu, yani çözmemiz gereken, şöyle veya böyle okumamıza imkân
veren gerçeklerle, ayetlerle dolu gibi geliyor bana. Zihnimiz, algı gücümüz
elverdiği sürece biz insanlar, biz şairler bu okumayı yapabiliyoruz. Ve bir de
çoğu şiirde bir fikri sabit halinde ifade ettiğim gibi, biz onun (Allah’ın)
çırağıyız, yani ustamız O. Hele hele şair olarak, biz onun çırağıyız, sonra
kalfasıyız. Bir dipnotta düşmüştüm, özellikle niye kalfa diyorum? Halife
kelimesinden türemiş bir kelime kalfa. Biliyor muydunuz? Kalfa, halife
sözcüğünün Türkçede bozulmuş şekli. Usta ile çırak arasındaki meslek sahibi
kişiye kalfa deriz ya. Allah bizi (Âdem’i) hani halife olarak gönderdi ya.
“Yeryüzünde bir halife yaratacağım. Yeryüzünde benim adıma bazı sorumlulukları
yüklenecek, benim adıma bazı işleri yapacak ve benim yaptığım bazı işleri
yapabilecek…” Halife budur, yani kalfa. Önce çırak oluyoruz, sonra onun
kalfalığını hak ediyoruz. Böyle düşünerek şair olunabileceğini
hissettim, böyle düşündüm, yola çıktım.
Generallerin
Kostümlerine Karşı Şiir…
Sizinle icra ettiğimiz işbu programın
ön tanıtımlarını farklı ortamlarda yaparken görsel materyalin ve metinlerin
arasında Cazın Irmakları
kitabınızdan seçilmiş bazı dizeler ekledim. Bunlara bir de sizin şiirlerinizde
adını verdiğiniz caz üstatlarından bazılarının video linklerini ekledim. Tabii
bunlardan tepki aldım. “Hayrola caz da nereden çıktı diyenler?” oldu. Ben sizin
biraz önce söylediklerinizle uyum gösteren bazı dizeleri Cazın Irmakları’ndan seçtim. Mesela, “Tanrı’nın yaratma sanatına benzeyen /
Tanrı’nın yok etme sanatına benzeyen / Tanrı’nın, tekrarlana tekrarlana
güzelleşen, / Zarifleşen, zenginleşen doğaçlamalarına / Cazdan daha benzeyen
sanat var mı?” diyor… Evet, dokunduğu nesneyi şiire çeviren bir şair ve ayrıca
O büyük Usta’nın kalfası olarak onları dünyamıza mal ediyor.
Şimdi,
başka bir soruya geçiyorum, Kızlar için gökten “Alkış kamçı ve günah”
yağdırdınız, “Huş ağacı hakkında bilgi top”lamaya kalkıştınız, “Nuh’a gemi
resimleri” yaptınız, “Vitrincinin destanı”nı yazdınız. Ama biz sizin
“generallerin niçin sokağa çıka”mayacağına dair tespitlerinize takılıp kaldık.
O şiirde sokağa çıkamayan generalleri şöyle mahkûm etmiştiniz: “Sokağın
üstündeki sahanlıktan / geçip giderler / helikopterlerle teyyarelerle”. Şimdi
şunu sormak size “Uludere Uludere”yi yazmak zorunda bırakan bu alçak “teyyare”
sahiplerini uçurur muydunuz şimdiki aklınız olsaydı? Yoksa daha farklı bir
şekilde mi yerin dibine boylatırdınız o alçakları? İsterseniz Uludere şiirini
de okuyabilirsiniz…
12 Eylül yıllarında yazılan bir şiirdir Generaller
şiiri... Ben bu iki şiiri (“Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz” ve “Uludere”)
birbirini tamamlayan iki şiir olarak görüyorum. Generaller halka insandan başka
bir şeymiş gibi görünme yani insandan daha güçlüymüş gibi görünme mesleğinin
figürleri. Mesleklerini öyle satmaya çalışan, insanların içine girmeyen,
kendileri uzak tutarak arzu ettikleri iktidar ve güç vehmini yaratma düzeninin
bir parçası onlar. Dolayısıyla bugün de Uludere’de o gücün temsilcisi olarak
görebiliriz. (Cahit Koytak, “İyi, böylece şiir okuma faslına da başlıyoruz”
diyerek “Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz” şiirini okudu.)
Bu hepimizin gözlemlediği bir şeydir, sokakta pek
general göremeyiz yani değil mi, girmezler bizim aramıza. Filmlerde filan
görebiliriz. Ve bir tiyatro oynarlar onlar. Yani İktidar yapıları sıradan
insanlar karşısında hep bir tiyatro oynarlar.
Dikkat ederseniz kostümleri vardır generallerin yani
gücü yansıtan. Gücü bize hatırlatan, bizi alesta tutma niyetini yansıtan
kostümler giyerler, işte apoletler rütbeler, böyle olduğundan daha yüksek,
heybetli gösteren şapkalar. Bu bir tiyatro gösterisidir. Bunu yansıtmaya
gösteren bir şiir. Oynadıkları oyunu yansıtmaya çalışan bir şiir. Uludere ise
bunun çok acı veren bir tezahürü. Ben gerçi her zamanki hallerimize ilişkin
şiirler okumak isterdim. Yani harp, darp, ölüm, vahşetler, toplumsal
trajedilerin yaşanmadığı dönemlerde bile insanın yüklendiği sorunlara ilişkin,
insanın dünyasına dair olan şiirler okumak isterdim.
Uludure’yi şiirleştiren şairlerden
birisiniz. Abdurrahman Adıyan, Ali Emre gibi arkadaşlar da yazdı Uludere
şiirleri. Bu arada iki gün sonra Uludere’nin yıldönümü. Buna binaen sizin sesinizden
“Uludere, Uludere” şiirinizi dinlesek.
“Bir ‘Uludere Destanı’ yok mu tezgâhta, ağbi?”
diye soruyorlar e-mektuplarında bu iki dostum.
Ve uyandırıyorlar, uyuyan közlerimi.
Bir ‘Uludere Irmağı’, evet, neden olmasın?
Allah’ın ırmaklarından biri,
‘Şiirin ve Cazın Irmakların’dan biri?
Diye soruyorum ben de kendime
Ve o otuz dört Kürdün Rabbine,
Uludere’de kana boyanan otuz dört dereciğin...
Ve Uludere’de Allahın göklerini bombalarla yırtarak
Allah’ı seven Kürtlerin başlarına yıkan tağut’a
Söylenecek söz bulmak için
Kendi küllerini karıştıran bu şairin Rabbine;
Kendisine Kürt mü, Türk mü, Ermeni mi,
Olduğunu sorana elinin tersini gösteren Allah’a,
Yani herkesin ve her çağın Rabbine, soruyorum,
Yazdığı kıssalar arasında, Bir de ‘Uludere Kıssası’,
‘Düşünenlerin, düşünüp ders çıkaracağı’
Bir Uludere Destanı, niye olmasın, niye?
(…)
Şimdi
konuyu başka bir yöne çevirmek istiyorum. Üç yıl önce sizi Bursa’da misafir
etmiştik. O zaman sadece şiir okumuştunuz. Şu an aramızda olan şair Yunus Emre
Altuntaş o programla ilgili bir haber yapmış ve şu başlığı atmış: “Mazlumlara
yakın Şair, Cahit Koytak.” Şuraya gelmek istiyorum: Gazze Risalesi’nde anlatıcı
olarak kendinizi “Filistinli bir şair” olarak takdim ediyorsunuz. Ayrıca
şairlerle hamile anaları benzer tutuyorsunuz. Bununla birlikte sesinizi “bizim
mahalledekiler”e dahi duyuramadığınızdan söz ediyorsunuz. Çığlığınıza kulak
kesilenlerin olmadığı bir ortamda, “Filistinli” “hamile” bir “ana”/“şair” olmak
nasıl bir şey; sorumluluğunuz ve yükünüz ağır mı? Şiirin o bölümünü
okuyabilirsiniz isterseniz…
Evet, evet, o bölümü okusam daha iyi olur bence de.
Kendi konteksi içinde benim anlatacağımdan daha iyi anlatabilir zannediyorum.
Gazzeli
Yusuf, oğlum, ben yaşlı Filistin şairlerinden biri.
şiirlerimi
Türkçe yazıyor olmama bakma,
yeryüzünün
bütün öteki şairleri gibi,
(düzeltiyorum)
yeryüzünün bütün
yufka
yürekli şairleri gibi ben de
Filistinliyim
on günden beri
Herhalde bu Filistin’de olup bitenle bütünleşen,
ıstırabını çeken bir zihnin Filistin’le özdeşleşmesi anlamına gelir. Burayı
biraz devam edeyim olur mu?
Ve
buram buram Filistin toprağı
kokmaya
başladı birden, nasılsa,
benim
de kırk yıllık türkülerim,
kasidelerim
kan,
barut ve gözyaşı değil, hayır
kin,
öfke ve intikam hissi de değil, yanlış
anlama,
tepeden
tırnağa Yakup, tepeden tırnağa Yusuf,
tepeden
tırnağa Musa, İsa
ve
Muhammed’le dolup taşıyor,
Filistin
toprağı gibi, on günden beri
Benim
de duygularım, düşüncelerim.
Şimdi, sorarım Filistin zaten bunlar değil mi? Musa
demek değil mi, Yakup demek değil mi? Bizim de bilinçaltımız, zihniyet
dünyamız, hayal hanemiz çocukluğumuzdan beri bunlarla doldu. Filistin dediğimiz
zaman, şimdi coğrafi toprakları bir kenara bırakalım, imaj olarak Kenanlılar,
Hz. İbrahim ve onun kabilesi, Yakup ve oğulları… Filistin deyince bunlar
aklımıza geliyor. Dolayısıyla biz de bunlarla yoğrulduk. Kendimizi Filistinli
hissetmemiz çok zor bir şey değil gibi duygulara yaslanmış demek ki şairimiz…
(Şiirden bir bölüm okur.)
nesnesiyle
örtüşen bilgiye, hakikat,
nesnesiyle
örtüşen duyguya da sezgi
diyorlar
ya, filozoflar, Yusuf, oğlum
bu
tanım doğruysa eğer, sezgilerim diyor ki bana,
hiçbir
bilgi, hiçbir haber,
rüzgârın
bu son on gündür şairlere
ve
hamile kadınlara taşıdığı
şu
gökçe esin kadar hakikat olamazlar
(…)
çıkarsam
da, bir ucu insana, öteki tanrıya varan
bu
inceler incesi, kırılgan sesi,
karanlıkta,
iğneye iplik geçirir gibi
getirmekte
zorlanıyorum dilimin ucuna,
getirsem
de tutturamıyorum rengini, tınısını,
sözlerim
yama gibi kalıyor,
Gazze’nin
yarasına sarılmak istenen
bütün
öteki göstermelik paçavralar gibi…
Böyle gidiyor, evet efendim…
“Filistin’in
Çığlıkları…”
Bağlı
olarak şunu da sormak istiyorum… Tel Avivli Josef’e de mektup yazmıştınız,
Gazze Risalesi’nde; sonraki zamanlarda da görüldü, sanki Josef duymadı sizi, ne
düşünüyorsunuz?
Josef duymadı diyemiyorum henüz. Çünkü zamana bağımlı
bir şey değil. Tıpkı Rabb’imizin ayetleri gibi. Doğru sözler de, ki bunların da
izafe edileceği kaynak orasıdır. Doğru çağrıların zamanı yoktur. Mutlaka duyan
Josefler yetişecek. Bu mektubu okuyan Josefler yetişecek ve insanlık ailesi
olarak inşallah daha güzel günlere ulaşılacak. Şu anda duymaz gibi görünüyor,
belki de duyanlar var. Müşahhas olarak bu çağrıyı okuyanlar demek istemiyorum.
Buna benzer sesleri, bu çığlıkları, en azından Filistin’in çığlıklarını duyan
Josefler var İsrail’de, dünyanın her yerinde.
Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı’ndaki “Demirci Çırağı”na şunu söyletiyorsunuz: “Düşünceyi
balyoz gibi kaldırıp / Nakış nakış kar taneleri halinde / İndirmemi istiyor
ustam, / Sırça sarayların üzerine.” Şiirde düşüncenin yeri yurdu hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Ben
doğrusu şiire analitik dikkatle yaklaşılması taraftarı değilim. Şiirde
düşüncenin veya duygunun yeri ne olmalıdır, bunları ayrıştırmak daha çok
determinist bir akıl mensubiyetinin uzantısı gibi geliyor bana. Duygu, düşünce,
bunu biz kolaylık olsun diye ayırıyoruz. Aslında bunlar bizim zihnimizde
birbirinden ayrı şeyler değil. Duygu tarzında yaşadığımızı zannettiğimiz içsel
akımların içinde bile ne kadarının düşünce ne kadarının duygu olduğunu net bir
şekilde açıklayamayız… Yani mesela, bir akıl var, bir kalp var, böyle bir şey
de yok diye düşünüyorum ben. Aslında bize Allah ruhundan üflemiş, biz
düşünebiliyoruz, duyabiliyoruz. Düşündüğümüz zaman aynı anda duyuyoruz,
duymadan düşünülmez. Yani duygu olmadan düşünce üremez, yaratılamaz diye
düşünüyorum. Her duygu da düşünceyi yanında beraber getirir. İdrak etmek için
bir defa, ben ne hissediyorum, ne duyuyorum. Bunun bir de düşüncesi var yani.
Dolayısıyla her şey zihnimizden geçer, bir kan deveranı gibi, duygu, düşünce
bizim varlığımızın soyut networku içinde birlikte dolaşırlar. Onun için şiir
insanın içsel yapısını en doğrudan ileten, ortaya koyan, dışa vuran bir sanat
formu olduğu içindir ki, düşünce, duygu
ayrımı yapılamaz diye düşünüyorum. En azından böyle yaklaşmak çok sahih
bilgiler sağlamaz diye düşünüyorum.
Ama benim şiirimde arayanlar bolca düşünce
bulabilirler. Yani bu şair düşünerek yazıyor diyebilirler, doğru. Duygu
arayanlar ise ne kadar yufka yürekli, duygulu bir adam filan da diyebilirler.
Buna da inanıyorum. Ben de kendimi bazen içten içe akıllı birisi olarak
vehmediyorum. Hem de çok seçkin duygular, ince duygular sahibi olarak görmekten
hazzediyorum. Böyle miyim değil miyim, onu Allah biliyor tabi. Böyle…
Şiir-
Tarih İlişkisi…
“Moğol Paşası-Acem Şairi” adlı şiirinizde,
memlekette yaşanan tarihî bir sürecin yansıması var. Gerçek tarihin şiire
birebir denebilecek bir tarzda yansımasını nasıl karşılayalım? Yahut
yaşananların edebî metindeki yeri ne olmalı?
Bizanslı
Şairler bölümü birinci ciltte… 3 ciltlik bir kitap Yoksulların ve Şairlerin
Kitabı, malûm. Bizanslı Şairler bölümünde, bahsettiğiniz nitelikleri taşıyan
Latin Şairler, Harputlu Müneccim, Şair Lucius, Caius, Harranlı Leon, Yergici
Lucas, Saray Şairi Osias, Konsül Nabius gibi karakter ve tipler var… Neyse,
şunu sorayım: Bu eserinizi Roman gibi okuyabilir miyiz, sanki öyle demiştiniz…
Ha, evet… Roman gibi okuyun demiştim. Yoksulların ve
Şairlerin Kitabı… Bu aslında tek tek şiirler gibi gözüküyor ama bence bin yüz
sayfalık tek bir kitap bu. Bir tek şiir gibi görülmesini istiyorum. Neden mi,
çünkü insanlığın şiir serüvenini sanat serüvenini, Allah’ın yaratıcı vasfını
insana ağma sürecini, insanla bütünleşme sürecini, yaratılışın şiir
zaviyesinden hissedilmesinin, idrak edilmesinin hikâyesi gibi telakki ediyorum
ben bu bin yüz sayfalık şiiri. Her şiirde şiirin bir sorunu, ya sanatçının
sorunu, ya bir şairin kaprisi… Her devirde rastlanabilecek şeyler bunlar…
İktidar şiir ilişkisi, iktidar şair ilişkisi… Sonra şiirin metafiziği, iyi
şiirin nasıl olacağına dair şeyler… Şiir dersleri var bu kitaplarda… Şiir
adına, şiir için, şiir konusunda söyleyebileceğim, söylenmeye değer bulduğum ve
bende dinlenmeye değer bulunan her şeyi nakletmeye istediğim şiirlerden oluşan
bir kitap. Dolayısıyla bir bütünlüğü olan bir şey. Eminim, baştan sona bir
roman gibi okunursa, değişik bir roman tarzının vereceği zevki verebilir
umudundayım. Vaat ediyorum da. Okuyun, aldanmış olmazsınız. Kandırılmış
olmayacaksınız demek istiyorum. Roman tadında okunabilir, okunmalı. Baştan sona
gizli bir inkişaf içinde de ilerlediğini hissediyorum ben bu bütünün. O
bakımdan demişimdir, derim de yani. Sözümü geri almam, roman gibi okunabilir.
Öyledir… İlk karşılaşacak kişiye “Buradan başlanması daha iyi olur!” dedirtecek
bir sıralama da vardır bu kitaplarda. O bakımdan baştan sona roman gibi
okunmasında fayda vardır… Benim lehime…
Abi bu kitaptan bir bölüm okumak
ister misiniz?
Olur tabi, şöyle bir şey okuyayım size… Bir psikiyatristler
topluluğu beni bir şiir okuma akşamına davet etmişlerdi. Ben de, beni konuşma
zahmetinden kurtarsın diye oturmuş şiir yazmıştım. Onu bir kitaba almıştım. Onu
okuyayım. Aslında her toplumda bu şiirde geçen şeyler yaşanıyor…(Kitaptan arar
ve bulur.) İşte, Sahnedeki Hayalet şiiri… (Bu şiiri okur.)
işte
yine herkes burada, herkes!
bütün
çocukluk ve gençlik arkadaşlarım,
en
eski dostlarım, en eski kafadarlarım…
bir
ben yokum, galiba,
benim
çocukluğum
ve
gençliğim yok salonda!
son
yıllarda ne zaman çıkacak olsam
bir
topluluk önüne, tuhaf değil mi ama,
içten
içe bunu hissediyorum hep:
bütün
çocukluk, gençlik arkadaşlarım
yılların,
yılların tozundan, toprağından silkinip
karşımda
bitiveriyorlar…
yalnız
onlar değil, çok daha uzaklardan,
çok
daha yukarılardan, zamanın diplerinden
Musa’nın
ve Firavun’un çocukluğu,
Dara’nın
ve İskender’in çocukluğu,
Homer’in,
Hayyam’ın, Dante’nin…
(…)
Tabii
aslında şair kendisini görünür kılmak istemiyor. Okuyucu ise görmek istiyor.
Pek çok şairde var bu durum. Ama işte bu hayatın içinde de maalesef kırık dökük
yanlarımızla görünmek zorunda kalıyoruz. Sizin konuşmak istemediğinizi
anlıyoruz elbette.
Estağfurullah. Bugün baya da konuştum yani. Çenem
düşmüş baya… (Gülüyor.) Ben de şaşıyorum…
Allah’ın
Yaratma Sanatı ve Caz…
Cazın
Irmakları kitabınıza değinelim şimdi de. Bu kitabınızda cazla ilgili pek çok
malumata yer veriyorsunuz. Cazın tarihi, cazın ruhu, cazın ideolojisi, cazın
bireşimi, blues nedir, caz-kaos ilişkisi, caz şairi, cazın faydaları, bluesun
ermişleri, cazın ermişleri… Evet, bu sanatın pek çok ustasının adı burada
geçiyor: Lead Belly, Gerdrude Ma Rainey, Charley Patton, Mamie Smith, llind
Lemon, E. Bessie Smith, Muddy Waters, Jelly Roll Morton, Sonny Boy Williamson,
Lauis Armstrong, Duke Ellington, Bix Beiderbecke, Charlie Parker, Lester Young, Miles Davit, Nat King Cole,
Jocahim E. Brendt… Bu arada cazı ve caz sanatçılarını sanki
Müslümanlaştırıyorsunuz. Sanki, Allah’ın yaratma sanatıyla “Caz” sanatı
arasında yüksek bir benzerlik ilişkisi kuruyorsunuz. Bu kitapta caz sanatının
üstatlarını Müslüman bir gözle yeniden üretiyorsunuz. Bir şair olarak böylesi
bir tasarrufta bulunma hakkınız var mı? Bir de şimdi durup durur dururken bu
caz edebiyatını Cahit nereden çıkardı diyenler var. Ne dersiniz?
Caz da nerden çıktı demekte haksızlar. Demek ki onlar
benim yazdığım ilk şiirlerimden beri izlemiyorlar. Daha ilk kitabımda birkaç
tane böyle cazla ilgimi ortaya koymuştum.
İlk
Atlas kitabınızdaki
‘Caz İçin Nihavent’ şiirinizi hatırlıyorum.
Oradan başlayan bir şey… Ben aslında cazın içinden
biri değilim. Yani cazı fazla bilmem. Fakat şiire götüren şey böyle katı bilgi
değildir. Genellikle hissedilen şeydir. Düşünceyle duygunun bir arada açtığı
sezgisel yoldur insana herhangi bir şeyi, bir olayı, durumu veya zamanı
anlamlı, anlaşılır kılan şey odur. Cazla benim uzaktan hissettiğim, ama uzaktan
çok zengin olduğunu hissettiğim, çok şey anlatmaya muktedir bir dil bir dünya
olduğunu hissettiğim bir sanat o. Bir de şunu düşünüyorum, caz her sesin uygun
ritimlerle bütüne katılabileceği, yani ezgiye katılabileceği kadar kucağı sıcak
olan bir sanat. Yani bir esneme sesini de bir çığlığı da bir öksürmeyi de
dışarıdan gelen bir araba korna sesini de, bir şimşek, gök gürlemesini de
yağmuru da hepsini ezginin bünyesinde taşıdığı ritmik yapıya uyarlanabilirse
içine alabilecek, ses olarak kullanabilecek, çalgı olarak kullanılabilecek bir
sanat. Dolayısıyla iddia ediyorum ki caz, Allah’ın da kullandığı bir müzik
türü. Yani Allah’ın bu evrende bize yaşattığı olaylar içinde kullandığı ses
unsurlarıyla müthiş bir uyum ve müthiş bir ezgi var cazda. Biz onu her zaman
algılamayabiliriz. Bütünü kavrayan bir müzik algımız olmayabilir. Fakat eminim,
şiddetle eminim bir ezgi yaratıyor o seslerle de ve o seslerin bir bütünlüğü
var. Bizi kullanıyor, tren sesini kullanıyor, göklerin, bulutların sesini
kullanıyor, yağmurun, rüzgârın sesini kullanıyor ve bir doğaçlama yapıyor. Onun
bu doğaçlamalarının tabiatı en çok caz müziğinin yapısına uyuyor gibi
hissediyorum. Ben bu kitapta hem cazdan yola çıkarak Allah’ın yaratış
süreçlerine, o süreçleri bize taşıyan duygulara götürmek istiyorum şiir
okuyucusunu. Hem de Allah’ın doğaçlamalarından kalkarak somut bildiğimiz nesnel
caz müziğine getirmek istiyorum. Mecaz içinde mecaz... Bir şey yapmak için,
yani özellikle ortaya konmuş bir çabanın mahsulü bu kitap, onun için adı ırmak,
ırmak içinde ne sesler var düşene biliyor musunuz, sadece seslerin sesi değil,
renklerin de sesi var, ışıltıların da sesi var, ışığın da sesi var, ıslaklığın
da sesi var gibi geliyor bana. O akış ve biz hepimiz öyle kocaman ırmağın
içinde akıp gidiyoruz, bir caz doğaçlaması içinde akıp gidiyoruz, ona doğru.
İşte bunları anlatmak istedim. İyi yapmış mıyım bilmiyorum.
‘Cazın Faydaları” şiiriyle bunu
örneklendirebiliriz: “Caz olmasaydı, caz olmasaydı, caz/Yeryüzünde yazılan
çizilen, konuşulan/Yalan gerçek onca söz, dırıltı, vaveyla,/onca ah, inilti,
heyamola,/Patronun afrası tafrası/Polisin düdüğü, komutanın böğürtüsü,/Topun,
tüfeğin, tayyarenin/Gümbürtüsü arasında,/Çocukların, ırmakların
çağıltısı,/Ağaçların, rüzgârların, yağmurların hışırtısı/Kurtların, böceklerin
çıtırtısı,/Meleklerin fısıltısı/Nasıl işitilirdi, nasıl işitilirdi, nasıl,/Caz
olmasaydı?
Bakın söylediklerim burada da armış, bunları da
yazmışım.
Şimdi,
süremizi aşmak üzereyiz. Fakat bir soru daha sormak istiyorum… Yeni
kitabınızdan, yayınlanacak olan eserinizden… Bilim ve sanat bize ölümsüzlük
vaat edip duruyor; kendi adıma aldanmıyor değilim bu vaatlere. Ne dersiniz, siz
de aldanıyor musunuz? Bilim ve sanatın ölümsüzlüğüne…
Şöyle, ölüm de ölümsüzlük de tefsire muhtaç şeyler.
Yani kalkıp bir şair size ölümün hayattan çok daha zengin, çok daha sorun
çözücü bir olay olduğunu da açıklayabilir, çok da huzur veren, çok da istenen
bir şey olduğunu söyleyebilir. Bu yapılmıştır geçmişte tasavvufta. Ölmeden
ölmek filan gibi. Birisi de kalkıp, ‘Yahu, zaten ölümsüzlüğü aramaya gerek yok,
zaten ölümsüzüz.’ diyebilir. Zaten kitabımız da öyle diyor. Biz yeniden
dirileceğiz. Bir inkıtaya uğrayacak ama hayatımız, netice olarak ister
cehennemde ister cennette, devam edecek bir hayatın içindeyiz şu anda.
Dolayısıyla ölümsüzlük gerçekten de üzerinde düşünülmeye değer bir tema. Hele
bir şair için. Ölüm de gerçekten de üzerinde en fazla düşünülmüş vaka
diyebilirim, iddia ediyorum. Hepimiz teker teker saklamayalım, bütün insanlık
ölümü düşünür. Kalkıp bir şair iddia edebilir ki işimiz gücümüz bütün ölümü
düşünmek. Ölümün kafamızdan çıktığı bir an hiç yoktur. Bilinçli ve hissedebilir
anlarımız sürdüğü müddetçe. İnsanlık her şeyini bütün çabalarını ölüme olan
mesafesini artırmak için bütün başından beri sonuna kadar bunun için çalışıyor
diyebiliriz. Bütün buluşlar bunun içindir, bütün çabalar bunun içindir,
savaşlar, iktidar mücadeleleri, şan, şöhret para hepsi aslında ölüme kendimizi
unutturmak içindir. Veya kendimize ölümü unutturmak içindir diyebilir bir şair.
Bunun denmeye değer bir şey olması, sadece bu hakikatin dile getirilmesiyle
kabil değildir. Bunu demenin güzelliği sağlanabilmişse anlamlıdır. Yani bunu
dosdoğru, hemen böyle kuru kuru söylemek vardır, bir de bunu güzel söylemek
için bir ömür harcamak vardır. Bir sanatçının yaptığı gibi, bir ressamın, bir
heykeltıraşın, bir şairin yaptığı gibi, ölümle ne kadar uğraştığını, üzerinde
ne kadar düşündüğünü ve onu aklının bir köşesinde tutarak ne yollar yürüdüğünü
kat ettiğini, teptiğini anlatmak için bir ömür tüketmiş insanların ortaya
koyabileceği özel ifadelerle güzel ifadelerle ortaya konduğu zaman, sarhoş eden
ifadelerle, baş döndüren ifadelerle olduğu zaman söylendiği zaman demin
söylediğim şeylerin ifadesi güzeldir ve sanatkârcadır ve ifade etmeye değer.
Ölümsüzlük de öyledir. Evet insanın bir takıntısı olabilir. İnsanlığın bir
takıntısı olabilir. Hakikat, yeryüzünde
ölümsüzlüğe ulaşamayacağımız bir şey olsa da, yeryüzü hayatında insanlığın
bunun rüyasını görmesi anlamlıdır ve bunun güzel bir şekilde dile getirilmesi
ta başından beri bütün sanatkarları uğraştırmıştır. Bu çıkacak son kitap,
adından da belli olduğu gibi, Ölüme Çare
ya da Şen Maneviyat. Bir ölüme çare arayışı veya teması o olan zihinsel ve
ruhsal maceranın ifadelerinden doğmuş şiirler. Ölüme çare hakikaten de dünya
hayatında bir mümin olarak, muvahhid olarak, ölüme dünya hayatı içinde çare
bulunacağına inandığımdan değil, fakat konu çok ilginç, insanlığın bu yolda
yaşadığı zihinsel macera, duygusal birikim ilginç. Onları bilmek ilginç ve
kültür bundan ibaret ben size söyleyeyim. İnsanlığın ortaya konduğu kültür
birikimi, bu zaviyeden de bir daha değerlendirilmeye muhtaç diye düşünüyorum. O
bakımdan önemli bence, üzerinde bir kitap yazmaya değer. Ben böyle zannettin,
böyle zannettim, düşündüm, Metin’ciğim (Mengüşoğlu’nu işaret ederek) okudu,
Cevat Bey de okudu, bilmiyorum, yazmaya değmiş mi. Daha kitaplar yazılsa değer
mi, sanırım değer…
Günlük
Gazetede Şiir, Niçin?..
Üstadım,
ben son soru demiştim ama bir kardeşimiz, Mustafa Başpınar, güzel bir soru
yazıp göndermiş bize. Kendisi de yazar, hikâyeci… Aramızda şu an. Diyor ki:
Taraf’ta yazdığınız süreçte şiiriniz daha mı siyasallaştı. Günlük gazete ve
şiir bugün ne ifade ediyor. Sorusu bu Başpınar’ın…
Güzel, çok güzel bir soru… En azından açıklamalarımın
yararlı olacağını düşünüyorum. Şimdi, şiirimin Taraf’la mı siyasallaştığı
sorusuna hemen kısa bir cevap vereyim: Hayır, ben dediğim gibi, ta 80’lerde de
böyle yazıyordum… Açıkçası büyük büyük laflar ortaya koymak için konuşmuyorum
da, insanı ilgilendiren, meşgul eden,
insanın zihnini, hayatını meşgul eden her şey benim ilgimi çekiyor, her şairin
de çekmeli. Biz siyasi olayları gerek birey gerekse toplum olarak yaşıyoruz.
Ben de haberleri izliyorum, etkileniyorum.
Gençliğim benim siyasi olayların en yoğun yaşandığı
bir üniversitede ODTÜ’de geçti. Sol hareket orada etkindi. Ben sosyalist
arkadaşlarla iç içe yaşadım. Hala arkadaşlıklarımızın sürdüğü insanlar var.
Onlar benim mümin olduğumu bilirlerdi. Buna rağmen, pek çok konuda ortak bir özgürlük,
hak mücadelesi, adalet mücadelesi verilmesi gerektiğini inandığımız insanlar,
güç birliği yapmak istediğimiz arkadaşlar vardı. Metin de bilir.
Dolayısıyla gençliğimden beri toplumumuzun, insanın
yaşadığı ve adına siyaset denilen şey, bizim yaşadığımız şeydir. Şiirin konusu
da yaşanan şeylerdir. Hem insanın içinde, hem dışında. Hem insanlarla beraber,
hem de insanın kendi yalnızlığı içinde yaşadığı şeylere matuftur şiirin ilgi
alanı. Dolayısıyla ta başından beri ne Metin’in ne benim şiirlerim siyasi ilgiden
yoksun değildir. Yeni başlamış bir şey değil…
Taraf’ta
yazma bahsine gelince… Ben günlük gazete okuyan insana kadar ulaşma cesaretini
ve ihtiyacını duymuş bir şiirin ancak şiiri dirilteceğine inanıyorum artık.
Yani düştüğü yerden şiiri kaldıracağına inanıyorum. Çünkü modern Türk şiiri,
aslında dünya şiiri de öyle insanların konuştuğu dilden uzaklaştılar. Biraz…
Öyle görüyorum ben. Ve dolayısıyla şiir olmaktan da uzaklaştılar. Başka bir şey
oldular. Kuşkusuz saygı duyulacak örnekler var tabii. Saygı duyuyorum ben yine
de şiir olarak ortaya konan şeyleri. Fakat okunmuyorlar. Şiir insandan insana
akan şey için bir akış yolu, bir yatak olmaktan çıktı bu yüzden. Bu okurun suçu
değil, şiirin suçu, yani şiir üreten insanların suçu. Yani dilin tarihini, dilin
hikâyesini yeniden yaratamazsınız. Sözcüklerin hikâyesini siz yaratamazsınız.
Hep beraber kullandığınız dilden almak zorundasınız. Herkesin kullandığı dilden
almak zorundasınız kelimelerin hikâyesini. O hikâyeler üzerinden şiirinizi
tasavvur etmeniz ve o hikâyelere göre sözcük seçmek zorundasınız. Okunmayan
şiir dalgaları bunu yapmayı unuttular ve şiiri okunmaz hale getirdiler. İyi
şiirleri de artık okunmaz hale getirdiler. Dolayısıyla yeniden Yunus kadar
açık, yani açık derken herkese söyleyeceği bir şeyi olan, sahici sahici,
hakikaten söyleyecek bir şeyi olan, hakikaten yaşanmış, duyulmuş, insanlara da
ulaştırılması gereken, çobana da, simitçiye de, bir akademisyene de bir şey
bırakan şiirlerin yazılması gerekiyor. Onu yazdıracak dil de insanlara, gazete
okuruna da ulaşmaya cesaret eden, o cüreti de gösteren şiirler yazmak diye
düşündüğüm için önemsiyorum gazetede şiir yazmayı.
Bir de geçende bir şiirde de yazmıştım. Hani böyle,
göğü tırmalayan, insan ruhunu karartan bir sürü yapılaşmalar var… Ama onların
arasında hiç olmazsa bir yeşillik istiyoruz, yeşil bir alan… Gazeteler ise
siyasi yazılarla, haberlerle dolu. Yok, şu şunu dedi, bu bunu dedi… Bunlar
aynen göğü tırmalayan gökdelenler gibi…
İşte şiir bunların arasında bir yeşil saha gibidir… Benim gazetede bir
köşede şiir yayımlayarak biraz öncülük yaptığımı zannettiğim şey, bir bağ,
bahçe ihtiyacını gidermek… Bu durum, böyle bir atmosferi gazete okuruna
ulaştırdığı için bence anlamlı… Böyle…
Kimsenin
itirazı olmasın hele şairler cemaati hiç kıskanmasın, son yüzyılda bizim
şiirimizdeki çığır açıcı şair Cahit Koytak’tır. Yani benim tespitim bu,
söyledikleriniz önemli bu bağlamda.
Yok, yok… Estağfurullah,
estağfurullah…
Evet,
sözü gerçekten bugün fazla uzattık, bizi de kırmadı Cahit Koytak… Birkaç gündür
de bizi uyardığı halde biz yasağı deldik.
Ben de epey konuştum, kendimi böyle bilmiyordum…
Yani
eylemcileri seviyor Cahit Koytak, biz de bir eylem yaptık, herhalde bizi de
sever. Bildiğimiz kadarıyla bir tane mülakatınız var bu ikinci oluyor herhalde
yani öyledir.
Metin Önal Mengüşoğlu: Bursalı dostlarının hatırını
kırmadı…
Bu
bağlamda hatırımızı kırmadı, bizim sorularımızı cevaplandırdı. Daha sorulacak
çok soru var ama bizim zamanımız bitti gerçekten. Bu program 19.00 ile 20.30
arası düşünüyorduk ama saat şu anda 20.55. Bitirelim diyorum yani, misafirimizi
de fazla yormayalım, o da yoldan geldi malum…
Ben bir tashihte bulunmak istiyorum. Kendimi bir yere
koyduğumdan değil yanlış anlamayın, sıkacağımdan korktuğum için… Stres içinde
stres diyorlar ya öyle streslere giriyorum ben toplum içinde, yani münzeviyim
biraz. Sıkarım insanları, beni çağıranları mahcup ederim diye düşündüğüm için
kaçıyorum doğrusu böyle söyleşilerden, konuşmalardan ama şiir okumayı
seviyorum. Neden? Yazılmış şeyi okuyorum geçip gidiyor diye düşünüyorum.
Evet, fakat oluyormuş bayağı konuştum
vallahi ben de şaştım.
Bir Dinleyici:
Devam edelim istiyorsanız...
Yok, yok… Vallahi yok, n’olur. Yani fena değilim
Metin’ciğim. Sorulara cevap verdim hatta uzun uzun, yani inşallah
bıktırmamışımdır, sıkmamışımdır. Vallahi sıktıysam çok üzülürüm.
Evet,
değerli misafirler. Sözü bitiriyoruz. Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ’ye,
değerli şair Cahit Koytak’ı misafir etmemize fırsat tanıdığı için teşekkür
ediyoruz. Sözü uzattığımız için siz de hakkınızı helal edin…
Bir dakika bir şey söyleyeceğim. Benim Üsküdar’da
roman çiçekçi iki kızım var. Necibe ve Gülistan. Çok iyi tabiatları olan
kızlar. Onların önünden geçerken çiçek alıyorum. Buraya gelirken de buradaki
kızlarıma çiçek getirdim. Buradan alabilirsiniz…
Bu metne yapılan atıflar:
http://www.haberkultur.net/HD5349_zordur-cahit-koytaka-soru-sormak.html
https://www.yenisafak.com/yazarlar/rasimozdenoren/cazin-irmaklari-ya-da-ritim-ve-melodi-36033
https://www.yenisafak.com/yazarlar/erolgoka/biraz-da-caz-2048591
Bu metnin özgün halini şu linklerden izleyebilirsiniz:
http://www.haberkultur.net/HD5349_zordur-cahit-koytaka-soru-sormak.html
https://www.yenisafak.com/yazarlar/rasimozdenoren/cazin-irmaklari-ya-da-ritim-ve-melodi-36033
https://www.yenisafak.com/yazarlar/erolgoka/biraz-da-caz-2048591
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder