Kendisine haylaz davranışlarından ötürü bir cümle
içinde “hinlik” tahsis ettiğim Mehmet, birdenbire durmuş; bir süre susup, kederlenip şu cümleyi
söylemişti: Hocam, sözleriniz bana fena dokundu!
Demek ki bu genç, dedim, adına, en azından adına, hâlâ
hürmet edebiliyor. Belki pek çok konuda şirazesini kaybetmiş ama, taşıdığı adın
ağırlığı Mehmet’e büyük bir miras. Umarım mecrasına bir gün kavuşacaktır.
Aynı genç arkadaş, bir başka gün, söz nereden açılıp oraya
geldiyse, bir yazarın kravatıyla ilgili efsanevî bir hikâyeye dair cins bir
soruyla muhabbete katılıverdi. Hatırladığım, içimizden birisi, adı piyasaya
düşmüş kimi şair ve yazarların bu hallerinden hareketle, meşhur olmanın, her
daim gündemde kalmanın, bu çerçeve içinde çok satmanın yolları üzerinde bir
söylev veriyordu.
İtirazla karşılık bulan bu söylev, itirazcının
giriştiği karşı bir söyleve dönüşmüş, ortam sanki çekilmez bir hal almaya yüz
tutmuştu. Bu yeni konuşmacı diline neleri dolamamıştı ki?
Kimi şair ve yazarların atadan ‘varsıl’ olduklarını,
dolayısıyla bunun bir imkân şeklinde o şair veya yazarlara rahat bir zemin
hazırladığını, sözgelimi falanca yazarın her sabah ehl-i keyf bir kahvaltıyı
müteakip kravatını takarak dört başı mamur bir salon kütüphanesinde masasına
geçerek yazısına büyük bir sükûnet ile başladığını, bununla birlikte zaten
profesyonel olarak kendisini destekleyen çok uluslu şirketlerle sürekli bir
işbirliği içinde bulunduğunu, vs…
Kelimeler ağzında öyle dönüp duruyordu ki söylenenlerin
arada kaynayıp gitmemesi, sözü dilinde tutan gevezeye verilecek cevapların
yitmemesi mümkün değildi.
Bizim Mehmet’in sorusunu işittim bu sırada, ‘hinlik’
devam mı ediyordu:
- Anlamadım beyefendi, o yazar niçin sabah sabah,
üstelik tek başına kravat takıyormuş!?
- ….
Kendime çekidüzen verdiğimde söz döngüsüne üçüncü bir
kişinin daha karışmış olduğunu fark ettim. Bu yenisi genç bir kadındı. Feminen
konuşmacı, şöhretin hazır bulunurluğundan ziyade, bugün önemsenen, diğer bir
ifadeyle kitlelerce kendilerine ilgi gösterilen kimi yazarların bu ilgiyi
kazanışlarındaki bazı toplumsal aksaklıkları, kimi sosyal hazımsızlıkları
gündemine almıştı. Statik kurumlardan kaynaklanan baskılardan dem vuruyordu.
Tabii ki, baskıya maruz kalarak büyüyen şair ve yazar takımının da doğuştan
getirdikleri yahut sonradan kazandıkları bir takım hususi halleri vardı. Neydi
bunlar? Sözgelimi bunların bir kısmı kadındı ve bu cinsel hazır bulunuşlarını
negatif bir algıyla yorumlayıp ‘karşıt’ cinsle çatışma noktasına
indirgiyorlardı. Feminist tutumlu bu bakışın yanı başında başka bir cinsel
tercih yahut hazır bulunuş daha vardı. Üçüncü cins bir hâl içinde bulunmak,
evet, yaşanılmakta olan toplum içinde, zulme maruz kalmaktı. Bunlara, egemen kavme
mensup olmamak da eklenmeliydi, yani daha sarih bir söyleyişle, azınlık
formasyonundan olmak…
Bu tiradı yapan genç hanımefendinin susacağı yoktu.
Dinleme mevkiinde bulunanların canıysa, çıktı çıkacak bir manzara sergiliyordu.
Tam da bu noktada konuşmacı genç bayanla göz göze geliverdik. Bu bir anlık göz
kesişimi, onun dilinde beklenmedik bir kekeliğin doğmasına sebep oldu.
İşte bu aşamada başka bir şey daha oldu. Bizim
‘hinoğlu hinlik’ vasfını yakıştırdığımız Mehmet, ‘kesişme’nin oluşturduğu
durumu fark etti ve belki de bunalmışlık halinin baskısıyla, fırsat budur
deyip, hemen dilini öne fırlattı:
- İyi güzel de hanfendi, bütün bu
sıraladıklarınız memleket sathında entelektüel camia için pozitif bir hal
olarak değerlendirilebilir. Şöyle de söyleyebilirim, bu dediklerinizi elinde
bulunduran şair ve yazar takımı diğerlerine göre bir değil, belki bin adım önde
yarışa başlamaktadır. Bugün bir artı değer pozisyonu kazandırmaktadır bunlar o
kişiye. Öyleyse, bunun nesi zulme maruz kalmışlıktır, ezilmişliktir? Ha bir de,
bunlara kimi yan sektörleri de ekleyebiliriz: Hastalıklı ortamdan gıda alabilen
–edebî edimleri de bulunan- birtakım cemaatlerle hareket etmek, edebiyatı da
organize edebilen bir kısım çetelere dâhil bulunmak, piyasa ortamını
yönlendirici kimi jüri üyelerinin hamur suyuyla mayalanmak… Yani hanfendi,
senin edebî mağluplar safında saydıklarınla, benim bu eklediklerim, hemen
hepsi, bugünün egemen edebiyat atmosferinin tercihen komiseridir; basın ve
medya, yayınevleri, yıllık ve andaçlar, külliyen bunlara kilitlenmiştir. Şu
halde…
Baktım iş iyice sarpa saracak, birbiriyle zoraki
muhatap olan konuşma arkadaşlarım burunlarından soludu soluyacak… Söz de bizim
Mehmet’te. Tamam dedim, burada müdahale edebilir, bu tehlikeli konuşmaya müdahil
olunabilir:
- Mehmet, gel sana Orhan Pamuk’un kravatının
hikâyesini anlatacağım, deyiverdim.
Şimdi, Mehmet bu hikâyeyi bekliyor benden…
(7 Şubat 2011 tarihli Milli Gazete için kaleme alınmıştı.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder