19 Aralık 2018 Çarşamba

ORGANİZE PUSU: BİR KRAVAT MAHKEMESİ


Kendisine haylaz davranışlarından ötürü bir cümle içinde “hinlik” tahsis ettiğim Mehmet, birdenbire durmuş;  bir süre susup, kederlenip şu cümleyi söylemişti: Hocam, sözleriniz bana fena dokundu!
Demek ki bu genç, dedim, adına, en azından adına, hâlâ hürmet edebiliyor. Belki pek çok konuda şirazesini kaybetmiş ama, taşıdığı adın ağırlığı Mehmet’e büyük bir miras. Umarım mecrasına bir gün kavuşacaktır.
Aynı genç arkadaş, bir başka gün, söz nereden açılıp oraya geldiyse, bir yazarın kravatıyla ilgili efsanevî bir hikâyeye dair cins bir soruyla muhabbete katılıverdi. Hatırladığım, içimizden birisi, adı piyasaya düşmüş kimi şair ve yazarların bu hallerinden hareketle, meşhur olmanın, her daim gündemde kalmanın, bu çerçeve içinde çok satmanın yolları üzerinde bir söylev veriyordu.
İtirazla karşılık bulan bu söylev, itirazcının giriştiği karşı bir söyleve dönüşmüş, ortam sanki çekilmez bir hal almaya yüz tutmuştu. Bu yeni konuşmacı diline neleri dolamamıştı ki?
Kimi şair ve yazarların atadan ‘varsıl’ olduklarını, dolayısıyla bunun bir imkân şeklinde o şair veya yazarlara rahat bir zemin hazırladığını, sözgelimi falanca yazarın her sabah ehl-i keyf bir kahvaltıyı müteakip kravatını takarak dört başı mamur bir salon kütüphanesinde masasına geçerek yazısına büyük bir sükûnet ile başladığını, bununla birlikte zaten profesyonel olarak kendisini destekleyen çok uluslu şirketlerle sürekli bir işbirliği içinde bulunduğunu, vs…
Kelimeler ağzında öyle dönüp duruyordu ki söylenenlerin arada kaynayıp gitmemesi, sözü dilinde tutan gevezeye verilecek cevapların yitmemesi mümkün değildi.
Bizim Mehmet’in sorusunu işittim bu sırada, ‘hinlik’ devam mı ediyordu:
- Anlamadım beyefendi, o yazar niçin sabah sabah, üstelik tek başına kravat takıyormuş!?
-  ….
Kendime çekidüzen verdiğimde söz döngüsüne üçüncü bir kişinin daha karışmış olduğunu fark ettim. Bu yenisi genç bir kadındı. Feminen konuşmacı, şöhretin hazır bulunurluğundan ziyade, bugün önemsenen, diğer bir ifadeyle kitlelerce kendilerine ilgi gösterilen kimi yazarların bu ilgiyi kazanışlarındaki bazı toplumsal aksaklıkları, kimi sosyal hazımsızlıkları gündemine almıştı. Statik kurumlardan kaynaklanan baskılardan dem vuruyordu. Tabii ki, baskıya maruz kalarak büyüyen şair ve yazar takımının da doğuştan getirdikleri yahut sonradan kazandıkları bir takım hususi halleri vardı. Neydi bunlar? Sözgelimi bunların bir kısmı kadındı ve bu cinsel hazır bulunuşlarını negatif bir algıyla yorumlayıp ‘karşıt’ cinsle çatışma noktasına indirgiyorlardı. Feminist tutumlu bu bakışın yanı başında başka bir cinsel tercih yahut hazır bulunuş daha vardı. Üçüncü cins bir hâl içinde bulunmak, evet, yaşanılmakta olan toplum içinde, zulme maruz kalmaktı. Bunlara, egemen kavme mensup olmamak da eklenmeliydi, yani daha sarih bir söyleyişle, azınlık formasyonundan olmak…
Bu tiradı yapan genç hanımefendinin susacağı yoktu. Dinleme mevkiinde bulunanların canıysa, çıktı çıkacak bir manzara sergiliyordu. Tam da bu noktada konuşmacı genç bayanla göz göze geliverdik. Bu bir anlık göz kesişimi, onun dilinde beklenmedik bir kekeliğin doğmasına sebep oldu.
İşte bu aşamada başka bir şey daha oldu. Bizim ‘hinoğlu hinlik’ vasfını yakıştırdığımız Mehmet, ‘kesişme’nin oluşturduğu durumu fark etti ve belki de bunalmışlık halinin baskısıyla, fırsat budur deyip, hemen dilini öne fırlattı:
- İyi güzel de hanfendi, bütün bu sıraladıklarınız memleket sathında entelektüel camia için pozitif bir hal olarak değerlendirilebilir. Şöyle de söyleyebilirim, bu dediklerinizi elinde bulunduran şair ve yazar takımı diğerlerine göre bir değil, belki bin adım önde yarışa başlamaktadır. Bugün bir artı değer pozisyonu kazandırmaktadır bunlar o kişiye. Öyleyse, bunun nesi zulme maruz kalmışlıktır, ezilmişliktir? Ha bir de, bunlara kimi yan sektörleri de ekleyebiliriz: Hastalıklı ortamdan gıda alabilen –edebî edimleri de bulunan- birtakım cemaatlerle hareket etmek, edebiyatı da organize edebilen bir kısım çetelere dâhil bulunmak, piyasa ortamını yönlendirici kimi jüri üyelerinin hamur suyuyla mayalanmak… Yani hanfendi, senin edebî mağluplar safında saydıklarınla, benim bu eklediklerim, hemen hepsi, bugünün egemen edebiyat atmosferinin tercihen komiseridir; basın ve medya, yayınevleri, yıllık ve andaçlar, külliyen bunlara kilitlenmiştir. Şu halde…
Baktım iş iyice sarpa saracak, birbiriyle zoraki muhatap olan konuşma arkadaşlarım burunlarından soludu soluyacak… Söz de bizim Mehmet’te. Tamam dedim, burada müdahale edebilir, bu tehlikeli konuşmaya müdahil olunabilir:
- Mehmet, gel sana Orhan Pamuk’un kravatının hikâyesini anlatacağım, deyiverdim.  Şimdi, Mehmet bu hikâyeyi bekliyor benden…

(7 Şubat 2011 tarihli Milli Gazete için kaleme alınmıştı.)

Hiç yorum yok: