27 Mayıs 2019 Pazartesi

İÇ

uzak düştüm sanma topraklarına---yanılırsın, içindeyim.

böyle aşk tapınçları servet-i fünun’da yazılmıştır bir de, şair nigar hanım’a.

hadi, koy o hüzünler resimlerini
istemiyorum, körler kötülüktürler.

okuyabilirsin beni: öpüşebiliriz, yeter bu zenginlik!

yaşanılırdır bayındır topraklar, korkma, üşümez çocuklar bu suda doğunca.

uzak düşmedim, doğmuştum bu suda ve içindeyim, içiyorum, sana!

İzmir, 1986

YİNELEME YİNE YİNE

                                 “seviyorum diye yazmıştım
                                 üstünü çizmiyorum
                                                        (Veysel Çolak)

başka zamanlarda da aktarmıştım bu dizeleri sana.

yineliyorum.  seviyorum yinelemeleri.
tüm söylediklerim yineleme olsun isterse.

dönülmez güzellikten. kaypaklığa yer yoktur topraklarımızda.
ve sövülmez, sövgü yoktur aşkta...

ama
yineliyorum: çizgim---------------sen, doğru ol!

İzmir, 1986

RED TÜRKÜSÜ

Şiiri kalıba döken, kurallara bağlayıp sınırlandırmalara sokan bütün anlayışları reddediyorum. Bir disiplinsizliktir şiir. Başıboş, hayta, vurdumduymaz, uçarı.
Bir o daldadır şiirin kanatları, bir bu. Daima göklere kalkık bir başı vardı ve bu baş onun kendinden emin olan evrenselliğinin en belirgin işaretidir.
Şiirin tanımını, konusunu, sorununu, falanını ve filanını geçiyorum. Başka bir işi olmayan ve mısraları kanatlandıramayan dostların gücenmesini de. Bıraksınlar bu işi.
Karşı koymadır şiir. Onun için vardır.  Hiç olanın evrenine, kof olanın evrenine karşı koymanın bir yolu da şiirden geçer.
Uyum ve uyumlu sussun!
Olmaz rahatı olanın şiiri.
Rahatsızın oyunudur şiir. Gösterisidir,  şah sanatıdır.
Şiir rahatsız etmelidir. Anlama yönelik rahatsızlığı kastetmiyorum sadece. O ayrı bir mesele: Okumalardan uzak  kara kitlelere bir şeyler söyleyeceği düşünülemez şiirin. Beklemesin bu kara kitleler bir şeyler şiirden. Çünkü sıfır bir kültür vardır orta yerde; ilim, irfan sıfırdır. Kör bakışların, çokça noksanlıkla-rın, ufuksuzlukların aynasıdır onların hali.
Böyleleri bizim şiirimiz için “anlamazuk!” ve ardından “istemezük!” teraneleriyle karşılayacaklar ve ağır bir ablak suratla bize çıkışacaklardır.
Onlara herşey müstehaktır. Bu kitle için karanlıkların katmerlisi tasarlanmalıdır, bu kitleler ezilmeli-dir, mahvedilmelidir.
Şiir rahatsız etmelidir. Bir kere daha rahatsız etmelidir: Kurulu bütün dizgeleri. Kuralları. Kurulları. Yasa(k)ları?
Bütün donuklukları ve zorbalarını kahretmelidir şiir. Bunlardan nasiplenenleri. Sömürüp semirenleri...
Statükonun katran rengini alaşağı etmek için, diklenmeli, rencide etmeli, sert tepkiler göstermeli, karşı suratlara patlamalıdır şiir.
Çünkü, onlar, karşımızda olanlar, şiiri ve şiirin gerçek sahiplerini bütün vakitlerde yok etmek,  görmemek, bilmemek, tanımamak, saymamak için var güçleriyle çalışmışlar, bu yolda ellerinden gelenleri yarınlara bırakmamışlar, zulmün belalı askerleri olmuşlar, karanlık renklerle ortalıkta durmuşlardır.
Bu yüzden nefes alamadığımız zamanlar hep olmuştur.
Vardır.
Karnımız doymamaktadır.
Adım atma alanımız dardır, sınırlıdır.
Üç adımdır, dört değildir.
Bahçemiz çalınmıştır.
Göğümüze perdeler çekilmiştir.
Ama şiirimiz de vardır hep, ayaktadır.
Ve ufku görürüz hâlâ.

İKİNCİ MÜZİK

Şiir tayımızın yelelerinden esen rûzigâr eritiyor mu içinizin donuk yağ ve kanlarını?
Siz ki, en ince sazlarla terennümler mırıldanan şairler, zarif ruhlar, paramparça suretler kitlesi...
Siz ki, sararmış yapraklar, hüzün vakti melodileri, umutsuz hastalıklar güruhu...
Çürümelere çıkıyordu bütün yollarınızın sonu: Koyu bir eylemsizlik, ürperişsizlik, siniklik...
Yürüyordunuz ya, yüzükoyun uzanmış, tasasızlıklar içre,  hani! Gecenin serin yıldızlarının altında, temaşalar denizinde, ne yüzüş, ne sürünüş!
Rahat, göbeğinize oturmuş, amanlar olsun, öyle bir fotoğraf işte: Zevklerin canı şenlensin. Gelip git-sin pembelik çağının kadehi, dönüp dursun elden ele...
***
Ve sonra...
Saatler prinç sesleriyle vurdu. Sığ sesler, acı sirenler duyuldu.
Bağlandı gözleriniz, ki ışığı görecektiniz. Etinizin derinliklerinde başka etler hissedecektiniz, gerçek-ten hislenecektiniz. Yalnızlığınız çoğaltılacaktı...
Mengenenizin çelimsiz atlarına dopingler verildi. Hızlandı diriltme. Karşı konuldu içinizdeki zehre, uyuşmanız yenildi böylece...
Kanatlandınız. Can kuşunuz havalandı. Belirdi kalplerinizin yeni yüzü, duru ve beyaz. Gövdenizdi,  deprendi. 
***
Ve sonra...
Yeni zamanlara erişimiz birlikteydi, şiirin yatağından, sular akarmış gibi...
Vaktiydi yürümenin, boy atmanın, dallanıp budaklanmanın,  varlık içre yitmenin...

Böylece,  tasarladığımız ufkun adına şiirler söyledik, yani ağaran şafak vakti düşlerimize...    

MÜZİĞİN RUHU

Uzayıp giden serin sesli ırmaklar akar bizim şiirimizden.
Suyun berrak sesleri olur mısralarımız. Birikip engin denizler oluşturur, çağıldar, coşturur, artar yürek hararetlerimiz.
Günün ölümlü yüzü!
Günün ışıksız yüzü!
Boşluğu günün!
Gecenin küfrü! Aşksızlığın kinli düğümü! Bütün nursuzluklar! Bütün sahtelik suratları!.. Sizi, şiirimiz sizi çizer, yırtar, bozar, kanatır. Size karşıdır, dışlar sizi.
Uykusuzluk atlarıyla başlar yolculuğu şiirimizin.
Çatlar zaman.
Şaha kalkan atlarımız aşar zamanı. Kanatlanır mısralarımız.
Şiirimiz bir yangın gülüdür.
Patlamasıyla söken şafak, rengini özümüzden almıştır. Biziz ondan yansıyan, yaşadıklarımız.
Açlığın ve açıklığın tahakkümüne karşı.
Cansızlık ve mide kanamalarına. Pes ve yeter diyene.
Evet diyene.
Kabul diyene.
Uyuma. Uykuya. Hak karşıtına! Zalıma!
Hepsine: Şiirimiz.
Şiirimizden fikir buğulanır.
Yiter umutsuzluğumuz.
Gövdemiz telaşlanır, canlanır. Kendine gelir. Emek ve ter yönlerimiz irkilir, kendine gelir. Çöküş kalkışa döner. Dinginlik ve tükenmişlik biter, yeşillenişler başlar, her şey yaşanır.
Şiirimiz bir beyaz kelebek kanadıdır.
Kanadımız kırıktır.
Baharımız nasıldır?
Yoktur baharımız.
Baharımız olacaktır.
Kanadımız sağalacaktır. Gün ağaracaktır. Şiirimiz kelebek kanadıdır bir beyaz.
Çizmenin karşı rengidir.
Beyaz. Potinlere, ayak bağlarına, rütbe ve şanlara, emir komuta zincirlerine, selam durmalara, “rahat!” ve “hazırol!” seslenmelerine karşıdır.
Ele avuca sığmaz.
Havalanan bir ruhu vardır. Tutulmaz.
Başka müzik yapılmaz.
Şiirimiz diri, dipdiridir.

MÜZİK YAPMAK

Uyuz, uyuşuk ve pinekleyen bir köpek mahmurluğu. Böyle bir mahmurlukla yaşayan köpeği ne ya-parsınız? Kaale almazsınız!
Uyumluluk ve bundan kaynaklanan tepkisizlik, hoşça görüşlülük halleri kasvetli coğrafyalar vücuda getirmeye başlayınca, duramıyor,  işte, yukarıdaki şiddetli teşhisle silkeliyorsunuz her şeyi...
Diyorlar ki,  haritada vücuda getirilen bütün ürünlere saygı duyalım, edebiyatçı olalım, susuz ve sabunsuz bir taslak  şeklinde hayatın tadını çıkaralım, işlevimiz yok bizim,  zaten her şey  sıkmış bitirmiş benliğimizi, ruh” ve beden” ıstıraplar çamurunda debelenip duruyoruz. Bir de sesimizi mi yükseltelim?
Evet, siz mıymıntı sözler ve munis tavırlarla, safran suratlı bunalım fabrikasyonu “şey”ler ürete durun, biz bağıracağız, çığlıklar atıp kederli ve sevinçli şenlikler kuracağız, çünkü biz şiirin haykırmaktan ve diklenmekten geçtiğini, devingenliğin şiirde birinci şart olduğunu iddia ediyoruz.
“Pes!”  ve “Ben varım!” diyen. Tıkanan ve silip süpürerek ilerleyen. Muhafaza eden ve devingen olan. Mücadele burada,  bu takımlar arasında.
Yaşını başını almış,  hatta iyici tasını tarağını toplamış olan ile dimdik ayakta olan.
Pörsümüş,  cıvıtan, göçkün, müntehir orada. Taptazeyiz biz, gepegenç, sevdalı yaşamaya ve aşka tutkun. Burada.
Hayatın ve şafağın rengini tutan. Bizim şiirimiz bu. Her harfimizde kanayan yaraya basılan tuzun kırmızıya dönüşümü belirir. Kelimelerimizi tutup yontun, içine girmeye cesaret edin, korkarım, korkacaksınız önce, ama girin, size lâyık dünya bizim kelimelerimizde.
Mısraın şerefiyle şereflenenler. Duygularınızın tayları kanatlansın. Has cennetler bizim şiirimizle açılıyor önünüze. Bu dünyanın cennetlerini reddedenler, gelin, “bir” olan cennete gidelim, “tek”likte eriyelim, gönensin göğüs kuşumuz,  uçsun, uçsun...
Bu,  şiirin ayaklanış sesidir. Özgürlük sesidir. Evrensellik ile gerçekleşen bu yeni dikleniş, sokaklara çıkarıyor şiiri.
Her çağda şiiri hapseden, şiir adına ahkâm kesen bilmişler taifesi nedense sessizliği ve görmezlikten gelmeyi seviyor. Varolan sistemin çarkıyla iyi dönüyordu çünkü şimdiye kadar kuralları. Ellerinde oynattıkları ve avunup avuttukları bir avuç seçkinler zümresi de aynı oyunla dans ediyordu.
İşte, her şey karşımızda: Sistem için açılan okullar, meyhaneler, genelevler, holdingler, çok uluslu şirketler, mahkemeler ve dahi edebi oluşumlar şimdiye kadar canımıza kara katranlar dökmek, ezmek, hiçlemek, yok etmek istedi bizi.
Şimdiyse, yokluktan yeni bir dirilişe kalkışan evrensel şiir,  olumlu oylumuyla sınırsızlığa koşuyor,  koşuyor.
Geniş açılımlı bir müzik yapıyor.

24 Mayıs 2019 Cuma

2019 RAMAZAN MANİLERİ-II

İlk 10 Mani için tıklayınız.

11. Gün/16 Mayıs
Değmezleri eğitir
Sofulara gerektir
Yobaz için bu mani
Ramazanda kötektir

12. Gün/17 Mayıs
Güya hamd'e pek yaslanan
Diyormuş hep falan filan
Tahkik gerek oysa diğ'mi
İşte fırsat bu Ramazan

13. Gün/18 Mayıs
Mademki oruç ayı
Kazan Hak itibarı
Dilin gözetiyor halk
Alma mazlumun ahı
Geçiyor gelen günler
Gücendirme Allah'ı 


14. Gün/19 Mayıs
İtibarları çalan
Bilmez nedir Ramazan
Bu yüzden iflah olmaz
Cehennem ona yaman

15. Gün/20 Mayıs
Çorbalar nice içildi
Yağlılar öne dizildi
Ağız tatları beklesin
Ağaç kabuğun üzüldü
Yarılandı oruç ayı
Baharlar bize güz oldu

16. Gün/21 Mayıs
Davete icabet gerek
İftara lezazet gerek
Kaç Ramazan takla attın
Şaire nezaket gerek

17. Gün/22 Mayıs
Şiir Yaprağı'n aldım
Sözün sancısın bildim
Orucum şükürdürür
Ahımı erte kıldım

18. Gün/23 Mayıs
Şehr-i Ramazan ne yerli
Ne bakiye idi milli
Şenlikti cümbür cemaat
Müslim ve gayri mahalli
Kaldı mı ağzımızda tat
Çekilir bunun vebali
Yenilensin gel inşaat
Bayram etsin tüm ahali

19. Gün/24 Mayıs 
Hakkı batıl ile örtme
Mülkü buhran yurdu yapma
Kanundadır tahakkuklar
Fıtrı fitneyle karartma

20. Gün/25 Mayıs
Fos çıkar
Sahte koça tos çıkar
Eya zalim senden hep
Efsane mitos çıkar
Orucun kinle bozan
Hak önün mor mos çıkar

Son 9 mani için tıklayınız.


23 Mayıs 2019 Perşembe

OSMAN AYTEKİN YAZDI: "İLHAN BERK'İN HAŞEMASI"


Cevat Akkanat'ın "İlhan Berk'in Haşeması" isimli kitabı Okur Kitaplığı'nın 63. Türk Edebiyatı Deneme serisinin 4. kitabı olarak yayınlandı (1.Baskı İstanbul 2012 ve 196 s.).

Kitap; "Şair'in Teşekkür Borcu", "İlhan Berk'in Haşeması" ve "Baş Üstünde Altı Şair" bölümlerinden oluşuyor ve 36 deneme yer alıyor.

Kitapta; Mehmet Kaplan, Ahmet Haşim, Ziya Gökalp, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, Bedri Rahmi  Eyüpoğlu, İlhan Berk, Metin Eloğlu, Turgut Uyar, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Bahaettin Karakoç, Dilaver Cebeci, Nazir Akalın, Hüseyin Alaçatlı yazar ve şairlerle ilgili mülahazalar yer almakla kalmıyor bir şekilde başka yazar ve şairlerden de söz ediliyor.

Kitapta yer alan 'Takriz'den Tenkit'e, "Münekkid ve yönetimine dair"de biraz da Necip Fazıl'ın üslubunca Akkanat tenkitlerini yapmış. Bazı şairlerin şiirlerinin tahlilleri, yazar ve şairlerin edebi bakışına ve ürünlerine karşı analizler de dikkat çekiyor.

Birbirinin devamı iki denemenin konusu İlhan Berk'tir. Kitapta yer alan bunca edip ve şair arasında neden Berk, gibi bir soru aklımızı yoklamaz mı? Elbette böyle bir soru akla geliyor. Akkanat'ın; "zihniyet dünyası takdir ve takdim edilecek bir dünya değildi dediği düşünce kitaba adını yazdırmış olabilir mi Berk'i?

Akkanat, İkinci Yeni şairlerinden Cemal Süreyya, Edip Cansever, İlhan Berk, Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Ülkü Tamer'in şiirlerinde sanılandan öte Türk halk şiiri geleneğine göre kendine özgü bir bağ kurulduğundan hareketle incelemelerde bulunmuş.

YENİ BİR POLEMİĞİN FİTİLİNİ ATEŞLEMEK!

Yazar "Necip Fazıl'a Göre Nazım Hikmet Niçin İntihar Etmeliydi?" denemesinde bu iki şairle ilgili bugün de süren yarın da sürebilecek polemiğe katkı sağlamak isteyen Akkanat, Adnan Binyazar'dan alıntıladığı yazısında Nazım'ın şiirini Komünist ihtilalinin büyük şairi Mayakovski'den devşirdiğini söyledikten sonra; "Öyle ya, "ustası" Mayakovski 37 yaşında intihar etmiştir. İşte bunu anıştırır Necip Fazıl ve şöyle der: "Böyleyken, hep taklitçi gibi, tabiliğini köke kadar götürememiş ve sonunda kanlyı bir nefs muhasebesine düşüp Komünizma İnkılâbına inanmadığı için beynine bir kurşun sıkarak ölen ustasının arkasından gidememişti. O derece sadık ve namuslu olamamıştı.." Hülasa Akkanat, "Fikirde, sanatta ve fiiliyatta sergiledikleri ölü haller..." diyor.

Zor zamanlarda edebiyata daha fazla sığınılması gerektiğini öne süren deneme yazarı Ali Çolak'ın unutulmuş değerbilmezliğe kurban giden Nevzat Üstün ve Halim Şefikten söz etmesi... Akkanat, gerçekten öyle miydi diyor, düşüncelerini aktarıyor ve Nevzat Üstün'ün "Köprübaşı" kitabındaki ithaf Ali Çolak'a cevap niteliği taşıyor: "Bu kitabı özgürlüğü için savaşan ulusların aydınlarına, işçilerine, kadınlarına köylülerine ve askerlerine adıyorum. Üstün'ün cinsel imajları, anormal ilişkilere dair hususları ihmal etmediği kadar argo ve küfre de hayli meyyaldir diyor ve Çolak'ın yanlış atı kişnetmeye çalıştığını illeri sürüyor.

Akkanat'ın "İlhan Berk'in Haşeması" çalışmasında birçok şair ve yazarın edebi yönleri, yaptıkları çalışmalar incelenmiş.  Farklı bir bakış açısıyla edebi metinlerin okuyucuya sunulmuş olduğu görülür. Yazar, şairlerin teşekkür borcunu gündeme getirmekle, İkinci Yeni şiirinde türkü tadını hatırlatması ve ilgiyle takip edilebilecek konuları irdelemesi ve Nazir Akalın, Dilaver Cebeci, Hüseyin Alacatlı gibi şairlere vefa göstermesi bizlere bu çalışmasındaki farkındalıklarla birlikte edebi bir dolgunluğu/doygunluğu gösteriyor.

Akkanat'ı bu güzel ve emek mahsulü çalışmasından dolayı kutluyoruz.

http://www.milligazete.com.tr/makale/ilhan-berk-in-hasemasi-255195.htm  (13 Kasım 2012)

21 Mayıs 2019 Salı

SORULAR

niçin böyle kalem kağıtsız
çıkmışım sokağa ben?


neden evlere sokulmuş çocuklar
hadi söyleyin söyleyin neden
öfkeli ve uykusuz
duvarları yıkan?


erik güzeli mi seçilecek
bütün bu kıtlık boyunca
ayva güzeli?

kanın rengi değişti de
bundan mı bungun yüzler?

bu cılızlar
bizler
mi
tutacağız güreşi
başkanımız adına düzenlenen kupada?


doğru
bunak mı olurmuş diktatörümüz?

her şey yalın mı?
ve bu  yağmalama?

(bu resmi kanı
çocuk
iyi tanı!)

yalım yok mu? yalım yok mu? yalım yok
mu?

niçin böyle kalem kağıtsız
çıkmışım sokağa ben?

İzmir, 1986


20 Mayıs 2019 Pazartesi

İFTARDAN SONRA KANLI HOŞEF YAHUT FELAKET TÜRKÜSÜ

Fırtınadan yani lodostan sonra
Yağmur demek isterdim
Yağmurdan sonra sel felâketi
Felâketten perişan mahalleli…

Şimdi bu insanlara ne demeli
Evlerini nasıl tekrar şenletmeli
Evlerini mi dedim tabi ki değil
Kalplerini gönüllerini ellerini
Darmadağınık seninle zihinleri

Evet senin dilinde bütün kulaklar
Dudakların acep neyi kucaklar
Dilinin atları tırısa mı kalkar
Ağzın et mi verir puştun itine

İftardan sonra kanlı hoşef demiştim
-Şef mi olmuş orası tabii ki şaf olmalı yani hoşaf -
İçiyoruz demiştim iftardan sonra kanlı
Adlin şerefi nedir şefim içimden geçirdim
Nutkum tutuldu
Kalsın hoşafım.

Bursa, 14 Haziran 2017

17 Mayıs 2019 Cuma

HAYIRSIZ BİR YÜREĞE BAŞKALDIRI YA DA ECE AMCA’YA NİSBET

terket beni! hafif bir öğrencinin ağırlığını kaldıramayan yüreğim, terket!

sen; bunca yıllarda, hesapsız değerde aşklıkları kıran câni!

deri yüzen-düzen iğdişçilerine pazar alanlığı, emtia alınlığı, artı-değersiz! terket beni!

sen; üniversiteli prof.ların yardaklarındaki ayak topu; kaçkınlığın seri serserisi!

‘ders-i edebiyat’ların egemen haritalarında boğulan tarihin son ödleği, terket beni!

bay k! ahmet cemil! raskolnikov! selahattin bey! sancho panza! sancho panza! sancho panza! vb, vb...

değişerek işte, dursuz ve duraksız, kitâbî bir kitapsız olarak, olanca gücünle, sen, ben: batık gemi!

artık yontulup yontun dikilmeyecek senin, artı ‘intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında’ barınamazsın, kovuluyorsun, terket beni!

terket beni! ‘bütün sınıf sana’ en çok ‘çocuk bayramlarında’ düşmandır, ‘zarfsız kuşlar’ alamayacaksın, terket beni!

bensiz yürek terket
al beni bensiz
terket beni!

terket beni! taaa ki, ‘devlet dersinde’ ölmeyecek denli savaşçı mevsimler getirene kadar kanına, terket beni!


İzmir, 1986

Bu metnin de içinde olduğu Issızlık Marşı kitabının diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

ZİYA GÖKALP’TEN “ASKER VE ŞAİR”

Edebiyat tarihçilerinin yaptığı tasniflerde “Birinci Dünya Savaşı Türk Edebiyatı” diye bir dönemden söz edilmez. Bunun yerine söz konusu süreç 1911-1923 yıllarını kapsayacak şekilde “Millî Edebiyat Dönemi” içinde değerlendirilir. Araya, tarihte bir parçalama yaparak, “Milli Mücadele Dönemi”ni sıkıştıranlar olsa da, çerçeveyi geniş çizenlerin tespitleri önemlidir. Çünkü, dönemi inceleyenlerin kolaylıkla yapabileceği birkaç tespit, 20. Yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran Osmanlı fikir ve edebiyat havasının, değişen sosyal şartlara rağmen, aynı kaldığını gösterecektir: Devletin sürekli savaş halinde olması, toprak kayıpları, filizlenen Türkçülük hareketleri ve bütün bunların 1911’de çıkarılmaya başlanan Genç Kalemler dergisiyle edebiyata yansıması…
Peki, edebiyat tarihlerinde rastlayamadığımız “Birinci Dünya Savaşı Türk Edebiyatı”na ‘uygulamada’ tesadüf etmemiz mümkün mü? Buna da tam anlamıyla olumlu cevap vermek mümkün değildir. Zira, dönemin edebiyatçıları, güçlü bir ‘cihan harbi’ edebiyatı oluşturabilmiş değildir. Gerçi, devrin siyasî otoritesi, Avrupa ülkelerinin sistemli bir şekilde uyguladığı ‘savaş edebiyatı’ faaliyetlerini de örnek edinerek birtakım etkinliklere girmiştir. Sözgelimi bazı şair ve yazarları ‘cephe’ye yaklaştırmış, böylece onların, ‘moral değer’ oluşturacak edebî eserler yazmalarına zemin hazırlamıştır. Bu eserlerin yüksek telif ücretleri mukabili satın alınarak halka ve askerlere okutulması da söz konusudur. Fakat, bütün bu çalışmalar yeterli bir seviyeye ulaşamadığı gibi, “üdebamız”ın keyfiyetine de pek cazip gelmemiştir. Bu bağlamda sözgelimi, Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Mehmet Âkif Ersoy gibi gönüllü şairlerin dışında, güçlü bir ‘savaş şiiri’ yazana rastlamak neredeyse mümkün değildir.
İttihat ve Terakki yönetiminin oluşturmak için çaba harcadığı ‘savaş edebiyatı’nın şairlerde yeterli yankıyı bulmayışı önemli bir ‘veri’dir. Biz, söz konusu durumu, Ziya Gökalp’in “Asker ve Şair” başlıklı şiirini tahlil ederek gündeme taşımaya çalışacağız.

ASKER VE ŞAİR

Galiçya'da siperinde uyuyan
Bu nefere dikkatle bak ey şair!
Şair odur, senin yazın hep nesir;
Uyuyan sen, odur sezen ve duyan...

Şair odur, çünkü onun kalemi
Uyurken de düşmez asla elinden...
Kalbindeki bütün zevki, elemi,
İlham ona vatanından, ilinden...

Vatanını unutamaz hiç kalbi,
Uyusa da cenksiz kalmaz rüyâsı...
Bebeğiyle yatan küçük kız gibi
Hep göğsünde durur nazlı bombası...

O, belki de biraz sonra vatanın
Selâmeti için şehîd olacak...
Onun kazandığı adsız bir şânın
Gölgesiyle tarihimiz dolacak...

O, orada senin için kanını
Seve seve döker iken ey şair!
Sen ne için ona bir kaç ânını
Vakfederek yazmıyorsun bir şiir!

O seninçün hayatını verirken,
Üşenirsin ona destan yazmağa...
Haktır almak kalemini elinden
Ve git demek ona mezar kazmağa…

Ziya Gökalp (1876-1924)’in bu manzumesi Harp Mecmuası’nın 14. Sayısında (Kasım 1916), “Galiçya'da siperinde el bombasına sarılıp uyuyan asker" fotoğrafıyla birlikte yayımlanmıştır. Yaşanmakta olan savaşı ve bu savaşa ilgisiz kalan edebiyatçıların ‘menfî’ tutumlarını asıl etken olarak görmekle birlikte, Ziya Gökalp’in manzumesine ilham kaynaklığı yapan nesne bu fotoğraftır. Böylece, bir Millî Edebiyat topluluğu üyesi olarak Ziya Gökalp’in, Servet-i Fünûn (yahut Parnasizm) şiiri özelliklerinden birisini emanet aldığını söyleyebiliriz: Resim altı şiir yazma geleneği… Bunun dışında, şairin “Asker ve Şair” manzumesi Genç Kalemler ekibinin karar kıldığı ilkelere uygundur: Millî lisan ve İstanbul ağzı esas alınmış, dörtlük nazım birimi ve hece ölçüsü kullanılmıştır. Altı dörtlükten oluşan “Asker ve Şair”i Ziya Gökalp 11’li (ağırlıklı olarak 4-4-3 duraklı) hece ölçüsüyle kaleme almıştır.
Bu manzumenin şeklî özelliklerini kısaca belirttikten sonra, bizi, bu yazı bağlamında asıl ilgilendiren yönüne, muhtevasına göz atmak istiyoruz.
Ziya Gökalp, manzumenin daha başında iki ana unsurla karşılaştırıyor bizi: “Siperinde uyuyan” nefer ile zihnen “uyuyan” şair! “Uyumak” kelimesinin farklı anlamlardaki kullanımıyla şairin hangisini tercih ettiği ortaya çıkıyor. Zira, “Galiçya’da siperinde uyuyan” nefer, zihnen uyuyan şaire özellikle gösterilmekte, adeta gözünün içine sokulmaktadır: “Bu nefere dikkatle bak ey şair!” Bu noktada, asıl şairin (tabii şuur sahibinin de) hangisi olduğu üstüne basa basa belirtilmektedir: Sezgisi ve duygusu ile cephedeki nefere büyük bir teveccüh gösterilirken, şairlik taslayanlarla alay edilmektedir.
Yapılan mukayesenin galibi daha ilk dörtlükte verilmiştir, fakat gerekçeler henüz bitmiş değildir:
Şair odur, çünkü onun kalemi
Uyurken de düşmez asla elinden...
Kalbindeki bütün zevki, elemi,
İlham ona vatanından, ilinden..
Uyurken de zinde olmayı başarabilen siperdeki asker, silahıyla destanlar yazabilecek bir tutum içindedir. İkinci dörtlükte Ziya Gökalp silahı (bombayı) ‘kalem’ istiaresiyle dikkatlere sunmaktadır. Çünkü onun tek derdi vardır, vatanını korumak, kollamak… Burada Gökalp, cepheyle bir türlü yüzleşemeyen şairlere, duygu değerleri şiir dünyasına ait olan kelimelerle (zevk, elem, ilham) seslenerek, takınmaları gereken tavrı göstermeye çalışmaktadır.
Şair, üçüncü dörtlükte de duygusal yoğunluğu yüksek olan kelimelere yer vermiştir: “kalp”, “rüyâ”, “bebek”, “küçük kız”… Fakat bunlar ne kadar soyut veya naif unsurlar ise, irtibatlı oldukları kavramlar da o kadar somut veya sert değerlerdir: Vatan, cenk, göğüs, bomba… Dörtlükte şiirsel atmosferin sağlanmasına hizmet eden bu bağlantıların yanı sıra, “bomba”ya insana özgü “nazlı” sıfatı yüklenmiş olması, ilginç bir farklılıktır. Savaşçı bir şair yapabilir bunu ancak:
Vatanını unutamaz hiç kalbi,
Uyusa da cenksiz kalmaz rüyâsı...
Bebeğiyle yatan küçük kız gibi
Hep göğsünde durur nazlı bombası...
Ziya Gökalp, siperdeki “nefer şair”e olan hayranlığını dördüncü dörtlükte de sürdürür: Vatanın selameti için belki de biraz sonra şehid olacaktır o. Geriye belki bir şan ve şöhret bırakmayacaktır. Fakat, tarih (geride kalanlar) onu hep hayırla yad edecektir.
Gökalp, sözü tekrar cephe gerisinde miskince uyuyan şaire getirecektir. Onu yargılayacaktır. İbret almazsa, mahkûm edecektir. Belki de şimdiye kadar hep buna hazırlık yapmıştır.
Öyle ya, bir tarafta, siperde vatan için, vatanın her bir insanı için, hatta tabii olarak miskin şair için, bir nefer canını seve seve versin;  diğer tarafta adı şaire çıkmış olan, millî bir şiir kaleme almasın?  Ziya Gökalp’in bunu kabul etmesi mümkün değildir. Şu halde, millî meselelere duyarsız kaldığı halde şairlik taslayanların vasfını değiştirmelidir. 
O seninçün hayatını verirken,
Üşenirsin ona destan yazmağa...
Haktır almak kalemini elinden
Ve git demek ona mezar kazmağa…
Bu arada, “Asker ve Şair”in son iki dizesi farklı şekillerde okunabilir bir niteliğe sahiptir. Sözgelimi, Erol Köroğlu, Ziya Gökalp’in “şiiri bir tehditle bitir”diğini söyler: “Üşengeç şairin kalemini elinden almalı ve onu cepheye göndererek orada ölen askerlere (askerler için- C. A) mezar kazdırmalıdır.” (Köroğlu, s. 52) Oysa, metnin bu bölümünü şöyle de okuyabiliriz: “Ey destan yazmağa üşenen şair, sen bu tutumunla, senin için hayatını veren nefere kasteden düşman askerinden farksızsın!” Şu halde, Ziya Gökalp’in bu son dizelerini “tehdit” olarak değil, ağır bir “suçlama” olarak okuyabiliriz.
Sonuç olarak, “Asker ve Şair” manzumesi, “Birinci Dünya Savaşı” ortamında iki yönlü amaca hizmet etmek için vücut bulmuştur diyebiliriz: 1. Cephede savaşan askere moral vermek, ki manzumenin bu yönü fazla belirgin değildir. 2. Şiirleriyle cephedeki askere ve cephe gerisindeki halka güç vermesi gereken şairleri uyarmak... Şiiri sadece bu yönüyle okumak bile, bizde, söz konusu dönemin edebiyat ortamıyla ilgili kanaatler oluşturmaya yetecektir.

KAYNAKLAR:
Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, 5. Bas., İnkılap Yay., İst., tarihsiz.
Alangu, Tahir, 100 Ünlü Türk Eseri, 2. C., Milliyet Yay., İst., 1974.
Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yay., İst., 1983.
Gökalp, Ziya, Yeni Hayat, (Haz: Yalçın Toker), Toker Yay., İst., 1995.
Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri, 1. C., Dergâh Yay., 10. Bas., İst., 1988.
Köroğlu, Erol,Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı, İletişim Yay., İst., 2004.

14 Mayıs 2019 Salı

2019 RAMAZAN MANİLERİ-I


1. Gün/6 Mayıs
Mahvın değil Ramazan
Kardeşliğin ayıdır
Nice vaveyla varken
Gönlün kırık fayıdır

2. Gün/7 Mayıs

Mistiklerin yerini
Alsa gerek Mıstıklar
Garibanlar ayıdır
Mağfirettir Ramazan

3. Gün/8 Mayıs

Hile hurda hırs değil
Fitne fücur fısk değil
Yalan dolan gasp değil
Ahlak ayı Ramazan

4. Gün/9 Mayıs

Bin dört yüz kırk Ramazan
Ne feraset ne mizan
Kalmadı Müslümanda
Her yerde feryat figan

5. Gün/10 Mayıs

Fıtırdır diğer adı
Şükürdür dilde tadı
Ramazan hoş sedadır
Bırak kin ve inadı
Sana derim Hanım hey
Zulmle yaşamaz kadı

6. Gün/11 Mayıs

Masal vakti olamaz
Hurafeyle dolamaz
Hakikattir Ramazan
Efsaneye gelemez
Bu ayın mahsulatı
Tevhidsiz alınamaz

7. Gün/12 Mayıs

Yerli midir milli mi
Evrenseldir söylemi
Cemi cümleye Fıtır
Söyler iletisini

8. Gün/13 Mayıs

Anne ile anlamdaş
Mazlumun gözünde yaş
Umut olsun mağdura
Bu Ramazan gel kardeş

9. Gün/14 Mayıs

İnşirah aha döndü
Bilim mizaha döndü
Pek güldük ağlayalım
Filim günaha döndü
Sormayın neden böyle
Sözler yallaha döndü
Tesellisi yok mudur
Mizah hahhaha döndü
Haşşak çıktı bilumum
Ehil dahdaha döndü
Dahhak mısın azizim
Dilin küstaha döndü
Zamaneden şekva yok
Ramazan vaha döndü

10. Gün/15 Mayıs

Üçte biri gidiyor
Bitmez denen bitiyor
Ramazan imtihandır
İdraksizi yediyor

Sonraki 10 günün manisi için tıklayınız.

AHMET HAŞİM'İN 'KARANFİL'İ

Ahmet Haşim (1884-1933), modern Türk şiirinin kurucu şairlerindendir. Onun adı Fecr-i Âti Topluluğu ile birlikte anılsa da, poetik duruşu ile aslında bağımsız bir şair profili çizer. Nitekim şiirde anlamı bir kenara atıp söyleyiş güzelliğini ve musikîyi ön plana çıkarması, onu özgün bir şair kılmakla bırakmaz, sonraki kuşakları da derinden etkiler.
Onun şiirimiz içindeki yerini göstermek için değişik yollar seçilebilir. Bunlardan birisi de bir şiirini ele alıp şerh etmektir. Bu doğrultuda biz, Haşim’in iki üçlükten oluşan “Karanfil” başlıklı şiirini gündeme alacağız. Önce bu şiiri okuyalım:

“Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil
Rûhum acısından bunu bildi

Düştükçe vurulmuş gibi yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervâne kesildi.”

İlk defa Yeni Mecmua, IV, 1923, s. 20’de, “Bu şiir Aptülhak Şinasiye ithaf olunur” ifadesiyle yayınlanmış olan Karanfil, şairin Piyale (1926) kitabındaki on ikinci şiirdir. 
Şiirin Yeni Mecmua’daki ilk neşrinde birinci mısra “Yarin dudağından getirildi”, üçüncü mısra “Gönlüm acısından bunu bildi” şeklinde idi. Şiirin ikinci mısraı, Haşim’in ölümünden sonra Yeni Mecmua’nın 21.6.1933 günlü “Ahmet Haşim Nüshası”nda “Bir deste alevdir bu karanfil” şeklindedir. Yine aynı mısra Feyzullah Sacid’in Ahmet Haşim hakkındaki bir makalesinde “Bir katre ateştir bu karanfil” (Ülkü Mecmuası, XVII, 1941, s. 17) şeklinde kaydedilmiştir. Şiirin bir başka neşrinde de dördüncü mısra yerine yanlışlıkla “Bir Yaz Gecesi Hatırası” şiirinin üçüncü mısraı “Oklar gibi saplanmada kalbe” eklenmiş ve şiirin dördüncü mısraı eksik kalmıştır (A. Haşim, Hayatı, Seçme Şiir ve Yazıları, İst., Semih Lütfü Kitabevi, 1941, s. 13). 
“Karanfil”, Ahmet Haşim’in poetikasını net şekilde gösteren bir şiirdir. Bu şiirde, şiir sanatının muhtaç olduğu ahenk, ritim, armoni gibi unsurlar estetik diğer değerlerle birlikte ve iç içe yer almaktadır. Duygu yoğunluğu, seslerin ve işaretlerin arkasına gizlenmiş hayâl âlemi, içten içe, alttan alta kendini ele everen hüzünlü anlamıyla, ne eksiği ne de fazlası olan bir şiirdir “Karanfil”. Gerçi “Ruhum acısından bunu bildi”  şeklindeki üçüncü mısra bir nesir parçasını hatırlatıyorsa da, kendisinden önceki ve sonraki dizeleri kaynaştırır bir mahiyet taşıdığı için göze batmaz. Hatta, bu saf şiire, acemiliğe has bir tat, bir lezzet verir.
“Bu” işaret sıfatıyla gösterilen “Karanfil”, “bir katre alev”dir. Fakat bu bir damla alev, “Yarin dudağından getirilmiş”tir. Bütün benliğiyle acı ve ıstırap çeken şairin ruhu, bunu böyle “bil”mektedir. Bu kısa “anlamlandırma” çalışmasından nereye ulaşıyoruz? Haşim’in dünyasına…
Küçük yaşta çok sevdiği annesinden yoksun kalan, ömrü boyunca anne sevgisini arayan Haşim, kendi kendine izafe ettiği ve hiçbir zaman kurtulamadığı “çirkinlik” psikolojisi sonucu tadına varamadığı aşk hayatı… Her ne kadar Ahmet Hamdi Tanpınar “Karanfil” için, Haşim’in nişanlısından ayrıldıktan sonra yazdığı bir şiirdir diye anlam daraltıcı bir yorum yapsa da, “yâr”, “katre”, “alev” ve “karanfil” kelimeleriyle çizilen saha somut ve maddi bir saha değildir. Kısacası, burada sadece sevilenden söz edilmemektedir. Daha doğrusu, bu olduğu kadar, başka şeydir de: Sıcak, hakiki, dostça sarıp sarmalayıveren bir ilgi, bir ruh kucağı…
Bir çiçek olan “karanfil” renk itibariyle “yarin dudağı” ve “alev” mefhumlarına teşbih edilmiş. Bu üçünün “kırmızı” renkte birleşmesi, Haşim’in bu renge olan sıcaklığını, başka bir deyişle onun bu renkle açığa çıkan hâlet-i ruhiyyesini gösterir. Kırmızının aşırı duyarlı, içine kapalı, titiz, hisli, mahcup, çekingen ve heyecanlı insanların rengi olduğu ilmî kayıtlardan tespit edilebilir.
Burada görülen bir başka husus da “alev” ile “katre”nin (damla) birlikte ele alınış şeklidir. Şair “bir katre alev” derken, “alev”i sıvı (su, vb) maddelerin özelliğine büründürmüştür. Kâinatın dört temel unsurundan ikisine işarettir (ateş, su) edilen bu ifadede, sevgiye susamış bir ruhun çektiği acı ve terennüm ettiği ince serzeniş vardır. Şair “Bir katre alevdir” diyerek, aslında büyük bir yangın olarak içinde yaşattığı acıyı, küçük (alev) göstermekte, böylece ters etki yoluyla güçlü bir anlam yakalamaktadır.
Duygu ve anlamca yoğun olan ilk bölümün özellikle birinci ve ikinci mısraları Divan şiirimizde görülen mazmunlu, coşkun, lirizm dolu beyitleri hatırlatmaktadır.
“Düştükçe vurulmuş gibi yer yer”
Ama işte trajedi! Acı çeken, ıstırap yüklü şairin ruhu, zaten hep bu dönme dolabın içindedir. Döner durur o; umut-umutsuzluk, sevgi-sevgisizlik, vuslat-firkat, hayat-ölüm… Oysa elde, bir karanfil vardı. Herşeyiyle belli, canlı, vasıfları belirlenmiş…
Ama artık o “vurulmuş gibi”dir. “Yer yer” düşmekte, yok olmakta, ölmektedir. Hatta ölmüştür. Kelebekler onun kokusundan kızgındırlar. “Kelebekler” kelimesi “yer yer”le kafiye olsun diye kullanılmış değildir. Peki, neyi ifade ediyor öyleyse? Sanırım, “Karanfil” şiirindeki zamanı “koku” ile birlikte ele veren bir görevi vardır “kelebekler”in: Kısa, gelip geçici ömür zamanını…
Ve son mısra: “Gönlüm ona pervane kesildi.” Kavuşamayan, arzusuna ulaşamayan, doyumu yaşayamayan, hayal alemi ile gerçek hayat çarpışmasını yüksek bir kriz içinde yaşayan şairin ruhu burada kendisini apaçık gösteriyor: Şairin gönlü, canlanacak, tekrar hayat bulacak diye o ölü karanfilin çevresinde dönüp durmaktadır.
Yazımızın başında “Karanfil”in ilk kez 1923’te yayınlandığını belirtmiş, şiirin “Piyâle”de on ikinci şiir olduğunu kaydetmiştik. Aynı eserde “Karanfil”den önce “Başım”, “Karanfil”den sonra ise “Bülbül” şiirleri vardır. “Başım”ın Haşim için önemi herkesçe malumdur: Çirkinliğine dair bir kayıt… “Bülbül”ün özelliğini ise şiirin şu son iki mısraı ile ortaya koyalım: “Bil kalbimizin bahçelerinde/Cân verdi senin söylediğin gül” Görüldüğü üzere, bu iki mısra, muhtevaca “Karanfil” ile büyük bir benzerlik gösterir.
Burada, aralarında anlam bağı kurmaya çalıştığımız üç şiirin yayınlanışlarıyla ilgili tespitleri de ortaya koyalım: “Bülbül” 1921’de Dergâh Mecmuası’nda, “Başım” 1927’de Hayat Mecmuası’nda yayımlanmıştır. İlk neşir tarihlerine göre bu şiirler “Piyâle”de şu şekilde olmalıydı: “Bülbül”, “Karanfil”, “Başım”… Fakat şair bu sıralamaya uymamış, tercihini “Başım”, “Karanfil” ve “Bülbül” şeklinde kullanmıştır. Şekille ilgili bu ilginç duruma başka bir husus da eklenebilir: “Karanfil” ile “Bülbül” kitabın aynı sayfasında yer alıyor. Bütün bunlardan sonra, bu iki şiirdeki ortak havayı ve her üç şiirdeki ortak noktaları şairin bilinçli bir şekilde okuyucuya arz ettiğini söyleyebiliriz.
“Karanfil” üçer mısralık iki bölümden oluşturulmuş. “abc – ddc” kafiye şeması ile ve “mef’ûlü, mefâîlü, feûlün” aruz kalıbıyla kurulan şiirde ortak ses yoğunluğu bulunan kelimeler bir arada kullanılmış: “Yârin”, “getirilmiş”, “bir”, “karanfil”, “bildi”, “gibi”, “kesildi” kelimelerindeki “i” sesi ile “yârin”, “getirilmiş”, “bir”, “katre”, “alevdir”, “karanfil”, “ruhum”, “vurulmuş”, “yer yer”, “kelebekler”, “pervane” kelimelerindeki “r” sesi şiire hakim olan seslerdir. Bunlara “katre”, “karanfil”, “kızgın”, “kokusundan”, “kelebekler” kelimelerindeki “k” sesini de ekleyebiliriz ki, böylece şiirin müzikal yapısındaki yükseklik daha bir belirir…