İçine doğduğum coğrafya şenlikler eviydi: Engebeli arazileri, çevresini kuşatan tepeleri ve dağları, o tepelerin ve dağların koyu yeşilden al pembeye onlarca, yüzlerce renge hayat veren küçük yahut büyük boy ağaçları: Çalılıklar, ormanlıklar; çam ağaçları, gürgenler, palamutlar… Bunlar benim ağaçlarımdı…
Ağaçlarla yaşadım çocukluğumu, onlardan arkadaşlarım oldu; bazılarıyla senli benli konuştum, bir kısmına sırlarımı emanet ettim. Gölgelerinde uyudum kimisinin; kimisinin tepelerine çıktım, türküler tutturdum… Kaybolup ormanların içinde, derinliklerine girip gittim. Korku ıslıkları çaldım, ürperdim…
Beni bir palamut ağacı doğurdu dersem yanlış olmaz. Bir çamın
zirvesinde ilk şiirlerimi terennüm ettim dersem de.
Bu dediklerim bir hayal oyunu değil, bir hakikat: Resmi
vesikalardaki doğum tarihim zemheriden bir kış gününü gösterse de, beşiğim, beşiğimin asıldığı tavan,
emeklediğim zemin, yürütecim, ilk oyuncaklarım, son oyuncaklarım, bütün
oyuncaklarım ağaçtandı.
Ağaç dalından atlarım vardı, onlarla ilgili hatıralarımı şöyle
yadetmiştim:
bu burak'tır deyü sopayı
at yaptı çocuk ve güldü
bütün bir toprak
canhıraş
serildi ayaklar altına güldü
bir bulut
gökten dirilten
yağmur sarkıtıp güldü
okşandı çocuk ve güldü
kırbaçladı atını çocuk güldü
burak ve çocuk ikisi bir güldü
Hayatımın ilkbaharını yazını yaşarken götürüldüğüm tarlalarda
beşiğim onların gövdesindeki dallara asıldı. Onların yeşil yapraklarının
altında onların hışırtılı ninnileriyle uyudum.
Ağaçlarla hasbihalim sürdükçe sürdü. Büyüdükçe yeni maceralar
gelişti onlarla aramızda. Bir vesileyle iş, güç, enerji kaybı yaşadığımız uzun
yaz günlerinin öğlen saatlerini onların gölgesinde toprağa uzanarak bertaraf
ederdik. Sevinçli yahut hüzünlü
hallerimde onlara sığındığımı biliyorum: Kaç defa, onların bürünüp bünyelerine
şiirler mırıldandım, şarkılar okudum.
Tan Tan Traska oynadım, ormanlarda. Sonra oturup şiirleştirdim
oyunumu:
“İki ayrı gruba ayrılırdı biz çocuklar. Günah Arası dediğimiz bir merada kara peynar
ormanları vardı. Köyümüzün hemen dibinde. Kaçar, gizlenirdi gruplardan birisi.
Diğer grupsa ebeler topluluğu olurdu. Arardık birimiz, birimiz aranırdık. Arama
uzadıkça canları sıkılırdı arayanlar grubunun. Bıkılır, usanılırdı. Umutsuzluğa düşülen anlar gelirdi. İpucu istenir ve bağırılırdı: ‘Tan tan traska veeeeeer!’ O güzelim orman
denizinin içinden gelir miydi bir ses, bir nefes? Diyelim ki gelirdi: ‘Tan tan traskaaaaaa!’...”
Ağaçlardan arkadaşlarım oldu demiştim, yanlış söylemişim:
Ağaçlardan sırdaşım oldu. Mesela ilk efkârımı onlardan birisinin kabuğuyla
doyurdum. Ardıç kabuğunu sarıp kağıda bir güzel tüttürmüştüm!
Ardıç sadece kabuğuyla değil, tohumuyla da oyun arkadaşımızdı. Ve
Çitlek, yani Erguvan… Onlarca ağaç meyvesiyle hangi oyunlarda nasıl keyifler
içindeydik, şimdi bilen kaldı mı?
Sadece oyunlar, oyuncaklar
değil. Aldığımız bayramlıklar, düğün ve derneklerimizde takılan hediyelikler de
ağaçların elindendi. Mesela, bana sonradan anlatıldığına göre, sünnetimde sus
payı olarak sunulan hediyelik ikramlar arasında badem, ceviz, alıç, incir, elma
ve ayva kurusu gibi şeyler varmış. Ben hatırlamıyorum tabii ki. Nereden
hatırlayacağım, hayli küçükmüşüm. Lakin ben gene de şiirimde yer verdim sünnet
şölenime! Arayan edebiyat araştırmacısı, olur ya, ihtimaldir, bulur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder