Müsteâr: Eğreti isim, ödünç
ad. Zamane çocuklarının telaffuz-ı tecahülüyle: Takma ad.
Sanat eserlerinde, asıl ismin yerine kullanılır müsteâr.
‘Nâm-ı müsteâr’, çeşitli zaruretlerden doğmuştur. Çoğu kez zor
zamanlarda, sancılı dönemlerde, kimileyin artistik kaygılarla, yahut sırf oyun
olsun diye, hatta dönemlik özentiler ve moda yaklaşımlar icabı, fakat
kesinlikle kendini belli etmemek endişesine bağlı olarak, kişi, aslî kimliğini bir tarafa bırakır.
Yazıp çizdiklerini, ürettiklerini başka bir ‘imza’ olarak sunar dikkatlere.
Böylece bir bedende farklı bir kimlik, yeni bir kişilik dünyaya gelmiştir.
Bu kişinin bir paylaşımı mıdır, kendi kendisini parçalaması mı,
yoksa anlık yaşantılar halinde birinden diğerine geçişler yaşayan zihnî
dönüşümler faaliyeti mi? Kat’i bir hükme bağlamak, bu hâl şöyle yaşanır demek,
somut delillerle ispata kalkışmak ne zor!
Fakat şurası kesin, kendisini müsteârıyla paylaşan kişi, dünya
hayatını da -ki bu hayat vakitlidir, belli bir süreyle sınırlıdır, bu yüzden
lügatlerde “hayât-ı müsteâr” eğretilemesiyle adlandırılır- paylaşmaya razı
olmuştur. Razı olmuştur, çünkü yukarıda da söyledik, ortada dünyaya yeni bir
geliş, bir yeni doğuş, taze bir oluş vardır…
Bu yeni kimlik, kuşkusuz kendine has canlı bir ömre de tekabül
eder. Dolayısıyla, aynen bünyesinden türediği öz ve sahici benlik gibi, yani
paydaşı gibi, büyür, acıkır, susar, yaşar, yaşlanır, duyar, kederlenir, üzülür,
ağlar, sevinir, güler, vs…
Ödünç de olsa, canlı bir varlık olarak dikkati kendisine
çevirdiğimiz bu kahramanın gerek maddî, gerekse manevî hak ve hukuklara sahip
olduğu kanaatindeyiz. Onun da kendisine has bir hürriyeti, bir kâinatı, bir
yaşama alanı, ilginç bir macerası, diğer
kimliklerle kurduğu ilişkiler ağı, en önemlisi, gerçek kişilerle mukayese
edilemeyecek oranda dokunulmazlıkları vardır.
Fakat maalesef… Herifçioğulları çıkıyor, bu son paragrafı
paramparça ediyor. Keşke bu paragrafımız parçalansa da yazdığımız şu eleştirel
denemenin canına kastedişle yetinilse…
Değil, ortada bir suikast var ve etkileri daha ileri boyutta…
Buyrun, birkaç hafta önce yayınlanan bir kitaptan cımbızla çektik,
okuyun: “… Yazılarda geçen takma adlar da gerçek adlarla değiştirilmiş, örneğin
‘Halis Acarı’ adı, ‘Asım Bezirci’ye dönüştürülmüştür.”
Edip Cansever’in yazı, söyleşi ve soruşturmalarının derlenmesinden
müteşekkil olan “Şiiri Şiirle Ölçmek” adlı kitabın (Haz. Devrim Dirlikyapan,
YKY, İst., 2009, s. 11) önsözünden aldık bu cümleyi.
Cümledeki hafiflik, ciddiyetsizlik, sorumsuzluk, hepsinden öte,
gasp ve tecavüz nasıl açıklanacak bilemiyorum.
Boyutları, etkileri, hatta sınırları kestirilemeyecek bir başka
suç var: Tahrifat…
Kişisel olduğu kadar, akademik bir disiplinsizlik de kol geziyor
ortalıkta...
Şu işe bakın “Şiiri Şiirle Ölçmek” kitabını hazırlayan araştırmacı
yazar, kalemini bir suikast aracı gibi kullanıyor: Asım Bezirci’nin
duygularına, hayallerine, kaygı ve korkularına, belki de artistik oyun oynama
hazzına müdahale ediyor. Bezirci’nin, kendi kendisine yeni bir kimlik vererek,
ömür biçerek yarattığı ‘Halis Acarı’nın hayatına, şu işe bakın, üçüncü bir
şahıs, bir derlemeci, son veriyor.
Çığlığımızın Asım Bezirci ile ‘Halis Acarı’nın çığlıklarına
iştirak etmemesi mümkün değil. Zira, ilk ölümünü yıllar önce kamusal alanın
karanlık güçlerinin elinden Sivas’ta tadan Asım Bezirci, müsteârına yapılan
suikastle ikinci kez can veriyor…
Bu suikaste, kitabın yayıncısı (YKY) da ‘ortak’ olarak dâhildir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder