Bundan önceki iki yazımı tek tuşla ‘meyil’lendirdikten sonra kısa süreli bir “tedirginlik” yaşadım.
“Tatil” ve “izin” gibi adlarla anılan bir döneme giriyordum. Siz o yazıları
okurken ben buralarda olmayacaktım.
Böylesi bir süreç, pek çokları için bulunmaz bir fırsat olacaktı
kuşkusuz. Doğrusu ben de zengin hayaller, farklı plânlar kurmuyor değildim.
Fakat birden bire, bir süreliğine de olsa, içinde bulunduğu yaşantının dışına
çıkıvermesi, insanı rahatsız ediyordu ilk başta…
Neyse ki, kır ve tabiatı yorumlama
çabası ile zoru kolay atlattım. Öyle ya, “Dursunbey’in hanları/Şıngırdaklı
camları” türküsünü ıslıklayıp memlekete vardıktan sonradır ki, tedirginlik ve
şaşkınlık işlerinin yerini başka hayatlar aldı.
Oh, dedim orada, oh be! Dünya
varmış!
Eş dost, hısım akraba bizi
bekliyor. Soyun sopun, konu komşunun çoluk çocuğu kaynaşacak. Hasretlikler
giderilecek, muhabbetler kurulacak, başka yazlarda yaşanacak hatıralar
zihinlere kazınacak… Öyle oluyor, hepsi oluyor…
İlk günün akşamı tarlaya gidiyoruz,
fidanları sulamaya: Ceviz, erik, armut, elma, kayısı…
İkinci günün sabahı, saat beşte,
tarlaya gidiyoruz, nohut tarlası... Daha bir tuzlu oluyor derimiz, terimiz…
Oh be diyorum, oh be! Dünya varmış!
Bütün evlerin çatı ve balkonları
çanaktan yüzlerini uzaya tutup Dünya’ya öptürseler de, ben uzağım onlardan,
habersizim!
Beni sayıp arayacak olan dostlarım
da çaresiz, kapsama alanı dışındayım, belki bu da iyi, “aradığınız kişiye
ulaşılamıyor”.
Hayır, tekno-keratadan kaçış değil
benimkisi, onu hayvanım kılma girişimi…
Üçüncü günün sabahını da tarla
işlerine ayırıyorum, herkes çalışırken biz yan gelip yatamayız ya!
Dördüncü, beşinci, altıncı…
Babası bir kaza kurşununa hedef
olmuş liseli genç yeğenimle “baba ölümü” üstüne sohbet, eşeğine sözünü
geçiremeyen yaşlı amcayla “geyik”, karısının toprağı henüz tazeyken yeni bir
hatunla yine yuva kuran dayıyla hoş sohbet…
Yaban domuzları, porsuklar,
tepemizde dönüp duran kartallar, meydanda, gözümüzün önünde, bilmem hangi
hastalıktan, can çekişen baykuş…
Dut ağaçlarının dalları arasında,
arılarla yan yana afiyetle yenilen meyve…
Böyle devam ediyor hayat, kır ve
tabiat yorumlanıyor, kâinat genişletiliyor…
Devreden günler daha bir parlak:
Balığa gidelim diyor bir akrabam. Ormanların arasından, bir otomobil, iniyoruz
dereye…
Ağlar, serpmeler, germeler, kök
altı el avcılıkları ve kısa sürede beş on kilo balık, yok mübalağa…
Ertesi gün yine: Bu kez bir
minibüs. Bu kez balığa dair kilo vermeyelim. Fakat biraz süs ve sos lazımsa,
ikram edelim size de; mantı, mercimek köfte, un helvası…
Çınarlar, söğütler… Berrak sulara
sarkan kır parçaları…
Tabiat klâsiği. Pastoral Senfoni.
Sonra…
Sonrası vahim ve hüzün. Tatil sonu.
Yahut, dörtlüğün son iki dizesi:
“Bizim için yapılmış/Balıkesir
damları”
***
Dönüyorum, eski nakarat sarılmaya
başlıyor başıma…
Ben aksine hareket etsem de, hayat
parça parça: İş hayatı, fikir hayatı, yazı hayatı…
Bakıyorum, her şey bıraktığım
yerde, bıraktığım zamanki gibi.
Bakıyorum: “Balıklar” hâlâ bulanık…
Oysa, dere berraktı, su hep
berraktı.
Suyun berraklığına rağmen
“Balıklar”ın bulanıklığı, hangi zihnî yapılanmanın eseriydi ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder