29 Şubat 2020 Cumartesi

BRECHT’İN DAVETİ

Bertolt Brecht (Augsburg, 1898 - Berlin, 1956)’in “Tiyatro Şiirleri” (Metis Yay., İst., 1987) kitabının en içli şiirlerinden birisi “Sürgündeki Oyuncu P. L’ye” adını taşıyan kısa bir metindir. Başlığın yanındaki parantez içindeki veriye göre şiir 1950’de kaleme alınmış.
Kerem Çalışkan tarafından Türkçe’ye kazandırılan bir kitap “Tiyatro Şiirleri”. Esat Tekand’ın desenleriyle bezeli olan kitap, yayımlandığı dönemin Türkiye’sindeki negatif hallere yönelik pek çok göndermeyi içeriyordu. Dönemin Türkiye’si: 12 Eylül Türkiye’si…
Birkaç örnek vermeliyiz burada:
Brecht, kitabın ilk metninde “Danimarkalı İşçi oyuncularla Gözlem Sanatı Üzerine Konuşma” yapar. Metnin bir yerinde, ülkesinden kaçan bir oyun yazarına atıf yapar. 12 Eylül sonrası ülkesinden kaçmak, yurt dışında yaşamak zorunda olan şairleri, yazarları, sanat ve bilim insanlarını, siyaset aktörlerini hatırlamamak mümkün mü burada?
“Vazgeçme ve karşı çıkma, deneme ve başaramama
Bütün bunları tarihsel olaylar gibi koyacaksınız sahneye sonra.
(Hatta, şu anda burada olup bitene bile,
Bakabilirsiniz, bakar gibi bir resme:
Ülkesinden kaçmış oyun yazarının
Gözlem konusunda nasıl ders verdiğine sizlere.)” (s. 11)
Aynı şiirin son dizeleri, adalet duygusuna, hayır, tutkusuna atıf yapar; 12 Eylül sonrası adaletsizliklerine gönderme gibi algılanabilir; şöyledir:
“Öğrenmenin ciddiyeti ve bilginin coşkusuyla
Dönüştürebilirsiniz kavganın deneyimini
Ortak bir mülkiyete ve
Adaleti tutkuya” (s. 13)
“Oyuncunun Toprağa Verilişi” başlıklı metinde şu dizeler ilginçtir, devrin ruhu için:
“Üstü kızıl bir bayrakla örtülmüştü ama,
İşçilerin armağanı,
Baskı günlerindeki değişmezliğinin ve
Değişim günlerindeki çalışmalarının anısına.” (s. 38)
“Sürgündeki Oyuncu” başlıklı metinse şöyle başlar:
“Şimdi makyajını yapar. Beyaz hücrede
Oturmuş iki büklüm ufacık taburede.”
Bitişi ise şöyledir “Helene Weigel’e adanmış” şiirin:
“Büyük savaşçı
Giymek için çarıklarını ve
Göstermek için Endülüslü balıkçı karısının
Generallere karşı savaşını.” (s. 40)
“Carrar Ana Olarak Helene Weigel” adlı şiir de askerî bir süreç içinde yaşama mücadelesi veren kahramana atıflarla başlar:
“Oğlunu balığa göndererek, generallerin
Canlı olan herşeyi boğmaya karar verdikleri sırada,
Ekmeğini pişirerek top sesleri arasında,
Savaşın dışında gibiydi adeta. Yalnızca
Durup dinlenmeden ağları onaran elleri,
Vuruyordu dışarı hırsı ve korkuyu.” (s. 43)
“Oyun Yazarının Türküsü” şiirinin baş taraflarında bir yerde ise, sosyal adaletsizlikler verilir; şöyle:
“Birbirlerinin odasına planlarla nasıl girdiklerini
Ya da coplar ve sopalarla,
Nasıl durduklarını sokaklarda ve beklediklerini
Nasıl tuzaklar kurduklarını birbirlerine” (s. 56)
Eserleri yasaklanan, vatandaşlıktan çıkarılan, uzun yıllar sürgünde yaşamak zorunda kalan Brecht’in, üstteki alıntıları içeren bir kitabının Türkiye’de yayımlanabilir olması, darbenin getirdiği sosyolojinin bir miktar aşındığının alameti sayılsa gerektir. Yoksa buluttan nem kapılan süreçlerde, böylesi metinleri yayımlamak, cesur yürek işidir.
Baktım, gerçekten de bir gevşeme var. Örneğin, Tiyatro Şiirleri kitabının yayımlandığı Şubat 1987’den dört ay sonra 29 Haziran 1987’de 7,5 yıllık bir sürgünden sonra ülkesine dönebilmişti bir şarkıcımız: Cem Karaca. Halk ve devrin normalleşme eğilimi gösteren görece adaleti Cem Karaca’yı bağrına basmıştı.
Bundan bir süre sonra da, 6 Eylül 1987’de referandum yapılmış ve Türkiye’de darbe sonrası getirilen siyaset yasakları halkın oyuyla kaldırılmıştı.
Velhasıl kitaplar yayımlanabilir, sanatçı ve aydınlar ülkelerine geri dönebilir, siyasi yasaklar kaldırılabilir olmuş.
Türkiye’nin mükerrer başka süreçlerinden de örneklendirmeler yapılabilir mi? Evet ama biz “Tiyatro Şiirleri”nin Türkiye’deki yayımlanabilirlik sürecini ölçü almakla yetinelim...

Gelelim yazımızın başında atıf yaptığımız “Sürgündeki Oyuncu P.L.’ye” şiirine. Metnin tamamı şöyle:
“Dinle, geri çağırıyoruz seni, ey kovulan
Geriye dönmelisin şimdi. Bir zamanlar
Yağ bal akan bir ülkeydi kovulduğun,
Çağrıldığınsa yıkık bir ülke şimdi
Ve hiçbir şey sunamayız sana
Sana ihtiyacımız olduğundan başka.

Yoksul ya da zengin
Sağlıklı ya da hasta
Unut herşeyi
Ve gel geri.” (s. 72)
Brecht’in biyografisi ve kendi çağı ile ilgili yansımalar kuşkusuz yukarıdan beri okuduğunuz iktibaslar. Fakat başka çağlara, başka ülkelere, başka kişilere ulanabiliyor hemen hepsi. Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü dünya aynı dünya. Hayat aynı yahut benzer pratiklerle yaşanabilir mahiyette. Bu anlamda, sözgelimi faşizm Almanya’sı ile militarist bir ülke arasındaki geçiş ağına tuhaflık etiketi vurulmamalı.
Madalyonun beri tarafına bakalım bir de: Verdiğimiz örnekler de gösteriyor ki, her nerede olursa olsun, kovulanlar ve kaçanlar değil, kovanlar yahut kaçırtanlar bir süre sonra pişmanlık utancı yaşıyorlar. Bu berrak sonuç, hiçbir zaman göz ardı edilmesin…

Ankara, 28 Şubat 2020



28 Şubat 2020 Cuma

EPİK SİNEMA

1. 
Seni tasvir etmek için yazıyor Marcel Hayme
Alessandrovici'nin yazıhanesini alengirli

2. 
Cevdet Sunay'ın Ağaç İşleri Enstitüsü ziyareti
Gibi sınır boyunca cenk yönetişin sanki

3. 
Hatırlatır höykürüşün İsmet İnönü'nün 
Bir resimde tren penceresinden bûse verişini

4. 
Beklersin cenaze ekibini seksen sekizde
Maarif Vekilinin Yurdadön'ü kabul törenindeki gibi

5.
Katil virüse karşı nanik yapar köpeğin
Sıhhiye Paşa'n pusuda sokakların maskeli kin

6.
Papaz olmuşsun ya eski yazıyı sökersin
Artık yürüyemezsin İstiklal Caddesini

7. 
Ölmeden olmayız tabi ver yeter ki emrini
Mallarmé'nin evinde yaparız kedi taklidi

8.
İktisatta kalpazansın sanatta ham bedevi
Philostratos'tan okuruz "X'in Hırsızlıkları Üzerine"yi

9.
Çiftliğinin çitleri Mussolini posteri
Dikenli tellerin kâkülleri Hitler'in

10. 
Danslarınla nam saldın aldın tacını Kisra'nın
Damcıoğlu dururken nedir kantoları Ezra'nın

11.
Muallim mektebinde nasıl dediyse diktatör
Senin dilinden de öyle çıkar pülverizatör

12.
Asitavatas'ın bedduası gelip bulmuş yakanı
Terketmişsin Yunus'u olmuşsun Hadriyanus

13. 
Dil Devrimi Caddesi’ne sık çıkıyor su arıza

Tepişirken kibrin sallanıyor Cumhuriyet faraza


Ankara, 28 Şubat 2020 - 26 Ağustos 2020



26 Şubat 2020 Çarşamba

NASILSINIZ?

12
gölgelerin canı yoktur! kolayca yitip giderler. bir başka gölgeye ve girince geceye, arayın bulasınız gövdelerini!
bizse, güneşiz her dem ter ü taze. ne yılgınlık suretleri, ne tükenmişlik...
gece ve gündüz, özgürüz, en azından içimizde, büyüyerek...
ısı ve ışığın  geniş zamanlara yayılan egemenliği bizdedir, haydi bakalım...
sürekli bir bahara çıkan ışın demetleri olarak anılır dururuz ya, huylanırlar, huylansınlar; eğleniriz biz onlarla, ha ha ha...
açılır kahkaha kapıları, geniş odalar, kültür odaları, sağaltıcı donanımlarla kurulmuş ev içlerimiz...
parlamaktadır ev içlerimiz, bedenlerimiz engin bir deniz, çalkantılar yaşar, gökçe günler için...
özlenen günlerdir kuşkusuz, gelsin, gelecektir elbet...
gölgeleri mi sorduydunuz?
köhne hayatlarıyla, arayın bulasınız onları, dediydik, acı bir yitiklik içinde, eriyip gitmiştir gövdeleri...
gölgelerin canı yoktur!

adıyla O’nun

Likâ Edebiyat, S. 12 (1 Mart 1999), s. 1.




EĞİTİMDE TEKNOLOJİ VE DEVAMLILIK

Eğitim, yanı başına kültürü de alarak, toplumların devamlılığını sağlayan temel bir dinamiktir. Bugün bu dinamizm unsuruna teknoloji de eklenmiştir. Dolayısıyla, geçmişin, çağın ve geleceğin becerileriyle donanmış bireyler yetiştirmek, böylece toplumsal intikali ve devamlılığı sağlamak, daha güvenli bir yapıya kavuşmuştur.
Kültür literatürümüzde  “devamlılık” anlamında kullanılan önemli bir kavram vardır. İlk kez şair Yahya Kemal’in kullandığı “imtidad” kavramı “sürme, süreklilik, devamlılık, uzama, uzayıp gitme, gerilip ve çekilip uzanmak, uzunluk, feza, uzay” gibi anlamlarla karşılanır sözlüklerde.  Yahya Kemal “Devam ederek değişmek ve değişerek devam etmek.” anlamı vermiştir bu kavrama. Gerçi bu minval üzere daha önce bazı batılı fikir adamları da bir şeyler söylemiştir. Mesela Yahya Kemal’in “Kökü mâzîde olan bir âtîyim” (“Kökü geçmişte olan bir geleceğim.”) ifadesiyle Bergson’un “maziyi hıfz, istikbali istibsar”, yani “geçmişe bağlı olmakla birlikte geleceğe bakma, geleceği düşünme” yönündeki düşüncesi örtüşür. Şöyle ki, Bergson felsefesinin merkezi “duré” fikridir. “Duré”,  geçmişin devamlı gelişmesi anlamına gelir. Devamlı olarak birbiri üzerine yığılmak suretiyle büyüyen geçmiş, kendini otomatik bir şekilde muhafaza etmektedir.
Bu noktada, bir eleştirmenin Dostoyevski ile Tolstoy arasında yaptığı şu mukayeseye de değinmek istiyorum. Dostoyevski’yi bir ruh devrimcisi olarak gören Nikolay Berdyaev,  Tolstoy’u statik nesnelerin ressamı şeklinde niteler. Buna göre, ilki ruh üzerinden yeni keşif, ihya ve inşa faaliyeti yaparken, ikincisi statik olanları devinime sevk etmiş olmalıdır. Bu iki Rus romancısı gerçekten de böylesi bir ayrıma tabi tutulabilirler. Fakat her ikisi de büyük edebî eserler üretmişledir ve bugün sadece Rusya için değil, bütün dünyanın medar-ı iftiharı durumundadırlar.
Eğitim teknolojisi yoluyla eğitim dünyasına katkı sunanlar, Tolstoy ve Dostoyevski örneklerinde görüldüğü üzere, farklı izleklere bağlanabilir.  Fakat “geçmişle gelecek” bağını ihmal etmeden…
Bu çerçevede, aklı ötelemeyen fakat tutku ve coşkudan da taviz vermeyen bir yaklaşımı önemsiyorum. Bakışlarımızı makulü ıskalamadan, bilinmeyen geleceğe, oluşmakta olana doğru çevirmeliyiz. Görünen gerçeklik ne kadar önemliyse, o gerçeklikteki giz; durağanlıktaki devinim, sahihlikteki gizem, hepsi ilgi alanımızda olmalı. Kalbimizdeki akl-ı selim ile ruhumuzdaki coşku ve düşüncelerimizdeki ateş dalgalarını sentezleyebilmeliyiz…
Ele avuca sığmayan geleceği ancak böyle kurgulayabilir, kurabiliriz… 



25 Şubat 2020 Salı

MERAK İÇİN GÜZELLEME

Merak deniz olmuş, içine girdim.
Baktım, içine girdiğim, okyanusa dönüşmüş.
Oysa sadece “merak”ı merak etmiştim. 
Evet, “merak” başlığını taşıyan, içeriğinde “merak”la ilgili bir şeyler geçen ne varsa, derleyip toparlamaya başladım. Deyim yerindeyse, ki yerinde, her yola başvurdum, at gördüm aksadım, su gördüm susadım: Kitaplar, filmler, şarkılar, türküler, deyimler, atasözleri…
Gündelik olandan tutun da ölümcül olana kadar pek çok bağlamı olduğunu bilmezdim “merak”ın. Öğrendim.
Türkçe’de “Bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istek” diye tanımlanmış merak, lakin bunun yetersizliğini fark ettim. Farklı bağlamları vardı zira; bundandır, elimi başka lügatlere yönelttim.
Buyrun, deyimler sözlüğünden birkaç devşirme, çalakalem:
Sözcük, yalın kılıç haliyle “merak sarmak (duymak) deyimine sinivermiş: “Bir şeyi edinme, yapma veya onunla uğraşma isteğine kapılmak.”
“Merakına dokunmak”, “Meraka sokmak”, “Merakına mucip olmak”, “Merakını uyandırmak” gibi deyimler ilgiye dönük yüzü oluvermiş.
“Meraka düşmek” kaygıyla ilişkilendirilmiş. “Merakta kalmak” ve “Merakından çatlamak”  da öyle.
Kara sevdaya tutulmuş olanlar içinse şu deyim kullanılmış: “Merak getirmek.” Aşığın şarkıda bir yandan “Merak etme sen” derken öte yandan yanıp yakılması buna denk düşüyor olsa gerek…
İçinde merak geçmeyen şu deyim ise galiba merakı içeren en çileli hallerden birisine gönderme yapıyor: “Dokuz doğurmak”. Çatlar gider zira böylesi hallerde insan meraktan…

Meraka olumsuzluk yüklemek…
Bir yandan heyecanla, bir yandan sabırsızlıkla, merak üzere kulaç atarken, merakın kendinden menkul tatlı ve fakat az biraz tehlikeli yanı olduğuna dair şu veciz ifadeyle karşılaşıyorum: “Merak insanı mezara sokar.” Şunu anlıyorum, kuşkusuz merak yolculuğu boyunca kimi sıkıntılı süreçler yaşanabilir…
Ortalama kültürde merak kelimesine olumsuz anlamlar yüklemek bir gelenek midir, bilmem. Fakat karşımıza çıkan atasözlerinde sanki böyle bir eğilim var. Sözgelimi “Bin merak, bir borç ödemez.” cümlesinde “merak” kaygı anlamında kullanılmıştır. Kaygılı, sıkıntılı zamanlarda tasalanmaktansa, kolay çıkılır yolları aramak gerektiği dikte edilir.  
Merakı sabır karşıtı bir tutum olarak yaftalayan şu atasözüne ne dersiniz? “Saçım ak mı, kara mı? - Önüne düşünce görürsün.” Buna göre bir şeyin sonucunu merak etmenin, onunla ilgili sabırsızlık göstermenin lüzumu yoktur. Nasıl olsa meydan ortaya çıkacaktır.
“Gösteriş meraklısı olmak” var bir de. Kendilerini olduklarından daha üstün göstermeye çalışanlar için kullanılır. Bununla ilgili olarak atalarımız şöyle demişler: “Sonradan imam olanın camiye sığmaz sesi; sonradan kadın olanın hamama sığmaz tası.”
Şu atasözüne bakın bir de, aşkla şevkle, büyük bir ilgiyle iş yapmanın, bir şeye meraklı olmanın önemine nasıl vurgu yapılıyor: “Herkes sakız çiğner ama çıtlatamaz, … kızı tadını çıkarır.” Bir şeyin tadını çıkarma, bir şeyde herkesin dikkatini çekme, ancak onun meraklısı için geçerlidir…

Meraktan çattadan çatlayan…
“Merak”ın hafife alındığı ortamlara rastlamışsınızdır. Bunlardan en önemlisi galiba bir TV dizisinde olanıydı. Hatırlayanı çoktur, Perihan Abla adlı dizinin Melahat karakterinin sıfatı “meraklı” idi. Tuluğ Çizgen’in başarıyla oynadığı bu rol, her işe burnunu sokan, dört bir yana kulak tutan, meraktan çattadan çatlayan kişilere gönderme yapıyordu.  Filmdeki negatif merak algısından ötürü, aziz Türkçe’miz muzip bir adlandırma da kazanmış oldu:  “Meraklı Melahat”. Bir dönem hayat-ı hakikiyye sahnesinde patroniçe oldu kendisi. Pencerede, kapıda, sokakta, evde, çarşıda, pazarda…
Aman dikkat,  şimdilerde olur da karşınıza çıkarsa, bu “Meraklı”dan korunmanın yollarını bulmak için durmayın, harekete geçin!

Manzum metinlerde merak aradım…
Manzum metinlerde, sözgelimi şarkılarda, türkülerde, şairlerimizin dilinde meraka yoğun bir ilgi vardır.
Merak-aşk ilişkisi… İlginç değil mi? Somutlaştıralım: 80’li yılların kült arabesk şarkısı “Merak Etme Sen”de Ferdi Tayfur aşkına yana yakıla seslenir. Bu şarkının bir hikâyesi vardır: 
Olay şöyle gelişir: Fabrika işçisi olarak sabaha karşı fabrikadan evine döner Ferdi. Birkaç saat uyuduktan sonra kardeşi gelir, başına çavuş kesilir:
- “Abi, abi uyan”
- “(Yarı uyanık) Ne istiyorsun?”
- “Abi sana bir müjdem var.”
Olan biteni merak eden Ferdi, başını kaldırır ki ne görsün? Aklını başından alan bir kız.  Üstelik bir süre sonra aşığımızın çalıştığı fabrikada işe başlayacaktır. Bununla birlikte ilan-ı aşk mümkün olmaz.  Durum Ferdi'nin canına tak eder, duvardaki sazını alır, başlar söylemeye:
“Bakışların bana biraz cesaret versin
Korkuyorum sana aşktan söz etmeye ben
Bir sevdiğin varsa ne olur söyle
Giderim bu diyardan merak etme sen…”

Geçelim, bir türküye kulak verelim: “Aksaray Develisi” olarak da bilinen “Eremedim” türküsündeki merak hayli orijinaldir, zira burada merak bir keyfiyet unsuru olarak kullanılır:
“Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya’nın
Beyler besler merak için tazıyı
Kadir Mevlam böyle yazmış yazıyı”

Şairlerimiz ise merakı faklı kullanım alanları için kullanmışlar. Mesela Aziz Nesin dostla düşmanı ayırmak için ölüm sonrası yaşantıyı merak etmektedir:  “İçimde bir merak öyle bir merak/Ölümümden bir ay sonra bir güncük yaşamak”…
Abdurrahim Karakoç ise “Merak” şiirinde görüp geçirdiği, duyup önemsediği farklı hallerin akıbetini merak eder. Merakını yanıtsız sorularla gidermeye çalışır: 
“Özümden âleme kuşlar uçurdum
Hangisi menzile vardı bilmem ki?
Engin denizlerden kağnı geçirdim
Hangi göz izini gördü bilmem ki?

Sonunda anladım son’u gerçekten
Cansızda farkettim can’ı gerçekten
Ben hâlâ bulmadım ben’i gerçekten
Hangi dost sırrıma erdi bilmem ki?”

Şairlerin merakla olan muaşakasını tamama erdirmeden önce, rahmetli Attila İlhan’ın şiir kitaplarının sonuna eklediği “Meraklısı İçin Notlar”ı da hatırlatalım. Şair, bu notlarında genel olarak pek tavsiye edilmeyeni yapar, şiirlerinin arka planlarını anlatır: Yazılış gerekçelerini, öykülerini, göndermelerini…

“Merak Sözlüğü”
Araştırmalarım sırasında, Türkçe’de bir “Merak Sözlüğü” olmadığını gördüm. Bu konuda Eğitim Reformu Girişimi (ERG) geçtiğimiz Nisan ayında bir sürece işaret etmiş, “Merak Atasözleri” kitapçığı hazırlama fikrini ortaya atmış. “Toplumda merak duygusunu uyandırmak” düşüncesiyle yola çıkan ERG, kısa zaman içinde, www.merakedenler.org linkinden indirebileceğiniz 108 sayfalık bir kitap hazırlamış… Baktım, başlangıç olarak iyi bir yerde…
Şimdi bu platformdan “Merak Edenler Filmleri”yle ilgili hamlelerinin ele avuca gelecek verimini merakla bekliyoruz.

Bilimsel âlemin merak dünyası…
Bu bağlamda geçmişten bu güne farklı bilim, kültür, sanat insanları ‘merak’ kavramı üzerinde durmuştur. Birkaç örnek verecek olursak, Cicero merakı, “bilgiye ve öğrenmeye karşı duyulan doğal aşk”; Hobbes “nedeni ve nasılı öğrenme arzusu” şeklinde ele almışlardır. Francis Bacon ‘Bilgi ve gücün motoru’ olarak tanımlarken, Einstein kavramı “var olmak nedeni” olarak görür. Neil Kenny ise “Merak kelimesi o kadar çok anlama gelir ki…” der, “… bir ruh hali olduğu kadar bir niteliktir de.”
Genel olarak baktığımızda merakı, bilgiye ulaşma eylemimizi motive eden içsel bir arzu olarak kabul edebiliriz. Bu arzu olmadan insanoğlu, yeni şeyleri öğrenmeyi, belirsiz durumların üstesinden gelmeyi herhalde zor başarırdı.
Bilimin merakını sınıflandırarak incelemek de mümkün. Sözgelimi Berlyne merakı algısal ve epistemik merak olmak üzere ikiye ayırmıştır. Algısal merak, görme, koku ve ses gibi duyu organları ile yeni bilgiler edinmek iken, epistemik merak bilgi elde etmeyi ve keşfetmeyi harekete geçiren içsel bir arzudur. Epistemik merak, bireyin bildikleri ile bilmek istedikleri arasındaki boşluktan kaynaklanan ilginç sorular, karmaşık fikirler, belirsiz durumlar ve çözülmemiş sorunlar ile ortaya çıkmaktadır. Algısal merakla insanoğlu yeni yerler görmek ve yeni insanlarla tanışmak ister. Oysa epistemik merak, birey için ruhu doyuran, hazza dayalı bir kaynak sayılır.
Merak ile ilgili bir başka husus, merakın neden kaynaklandığı meselesidir. Bu hususta üç görüş vardır. Bunlardan ilki, Berlyne ve Freud’un ortaya koyduğu dürtü teorisidir. Buna göre merak, keşfetme arzusunun ön koşuludur. Merak, açlığa ve susamaya benzer bir insan dürtüsüdür ve tatmin bilgiyi elde etmeyle oluşmaktadır. İkincisi Piaget ve Hunt’un ileri sürdüğü uyuşmazlık teorisidir. Buna göre merak bireyin var olan dünya görüşü ile karşılaştığı bir olay veya nesne gibi şeyler arasındaki uyuşmazlıktan ortaya çıkmaktadır. Bireyin dünyayı anlamlandırma çabası böyle başlamaktadır. Bireyin dünya işlerine bakış açısında bir kırılma olduğunda merak duygusu baş göstermektedir. Üçüncüsü ise Loewenstein’in boşluk teorisidir. Buna göre birey arzu ettiği bilgi ile var olan bilgisi arasında bir boşluk olduğunu fark ettiği anda merak duygusu ortaya çıkmış olmaktadır.

Merak ettiğim kitaplar…
Merakla ilgili materyaller arasında kuşkusuz en önem verdiklerim kitaplar oldu. Bu bahisteki külliyatın hayli zengin olduğunu da öğrendik böylece. İşte birkaç başyapıt:
Kitapların, kütüphanelerin, okuma iştahının efsane yazarı Alberto Manguel, Merak (YKY, İst. 2019) adlı on yedi bölümden oluşan kitabında adaletten ekolojiye, kutsal metinlerden sohbet etmenin zevkine pek çok konuyu ele alıyor.  Hemen belirtelim, Manguel ve okurun rehberliğini Dante yapıyor!
Richard Holmes’in Merak Çağı (Boğaziçi Üniversitesi Yay., İst., 2017) adlı eseri bilimsel bir devrim sürecine odaklanmış: On sekizinci yüzyıl akılcılığından doğan ve bilimsel çalışmaları dönüştüren hamleler. Kaptan James Coook’un Endeavour’la dünyanın çevresini dolaşması, Darwin’in Beagle’la Galapagos adalarına olan yolculuğu, Astronom William Herschel ve kimyager Humphry Davy’in keşifleri… Richard Holmes kitabında ne yapıp ediyor, romantik öznellik ile bilimsel nesnelliği sentezliyor. Bu sentezde merak kavramının katkısı unutulmamalı.
Ian Leslie’nin öğrenme arzumuzu diri tuttuğu Merak (NTV Yay., İst., 2015), adlı kitabında psikoloji, sosyoloji ve ekonomi alanlarında meraklı yolculuklara çıkar. Merakımız besleyen ve körelten hususlar üzerinde durur.
Ela Korgan’ın Beni Biri Merak Etti (Şule Yay., İst., 2018) adlı kitabı anlatma esasına bağlı bir eser. Yalnızlığa maruz kalınmış bir dünyada var olmaya çalışan kahramanların ilgi ve meraka yaslanan beklentilerini yansıtıyor. Merakın yaşamsal bir dürtü olduğu ortaya çıkıyor böylece.
Ne Diyecektim?
Sözü dolaştırıp durmamın bahanesi, merak meselesini ayrıntılı bir şekilde ele alan  “Bilim Nasıl Her Şeyle İlgilenir Oldu”  altbaşlıklı Merak (Kolektif Yay., İst., 2014, 571 s.) kitabına gelecek oluşumdu. Şimdi o aşamadayım.
Bu kitabı Philip Ball yazmış, Berna Günen çevirmiş. Bir önsözü takip eden 13 bölümden oluşuyor. Bölüm başlıkları arasında ilgimi çekenleri belirtmek istiyorum: Merak Tiyatrosu, Her Şeyin Profesörleri, Bir Toplu İğnenin Ucunda, Fillerin Peşinde… İçeriklere girmeden önce, kitabın zengin bir dizin ve kaynakçayla tamamlandığını da belirtelim.
Ball, bu kitabı yazmakla neyi murat ettiğini şöyle açıklamış: “Neden merak bu birbirinden oldukça farklı programların simgesi haline geldi? Bu programları uzlaştırabilir miyiz? Bunlardan herhangi biri tarih tarafından tescil edilmiş midir? Bunlar, bu kitapta incelemeye çalışacağım sorulardan bazıları.”
Peki, kitapla ilgili olarak benim merakımı (tabii ki ilgimi) çeken şeyler neler oldu? Tamamını dile getirmek mümkün değil, en iyisi bir seçme yapayım…
17. Yüzyıl tarihçisi Neil Kenny’nin dönemin Avrupa kaynaklarında  ‘merak’ kelimesinin (ve eş anlamlılarının) kaç kez kullanılmış olduğunu gösteren bir istatistik çıkarması…
Merakın pozisyon kapmasıyla birlikte bir yandan totolojik veya mistik mantık yürütmelerin askıya alınmaya başlaması, diğer yandan esrarengiz yapılanmaların, ütopik vizyonların, aldatıcı görüntülerin, batıl ve fantastik rivayetlerin meraka ilişkin de oluşları…
Eşsiz bir tutkuya dönüşen merakın “nadire kabineleri”ni doğurması, zamanla seçkin koleksiyonlara, eşsiz müzelere evrilmesi…
Sansasyonel yapıtların, kalpazanlık mamulatının kışkırtılan merakla ilgili olduğu, merakın özellikle kimi işgüzarlar eliyle böylesi hastalıklı üretimlere yol açabileceği…
Ortaçağ’da merakın bir ihtiras ve dolayısıyla bir günah olarak görülmesi, bu etkiyle ikonunun üstü başı dağınık vahşi bir kadın şeklinde tasarlandığı…
Merakı cadılara mahsus bir bela/hastalık olarak algılayan Ortaçağ zihninin, bu belaya tutulanları cadı avına tabi tuttuğu…
Kış Kralı, Gül-Haç Tarikatı, Garter Şövalyeleri, Kayıp Tanrıça Ceres, Nümerolojik Gizemcilik, Merak Küratörlüğü, Huzursuzlar Akademisi, Ayrılmazlar Tarikatı, İlk Hayvanlar Sözlüğü, Milton’ın Şeytan Kalkanı, Kepler’in Rüyası, Ay İmparatorluğu…
Bitirelim mi? Şöyle diyelim: Philip Ball bir kırkambar kitabı oluşturmuş Merak’la. Bilimle ilgili bir yığınak, böyle takdim edilmiş en azından. Fakat bu takdim kanaatimce yeterli değil. Her telden bir ezgi var bu kitapta. Mesela sihirbazlar pekâlâ yararlanabilir. Hele şairler!
Sihirbazlarla şairleri bırakıp, merak okyanusundan çıkalım!

ZE DERGİ'Yİ OKUDUNUZ MU?!.

“Türkiye’nin İlk Sesli Edebiyat Dergisi” olarak kurulan Ze Dergi,  “Herkesin ulaşabileceği bir edebiyat” misyonu ile yayın yapıyor. Kullandığı yayın kanalı ise sadece YouTube.
Şu halde matbu olarak basılmıyor, kitapçılarda, büfelerde, marketlerde satılmıyor. Sadece ücretsiz!
Ze Dergi ekibine sorduk, şu ayrıntıları da verdiler: “Hiçbir kuruma veya kuruluşa bağlı değiliz. Bireysel bir çabanın ürünüyüz. Diğer dergilerden ayrıldığımız en belirgin yön, sesli olmamız. Biliyorsunuz edebiyat, geleneğimizde sözlü olarak var olmuştur. O kadar geriye gitmeyelim. Yakın geçmişte radyo tiyatroları vardı. Bizde seslendirilen öyküler, radyo tiyatrosu tadında. Efektler ve müziklerle metni eğlenceli hale getiriyoruz. Dergimizin sürekli yazarları var, ancak eser alımı da yapıyoruz. Sesli kitap kanallarında, ünlü yazarların daha önce basılı olarak yayımlanmış eserleri seslendiriliyor. Bizde ise hiçbir yerde yayımlanmamış usta ve genç yazarların metinleri var.”
Şimdiye kadar üç sayılık bir arşivleri var. Peki kimler yazdı, kimler çizdi Ze derginin bu üç sayısında? İşte o isimler: Abdullah Harmancı, Ahmet Yetik, Ali Ayçil, Aynur Dilber, Bahtiyar Aslan, Bülent Parlak, Cevat Akkanat, Efe Berke Saptar, Erhan Genç, Fatih Baha Aydın, Fatma Kahraman Yıldız, Fatma Nur Kaptanoğlu, Ferhat Butimar, Handan Acar Yıldız, Hicran Karatay, Hüseyin Bircan, Kaan Murat Yanık, Kadir Daniş, Mahmut Coşkun, Mehmet Erte, Merve Can, Muhammed Münzevi, Mustafa Soyuer, Mustafa Uçurum, Recep Kayalı, Ömer Yücedal, Yıldız Ramazanoğlu, Yusuf Araf, Zeynep Kahraman Füzün.
Ze Dergi ekibi pek çok dergicinin yapmadığı bir şey daha yapıyor: Kendilerine ulaşan eserlerin tamamını tür ve konu ayrımı yapmadan okumak ve geri dönüş yapmak…
Edebî metinlerini göndermek isteyenler için Ze Dergi’nin adresini verelim: zedergi@gmail.com
Oldu olacak, bir de ZE DERGİ'de yer alan şiirimizin linkini kaydedelim, bakalım beğenecek misiniz: Tıklayınız!

24 Şubat 2020 Pazartesi

RUBAİYÂT

1.
herkesler geldiyse de senin aşkın  gelmedi
kokun vardı havada geçip gitti rûzigâr
hiçbir şey can vermedi bense dirildim durdum
kesrete düşen gönlüm kalbine bir’e indi

2.
çıt! diye kırıldıysa yok mu parmağın canı
durduk yere değildir vurulmuştur kalbinden
akar ırmaklar yoksa olur mu derya deniz
bir küçücük parmağın kaynar mı sana kanı

3.
küle döner otuz kuş sen dönünce yüzünü
atar rengini hayat solgun bir sûret örer
kabul ettim biçilsin beyaz göynek sözünü
sen dönünce dedim ya otuz kuş güle döner

4.
gün eğilir girer gölgeler yere
boşalır bulutlar içime dolar
hazindir iniler bahtımsın diye
alevden söylediğim şarkılar solar


21 Şubat 2020 Cuma

ŞUARA HAŞŞÂK SEYRİNDE…

Haşşâk için, “Burası Dicle ve Fırat arasında Cezîre bölgesinde bulunan bir vadi ya da nehirdir.” der tarih kitapları. Bazıları da vadiyi kenara koyup nehri ön plan çıkarırlar. Her neyse, tarihi kayıtlara göre, Tağlib kabilesi ile Kays kabilesi arasında 689’da yaşanan “Yevmu’l-Heşşak” (Yevmü’l-Arâkım, Yevmü Sincâr; Heşşâk Savaşı) burada cereyan etmiştir. “Taraflar Tellü’l-Heşşâk’da Havanın kararmasına kadar süren savaş sonrasında karargâhlarına çekildiler. Ertesi günü de sabahtan akşama kadar savaş devam ettiyse de taraflar, havanın kararmasıyla birbirlerinden ayrıldılar.” Gündüz sürüp gece ara verilen bu savaşın sonunda EmevÎ yanlısı Tağlib kabilesi galip gelir.
Muâviye b. Ebû Sufyan’ın şairi Kâ‘b b. Cuayl et-Tağlibî’nin de mensubu olduğu Tağlib kabilesi, daha sonra “Musul topraklarında Dicle’nin batı yakasında kalan Kuheyl mevkiinde yapılan şiddetli savaşta” rakiplerine yenilecektir.
Savaşlar böyledir, galibi yoktur, bir yenersin bir yenilir…
Bu yüzden, sözü savaşlar üzerinden sürdürmenin bir anlamı yok.
Belki şu kadarını konu edinebiliriz, savaşlarda verilen zayiatı; verilen canları, alınan yaraları, bereleri…
Cümlemi eksik söyledim, şairler bu kadarını konu edinebilir, edinmelidir.
*
Yaşadığı yahut tanık olduğu ölüm kalım mücadeleleri karşısında Muâviye taraftarı şair Kâ’b b. Cuayl’in nasıl bir tavır sergilediği bu anlamda merak konusudur. Bî-taraf olmadığını sanıyorum, zira kabileci bir zihniyetle etiketli olduğu ortada.
Geçip de Haşşâk nehri kenarında ayın nehre yansımasına şiirler yazacak değil ya! Keşke öyle yapsaydı!
*
Savaş ve akrabası haller karşısında bugünün şair piyasası ne âlemde? Doğrusu bir vasattan söz etmek mümkün değil: Ya taraftarı olduğu mensubiyet ağının körleştirici ortamında debelenip duruyorlar yahut da içine daldıkları havuzda boğulup gidiyorlar…
Her halükârda fillerin tepişmesine yakıt taşıyorlar…
Oysa onca can yangını yaşanıyor tepişmeler sırasında. Nice bin mazlumluk ortaya çıkıyor. Gönüller yaralanıyor, kalpler kanıyor…
"Yeni Emevi çağında, tâbiyetlerini hoşnut kılacak sözleri biteviye çiğneyen ve dişleri arasından şehvetengiz "oh"lar fışkıran şuaradan ne bekliyorsunuz?" diye bir soru sorabilirsiniz bana. 
Peki, derim, ya ötekiler?
Demek ki bütünüyle ifsat olmuş bir güruhla karşı karşıyayız.
Akılların iptal, şuurların iflas ettiği, ötekiyle berikinin aynı çiftlikte serkeş kesildiği bir vasat...

Haşşâk seyri bir yana cesetlerin üstünde şiir kokluyor şuara...



BİR OF...

Türküdeki ‘bir of’un yerini
‘Bin ah’ aldı eminim…
Bunun’çin karşı dağlar değil yıkılan
Ankara’dan İstanbul’a
Başkentler dökülüyor.


Ankara, 27 Eylül 2019


19 Şubat 2020 Çarşamba

NASILSINIZ?

11

soylu sabrımıza ne edebilirsiniz?
ki  karadır kanlı dişleriniz, ısırsanız: çakallığınıza diyeceğimiz; doğrudur, yok!?
biliyoruz kin ve nefret duygularımızı, boşuna değil elbet...
bir parça et, alın o kadar da kan, çıkıp gitsin bizden, size... ya sonra?
sonra birikir bilenmişliğimiz, bir güzel depreşme belirir, büyür keskinleşerek özgürlüğe  türkümüz , dağlar gibi...
olur bir gün sığmayız o görkemli bedene, nasıl bir coşkuyla taşarız ama?
köpürür içimizin alevi, sarar her bir yanı heyecan dalgaları, kabarır fırtınalarımız...
görkemli bir şenlik alır bizi, savurur oradan oraya, ne kahkahalar, ne şamatalar, ne günler geceler süren kutlu zafer anları, ne ilkbahar doğumları ah...
umutluyuz, sözün ve eylemenin sahibi çünkü bizimle...

adıyla O’nun

Likâ Edebiyat, S. 11 (1 Şubat 1999), s. 1.