Zaman zaman okuma maceram sorulur. Kimi zaman eş dost, kimileyin okurlar…
Özellikle şu soru: Nasıl okurum?
Amaçları nedir, niçin benim gizli dünyamı öğrenmek isterler, bilmem. Yeni
bir yöntemin, kendilerininkinden farklı bir serüvenin peşine mi düşmüşlerdir?
Olabilir. Öyle ya, soru sahipleri genellikle okur yazar takımındandır. Bunlar
arasında kimi dergiciler, gazeteciler de bulunur ki maksatları baştan bellidir:
Mevkutelerine malzeme devşirmek…
Ne cevap veririm böylesi hallerde? Hiç! Bayanlar, beyler! Herkesin
kendisine özgü bir okuma biçimi vardır, olmalıdır, haydi bakalım, işinize bakın
derim…
***
Geçenlerde bir sebeple son günlerde okuduklarımı, okuya durduklarımı sanırım
biraz da övüngenlik olarak algılanabilir şekilde, umuma açık bir ortamda sayıp
dökmüş bulundum. Beni bin bir pişmanlık sınırlarına hapseden bu tavrımdan
sonra, işbu yazıyı yürürlüğe sevk etmek mecburiyet halini aldı.
Böylece, bana eski zamanlardan beri, nasıl okuyorsunuz sorusunu soranlar da
muratlarına ermiş olacaklar.
“Bol okumalı bir aşkın yolcusuyum çocuklar!”
Bir zamanlar böyle bir mısra söylemiştim. Mecazî bir okumayla ilgiliydi bu
mısra. Niçin böyle demiştim, şiir tahlilcileri merak etsin, işleri ne?
***
Gelin ben size ilginç bazı okuma hallerimle ilgili ayrıntılardan haber
vereyim.
Mesela küçüklüğümde, yüksek ağaçlarla donanmış köyümde elime ne geçerse
okurdum. Her gün evime giren bir gazetem vardı. 1970’lerde bir dağ beldesinde
günlük gazete bulmak ancak bana nasip olmuştur, babam sayesinde. Anıyorum
rahmetle.
Sanırım bu gazete yetmezdi bana. Döne dolaşa okuduktan sonra, yeni okuma
materyallerinde olurdu gözüm. Aylar, hatta mevsimler önce çöpe atılmış gazete
yahut kitap parçalarını çer çöp arasından alır, tozundan çamurundan arındırır,
okur, okurdum…
Hele yazları… Gurbetten döndüğümde… Yatılı mektebi salimen bırakıp
geldiğimde… Nohut, bakla yahut patates tarlasında veya buğday biçerken… Dağ
yamaçlarındaki tarlalarda… Çalışmaya ara verir, mola verir, her bir arada, her
bir molada ne varsa o gün heybemde okunacak, başlardım okumaya. Bakın nasıl?
Siz hiç kocamaya yüz tutmuş palamut ağacının görmüş geçirmiş gövdesi üstünde
(gölgesi altında demeyeceğim o ayrı bir hikâye) yahut göklere uzanmış bir çam
ormanı içinde gözünüze kestirdiğiniz bir çamcağızın zirveye yakın bir
tepesinde, Ağustos mevsiminde hem de, çocukça hayaller kurarak kitap okuyan
birisini gördünüz mü? İşte o bendim!
Dağlara çıkardım, çobanlık yapardım
bir de… Önceki günlere ait gazeteler olurdu elimin altında. Yaşlı çoban
arkadaşım Bayram Amca şöyle seslenirdi bazen bana: “Ecevit! Oku bakalım şu gazeteyi,
ne olmuş memlekette!”
***
Okumalarımın bir kısmı zor haller içinde olmuştur. Mesela tıklım tıklım
öğrenci dolu otobüslerde. İnciraltı’ndan Buca’ya her sabah ve her akşam, her
biri bir saate yakın süren otobüs yolculukları… Ayakta, omzumda o günün ders
kitapları, defterler, bir elimde yol boyu okuyacağım kitap, diğer elimle
düşmemeye çalışıyorum. Ama okuyorum…
Şimdilerde (2010) işe gidiş geliş
saatlerim tam bir okuma bayramıdır. Makam (servis diyecektim) şoförüm her gün
aynı güzergâhı kolaçan edip dururken, ben çantamdan çıkardığım bir okuma
nesnesine teslim olurum.
Okuma makamlarımın arasında sayabileceğim mutena mekânlardan birisi de
trenlerdir. Çok kitap okudum trenlerde. Özellikle son yıllarda Bursa (2018 ve sonrasında ise Ankara)
metrosunda. Bu metro okumalarım arasında kimi aşırılıklarım da olmuştur.
Sabahleyin bindiğim bir metrodan, bir kitabın canına okuyarak, günün ilerleyen
saatlerinde inerek… Tabii metro hattını beş on kez dönüp dolaştığım, maceramı
bir uzun yol yolcusu havasında tamamladığım unutulmamalı…
Buraya kadar okumayla ilgili bir takım hususi hallerden bahsettim. Nasıl
okuduğum sorusuna cevap verebildim mi, hayır! Bu yüzden, yarın bir gün bu
soruyla muhatap kalırsam şaşmayacağım. Konuyla ilgili anlatabileceğim yeni
şeylerim olacak elimde, bunu tahmin ediyorum. Buna nasıl inandırayım sizi?
Şöyle diyeyim haydi, eğer yeni bir okuma eyleminden bahsedemezsem, canıma
okurum!
(İlk kez 1 Nisan 2010 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder