Yahut aksi bir durumdan mı bahsediyordu, mesela, “Al işte, her şeyimle
buradayım! Bak ve beni anla! Hadi ne duruyorsun? Lâkaytlığının verdiği acı ve ıstırabın bir
sonu yok mu?” diyordu!
Görünen o ki, bu ‘tablo’nun nasıl okunacağını tayin etmek, büyük bir emeği
gözden çıkarmak anlamına geliyordu.
‘Tablo’ mu dedim? Biraz düşünmek lâzım. Sıkı bir muhakeme, güçlü bir
mukayese… Ortada canlı kanlı bir çerçeve var, buna rağmen ‘tablo’ göstergesini
dilime dolamaklığım neyin nesi? Hayır, çünkü fırça darbelerini hatırlatan bir
arzı endam duruyor karşımda, buna ne demeli? Öyleyse onu bu şekle büründüren
aslî gücü çözmeliyim? İçten gelen bir darbe mi var, biz bilmiyoruz? Yahut bir
‘numara’ çekiliyor da farkına varmakta zorlanıyoruz?
Bütün bunlar için, zaman ister. Zaman ise sınırlayıcı. Oysa, onun boşa
geçirecek bir anlık vakte bile tahammülü yok gibi. Bizim zamana oynamaya dönük
bir niyete yönelmemiz onu kesinlikle memnun etmeyecek.
Bakın, tahakküm etmeye çalışıyor dünyaya!
Tabii ki onun dünyasına dönük bir haliniz varsa, bu baskının tazyiki
altında yok olmaya mahkûmsunuz.
Aslında her şey sizin elinizde: Cezbeye gelmeyip, teğet bir çizgiyle
karanlığı yarabilirsiniz.
Aksi durumda, teslim bayrağının
rengi suratınıza kara bir leke olarak yansıyacaktır.
Demek ki mesele cazibelide değil, sizde! İçinde bulunduğunuz dünyada!
Bünyenizde ne barındırıyorsunuz, cevher mi curuf mu?! Son hamleniz buna bağlı…
Ben zulme tezgâh açmış “tablo”yu temelinden sarsmaya yetecek bir poz
verdim.
Pılı pırtısını toplayıp acı ve ıstırap çeker bir vaziyette giderken
cazibelinin söylediği son sözler ne oldu dersiniz?
“Şimdi o pozu vermenin sırası mıydı?”
(İlk kez 10 Nisan 2008'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder