“Mermer ‘tezgâh’” Evet, tezgâh kavramını, toplum olarak, anlam
genişlemesine uğratmış, gerçek anlamı dışında, “tuzağa düşürme” anlamında
kullanmışız. Eskiden tuzaklar kalın iplerle, ağaçlarla, demirlerle yapılırken,
şimdi de mermerden yapılıyor. Herkes birbirini tezgâha getiriyor. Hem de mermer
tezgâha…
Cevat Akkanat yeni bir toplumsal yaraya parmak basmakta, özel günler
ibaresiyle. Ben de birkaç ilaveyle bu özel günlere değineyim: doğum günü,
evlilik günü, nişan günü, sevgililer günü, mezuniyet günü, analar günü, babalar
günü, altın günü, kadınların özel günü, filan, filan, filan… Her güne bir
hediye… Ne diye yaşıyorsak diğer günleri…
En iyi insan ölü insandır; ne bir şey ister, ne bir şey söyler. Bu yüzden
kabir ziyaretleri en iyi ziyaretler olur. Hele bir de mermer ve bakımlı
mezarlarsa… Ziyaret eden evlat, en hayırlı evlattır.
Yazıda nasihat konusuna da değiniliyor. Cabi Efendi gibiler her zaman
nasihat verirler. Nasihat vermekle iyi mi yaparlar, kötü mü? İyi de yaparlar,
kötü de… İyi yaparlar; “insanın bir eşref, bir de eşek saati vardır”, derler.
Eğer eşref saatine denk getirilip ya da o saat oluşturulabilinirse, insan
umulmadık değişimler geçirebilir. Bu toprakla yağmurun birbirini arzulaması
gibi bir şey... Kötü yaparlar; “Nasihat verini rahatlatır.” Aslında hiçbir işe
yaramaz nasihat. Bundan kendine pay çıkaranlar (istisna hariç) olsaydı, yeryüzü
cennet olur, peygamberlere, önderlere, âlimlere de gerek kalmazdı.
Akarsular doğal göletler oluşturur; göletler hem çok berrak, hem çok
temizdir. Bu göletlerden ister içer, ister yıkanırsınız. Göletle oynarsanız,
hem suyu bulandırır, hem kirletirsiniz. Gereksiz yenileşme ve değişim bunun
gibidir. Cabi Efendinin, marangozun mermer tezgâhını eleştirirken, esas amacı
bu diye düşünüyorum. Bir toplum yeniliğe ve değişime açık değilse, o toplumda
gelişme olması da beklenemez. İşte buradaki dozu iyi ayarlamak gerekiyor.
Bu yazı herkes tarafından dikkatle okunup, kişisel sorguların yapılması
gerektiği kanaatindeyim.
“Üç Süleyman” yazının başlığını okuyunca, üç Süleyman’ın kimler
olabileceğini düşündüm. Aklıma Hz. Süleyman, Kanuni Sultan Süleyman, Süleyman
Demirel geldi. Hz. Süleyman’ın gücü ve yetenekleri… Kanuni Sultan Süleyman’ın
Viyana kuşatması sırasında hasta olmasına karşın, atına binip ordunun başına
geçmesi ve kapitülasyonlarla Fransızları başımıza bela etmesi… Süleyman
Demirel’in rahmetli Teyo pehlivan gibi kırk yıl palavra sıkması ve bu sıktığı
palavraların palavra olduğunu söylemesine karşın, sürü psikolojisi ile peşinden
gidilmeye devam edilmesi…
“Üç Süleyman” yazısını okudum. Divan şairlerinin Süleyman’ı, Orhan Veli’nin
Süleyman’ı, Cemal Süreya’nın Süleyman’ı… divan şairlerinin Hz. Süleyman’dan söz
ettikleri kesin; Hz. Süleyman’a takdir ve hayranlıklar var. Ayrıca Hz.
Süleyman’ın özellikleri de… Orhan Veli ve Cemal Süreya’da hangi Süleyman’dan
bahsedildiği belli değil (fark etmediğim bir şey varsa, okuyucu ve yazardan
özür diliyorum). Orhan Velinin Süleyman’ı günlük hayatta tanıdığımız her hangi
bir Süleyman. Ayağındaki nasırdan ve bu nasır vurmadığında Allah’ı
hatırlamadığından, borcu harcı olan yoksul bir adamdan söz ediliyor. Şiirin
sonunda da bu enteresan ve zorunlu anımsama bir türküden alınan iki dize ile
sonlandırılıyor. “Ölüm Allah’ın emri / Ayrılık olmasaydı”
Önce ben de Cevat Akkanat gibi düşündüm; acaba Orhan Veli Hz. Süleyman’ı
kastetmiş olabilir miydi? Çünkü “nasır” kavramı ayaklarda ölü derinin artması
ve ayakkabı giyilince diken batmasını andıran bir hisle yürümeyi
zorlaştırmasıyla biliniyor. Oysa bu kavram Arapçada “yardımcı, yardım eden” anlamında
kullanılıyor. Buradan yola çıkarak, acaba Orhan Veli şiirinde Hz. Süleyman’ı
kastediyor olabilir miydi? Yine de bir bağlantı kuramadım. Cemal Süreya ve
Süleyman ilişkisinde de durum aynı…
Ben Cevat Akkanat’ın “Süleyman” adının, dünya görüşü İslami çizgide
seyretmeyen iki şairin şiirlerinde geçmesinden duyduğu rahatsızlığı dile
getirdiği düşüncesindeyim. Bu açıdan Cevat Akkanat haklı; yalnız toplumu
genellersek, çok azı Müslüman olmayan ve kendi kültürel isimlerini kullanan
kimseler var. Diğerleri İslami isimleri kullanmakta... Bu durumda gerek Orhan
Veli, gerekse Cemal Süreya bu toplumu şiirlerine konu ettiklerinden bu tür
isimleri de kullanmak durumundaydılar. Mehmet, Mustafa, Mahmut, Ahmet peygamber
efendimizi, Ali, Hasan, Hüseyin, Cafer, Sadık, Kâzım, Zeynel, Abid gibi isimler
imamları ve ehl-i beyti, Musa, İsa, Nuh, Âdem, İdris, Davut diğer peygamberleri
çağrıştıracaktı… Ben diyorum ki, isimlere çok takılmamak gerek, esas olan
söylenenlerin ne kadar şiir olup olmadığı…
“Harlı ’ arlı ’ , menfur ‘ arsız ’ …” Yazar bu yazıda da yine bir duygu
tercümanlığında bulunuyor. Arlı ve arsız karşılaştırması ile…
Yıllarca “Arlı arından korkar, Arsız neyinden korkar “ ya da “arlı arından
korkar, arsız kendinden korktu, sanır” Her ikisinde de arlı korkak, arsız cesur
durumunda, oysa daha önce de bir hadis zikretmiştik : “Haksızlık karşısında
susan dilsiz şeytandır.” O halde arlı hiçbir şeyden korkmayacak. Çünkü arlının
korkması gereken, Allah’ın yasaklarına ters düşmek… Başka bir korku arlı için
söz konusu olamaz. Olursa, korkaklık olur, “… Dilsiz şeytan …” lık olur. Bu
yazıyı okuyun ki, şerefle şerefsizliğin çatışmasını göresiniz.
“ Birlik “te mi bir “Harada“ mı? Başlıklı yazıda toplumsal yara haline
dönüşen Kürt- Türk ilişkisi ve bundan kendine yarar sağlamaya çalışan hem
taraflı, hem tarafsız, yani kendi tarafında olanların değerlendirilmesi
yapılıyor.
İhtiraslar insanları çeşitli zamanlarda, farklı nedenlerle karşı karşıya
getiriyor. Türk boylarının asırlarca birbirleri arasında süren savaşları;
Uygurlar Türkmenlerle, Oğuzlar Avarlarla, Kırgızlar Özbeklerle, Kazaklar
Tatarlarla sürtüşüp durmuşlar. Selçuklular, Azeriler, Harezmîler, Osmanlı ve
Cumhuriyet… Hep biz kurduk, biz yıktık. Nedenine bakın; İhtiras… İki Müslüman
ülke, iki Türk ülkesi neden savaşır? Yönetici kadronun ihtirasından kaynaklanan
emellerini gerçekleştirmek için.
Cumhuriyet öncesi batıya karşı verilen din kökenli savunma… Çanakkale,
Balkan savaşları, Rus savaşları… İslam’ın yaşam mücadelesi… Ne Kürt var, ne
Türk… Müslüman olarak verilen yaşam savaşı… Edirne’de, Çanakkale’de yatan
Çukurcalı, Niceli, Başkaleli, Nusaybinli, Batmanlı şehitler… Edirne’de,
Çanakkale’de Kürt mü vardı ki, bu insanlar gidip, orada şehit oldu. Kürtlük
için, Türklük için ölene şehit denir mi, acaba?
Kürt ve Türkler neden Trablusgarp, Yemen’de öldüler. Peki, onlara şehit
denir mi?
O günlerde birlikte ölen o insanlar, bu gün neden birbirlerini
öldürüyorlar? Ölenler mi kârlı, öldürenler mi? Yoksa bunları birbirlerine
kırdıranlar mı? Onlar kim? Neden bu kadar tahrik ediliyorlar ve neden bu iki
dost, arkadaş ya da kardeş tahrik sahiplerini sevindirmekte birbirleriyle
yarışıyorlar.
Cenab-ı Allah için “Üstün olanınız, O’na en yakın olanınızdır” denmiyor mu?
Kim üstün şimdi; Kürtler mi, Türkler mi? Takva ve üstünlük kimde? Üstünlük
birbirlerini kırmaları için ortalığı bulandıranları sevindirmek mi?
Okuyun, düşünün, bakın ve görün…
“Mat” : Milli aydın tipi kendini savuradursun. Yazar İstanbul ve Ankara
karşılaştırması yapıyor.
Politikada ağır taşları yerine oturtmak kolay değil, zaman almakta, bunlar
yerine oturana kadar, yerini başka unsurlar tutar, işte bunlara “emanetçi”
denir. Gerçekten başkent mantığına bakınca, tıpkı bu politika benzerliği gibi
Ankara, İstanbul yanında emanetçi başkent durumunda… Ekonomi İstanbul, sanat
İstanbul, sergi İstanbul, spor İstanbul, Türkiye’nin yönetim payının onda biri
İstanbul, sanırım geriye ve Ankara’ya bir şey kalmıyor. Meclis ve kulis Ankara,
bir de yazarın dediği gibi Çankaya…
Gelelim aydınlığa ya da aydınlara: “Geceniz aydın olsun” , “Gününüz aydın
olsun”, “Günaydın” gibi temenni ya da dileklerimiz var. Peki, aydınımız var mı?
Ne kadar aydınımız var?
Aydın, yalnız kendini değil, tüm çevresini aydınlatarak, insanlığın
sıkıntısız yürümesini sağlar. Oysa bizde aydınlar ya da aydın olduğu bize
kabullendirilmeye çalışanlar neyi aydınlatıyor. Kur’an’da bozgunculardan:
“Onlar karanlık bir gecede, şimşek ışığında yürümeye çalışanlar gibidir. Şimşek
çaktığı anda bir iki adım atar, kalakalırlar” diye bahsediliyor. Kendini
aydınlatamayanlar bizi nasıl aydınlatacaklar… Olsa olsa, gelip giden
iktidarların himmetine sığınıp, üç beş kuruşa çalışan marabalardan başka
nedirler?
Yazar “Milli Aydın Tiplemesi (MAT)” diyor. Gerçekten de “MAT” kendine,
nefsine, iktidara, paraya yenilen aydınlar… Cenab-ı Hak bize kendi
aydınlığından versin, yoksa bunlar aydınlığı bile karartanlar olacaklar.
“Hazırlık maçı” adlı yazının üniforma kısmına biraz değinmek istiyorum:
Bizde toplum olarak üniforma korkusu var (her ne kadar son yıllarda bu duygu
biraz azalmış görülse de). Asker, polis, doktor, hemşire, ebe, zabıta korkusu.
Uçak personeli Erzurum’da çok yaygın olmadığından korku yeterli değil, gemi ise
zaten yok, dolayısıyla korkusu da yok. Bunca üniforma korkusu bize ne
kazandırdı? Hiç… Üniformaya... Halkı, asker azarladı, polis azarladı, doktor
azarladı, hemşire azarladı, zabıta azarladı, ebe azarladı ve bunlardan cesaret
alan (tabiri caiz olsa da olmasa da) kendini bir boktan sayan kapıcı ve
temizlikçiler bile azarladı. Paran varsa, veriyorsan, insan muamelesi
görüyorsun. Yoksa kaldırım taşında gezinen salyangozdan daha az değerlisin.
Rahmetli Özal’ın en sevdiğim yanı, medyayı genişletip, bu arsız toplulukların
nasıl insanları hor gördüklerini bize gösterdi. Az da olsa, aralarında utanma
duygusu kalmış olanlar, tavır ve davranışlarını değiştirdiler. Utanmak
erdemdir. Utanmayı bilmeyen insan, aklın alamayacağı kadar kötü şeyleri bulup
uygular. Bir toplumu bitirmenin iki yolu; dilini ve dinini bozmak… Çünkü her
din ahlak üzerine kuruludur. Ahlaksız bir din yoktur.
Umut ediyorum ki, üniformalılar arada bir üniformalarını çıkarır ve
üniformasız birileri olarak, başka üniformalılarla karşılıklı iletişimde
bulunurlar. O zaman üniformanın doğru kullanılmadığında bir cendereden farkı
olmadığını anlarlar… Çünkü makam zayıf insanlara, güçlü insanlar da zayıf
makamlara güç verir.
“ Yeni özgürlükçü sivil diktatörler!” Yazar internet ortamındaki edebi
oluşumlardan söz ediyor. Kurulan bloklar, siteler ve onlara hükmeden editörler…
Aslında bakıyorum da, yazılı basınla sanal basın arasında çok da fark yok.
Bakın ilginç bir gözlemimi anlatayım: Tarihi hatırlamıyorum, ama Enver
Aysever’in hazırladığı “Aykırı Sorular” adlı programı seyrediyordum. Enver
Aysever, yaptığı ilginç tespitler, sorduğu ilginç sorularla ilgimi çekmiş ve
beni de programını seyretmeye zorlamış birisi. Konuğu Hilmi Yavuz… Son yıllarda
entelektüel duruşundan sıkılmış olmalı ki, stüdyo makyajını cemaat elleriyle
yaptırmaya başlamış olan Hilmi Yavuz, Enver Aysever’le aralarında geçen
konuşmada çok özel bir tespit yapıyordu. Her gazete, dergi, radyo ve TV aktüel
bir program yaparken ya da bu konulara yönelik yazı yazarken, “kırmızı hat”
denilen bir hat çizer ve bu hattın dışına taşan unsurlara yer veremediklerini
söylemekte, bunu da o medya kuruluşunun doğal hakkı olarak ileri sürmekteydi
Sayın Yavuz. Bir Milliyet gazetesinde, bir Cumhuriyet gazetesinde nasıl ki lâik
düzene aykırı bir yazı yayınlanamıyor ve burada çalışan köşe yazarları buna
uymak zorunda kalıyorlarsa, Zaman gazetesi ve bu çizgide hareket eden medya
unsurları da dinsel konularda aynı özeni göstermekten geri kalmadıklarını
söylüyordu. Görülüyor ki, sanal basında da, yazılı basında da durum aynı; belli
kimseler ilke koyar, diğerleri uygular. Hatta bazıları konulmak istenen
ilkelerinde üzerinde kendilerini görürler ve bu ilke uygun, bu ilke uygun
değil, diye ilkeleri bile belirleyenleri belirlemeye çalışırlar. Yazar, bence
şunu söylemekte; Hilmi Yavuz gibi yazma yoluyla ailesini geçindirmek zorunda
olmayan bir insanın sarı, kırmızı hat gibi askeri mantıkla, istediğini değil,
istenileni ve beklenileni yazması hiç de şık değil.
“Marko Paşa” Yazar Cevat Akkanat bu yazıda “Marko Paşa” tarihçisinden,
kimliğinden, büyüyüp serpilmesinden söz ediyor. Yeri gelmişken ben de modern
“Marko Paşa” lardan söz edeceğim; gerçi siz bu paşaları zaten tanıyorsunuz.
Cevat Akkanat’ın üç “Makro Paşa” sına üç yeni sima ve üç yeni yorum… I.
Marko Paşa, devr-i Ecevit ve güçlü koalisyon tarafından IMF’den devşirilmiş ve
ülkede önemli bir kariyere sahip olmuş ve getirenlerce ülkeyi önemli bir
kariyere taşımaya namzet kılınmıştı. Taşıdı mı? Taşıdı. Türkiye’yi aldı IMF’ce
uygun görülen yere taşıdı. Kim memnun, kim değil? Takdir bizim, sizin, onların.
Yani isteyene istediği tarzda düzenlenmiş takdir… Bu takdirlik Marko Paşa kemer
sıktırmaktan bel koptu, otorite koptu, ekonomi koptu, Marko Paşa koptu, denize
daldı.
II. Marko Paşa “Büyük Ekonomik Kriz” i milat sayarsak, milattan sonra
I.Tayyip döneminde IMF’den devşirilen Marko Paşa, I. Marko Paşa’nın mirasını
devralıp hayırlı bir evlat olarak bıraktığı yerden çalışmalarını sürdürdü. II.
Marko Paşa’nın yanında ülkeye un, mısır ve pastörize yumurta sunan eski bir
külhanbeyiyle… Derken deli dana, akıllı tavuk, teknolojik mısır ve undan oluşan
yeni bir ekonomik model… Biz kalkınmayalım, kim kalkınsın bire gafiller, eller
bize, biz de kendi çıkardığımız toza bakıyoruz. Amerika ve Avrupa Birliği sevgi
ve şefkatini kazanma azmi ve gayreti içinde…
III. Marko Paşa, II. Marko Paşa’nın dış ilişkilere atanması sonucu, yine I.
Tayyip tarafından, yine IMF’den devşirilme… Hayli iyiye giden ekonomi artık
gözle görülecek durumda. Her yerde altı yüz, yedi yüz bin TL yukarısı araçlarda
görülen, üstü pahalı kumaş ve ipeklerle örtülü boya sandıkları… Ne taşıdığı /
taşıyacağı bilinmeyen, yeni satın alınmış gemiler, duvarları, kapıları,
pencereleri ve sıvaları yoksul bir adamın elbiselerini andıran, kira öder gibi,
üç daire fiyatına bir daire verilen meskenler. Bütün bu sömürü düzenini meşru
gösterme yolu olarak sığınılan, “Şükrümüzü bilmiyoruz, ülkede yok yok,
elhamdülillah” dedirten III. Marko Paşa ve ben… Bunca güzel şeyi görmeyen… Bu
güzelliklerin devamı için destek vermeyen… Ben ne işe yararım ki, on iki
Eylül’de, ikinci on iki Eylül’ü onaylamak için sandık başına gitmekten başka…
Siz farklı bir Marko Paşa okumak ve öğrenmek için Marko Paşa adlı yazıyı
mutlaka okuyun.
“Fransız kalmak”… Bakıyorum da, ne kadar da Fransız kalıyoruz her şeye.
“Fransız kalmak” deyimini yazar gerçeğinden çok daha güzel açıkladığı için bu
konu üzerine yorum yapmanın uygun olacağı kanaatinde değilim. Yalnız nelere
Fransız kaldığımız üzerinde biraz duralım, istiyorum. Çocuklarımızın eğitimi –
politikacılar çocuklarını yabancı okullarda ve yabancı memleketlerde
okuttuklarından böyle bir dertleri yok. Bu dert bizim - çocuklarımızın
güvenliği, çocuklarımızın sağlığı, çocuklarımızın ekonomik teminatları, eriyip
giden sağlıklı tarım ve hayvancılık, can çekişen köylü, kemer sıkan şehirli,
veresiye defterinin yerini alan kredi kartları hezimetleri, kırılan dökülen
eşyalar ve yerine konamayan kırık onurlar, terk edilen eşler ve bütün bunları
dinin bir emri gibi kabullenmemizin istenmesi… Bizim şükrümüzü bilmediğimizin
tespiti… Birilerinin işine gelmediği için, bizim de işimize gelmeyen
davranışlarımız… Ve bütün bunlara Fransız kalmamız… Akıl almaz yanlarımızı boş
beyinler alabiliyor böylece. Ne mutlu bize. “Ne mutlu Türküm diyene.” Ne mutlu
Fransız kaldım diyene.
“Ölü kokusu” yazısında Cevat Akkanat Dostoyevski’nin “Karamozov Kardeşler”
romanını bütün toplumlar açısından yorumluyor. Romanda kendilerine bile fayda
sağlayamayan cansız varlıklardan nasıl medet umulduğu vurgulanıyor. Hatta
canlıların yediği naneler, ölülere yazılı ve sözlü şikâyetler olarak gidiyor.
Ben yeri gelmişken “ölü kokusu sinmek” ya da “ölü toprağı serpilmek”
deyimlerine değinmek istiyorum: Her iki deyim de, bir kişi ve toplum için
kullanıldığında bezgin, yılgın, bitkin, sorun çıkarmayan, isteneni düşünmeden
yapan (cyborg gibi) garip varlıklar olarak anlam kazanıyor. Hareket,
değişkenlik ve çeşitliliğin bittiği bir toplum… Yönetilenin yönetene kayıtsız
şartsız boyun eğdiği bir toplum… Toplumda sosyal çıkıntı diyebileceğimiz
çeşitli varlıkların da pürüzlerinin giderilmesi için, türlü yollar kullanılıp,
onların da üzerine “ölü toprağı serpilmiş” bir duruma getirilen bir toplum… Bu
toplum hangi toplum? “Kim beş yüz bin lira ister?” yarışmasının final sorusu gibi,
değil mi?
“Kahraman şüphe” başlıklı bu yazıyı “Filozof Köpek”le başlatıp, kahramanlar
dizisini muhayyilemizde seyrettiriyor Cevat Akkanat. Yazıyı okuyunca, ne kadar
çok kahraman var, kahraman olmayan samimi duygularla okuyup, samimi duygularla
yazanlar… İşte bir kaç kahraman: Ülkesinin geleceğini sarıktan fese çevirerek
yücelten kahraman… Avrupa’ya bilim için gidip Fransızlaşan kahramanlar… Her
türlü yazı ve şiirlerinde Fransız hayranlığını sayfalarca anlatan kahramanlar…
Yeniden giysi, yazı, kültürü değiştirmek için yıllarca çabalayan kahramanlar…
Tek partiyi tek iktidar yapmak için uğraşan kahramanlar… Amerika ile el ele,
gönül gönüle Kore’ye çıkarma yapan kahramanlar… Cumhuriyete karşı cumhuriyeti
koruduğunu söyleyip, durmadan darbe yapan kahramanlar… Kendi vatandaşlarının
öldürülmesini, kendi geleceklerinin teminatı olarak gören ve sorun çıkaracak
olanları yok eden kahramanlar… Musul ve Kerkük hayalleriyle Amerikan önünde
takla atan kahramanlar… Kapris ve hırsızlıklarını birbirleriyle yarıştıran kahramanlar…
Bozulan ekonomiyi düzeltmek için ithal yardımlarla bizleri düzelten
kahramanlar… Düzeltilmekten hoşlanan, devamlı farklılık arayan ve düzeltenlerin
devamlı kılınmaları için çaba gösteren kahramanlar… IMF’yi ikna etmek için çaba
gösteren kahramanlar… IMF’nin bize sunduğu kahramanlar… “Zeytini bir yıl ekin,
bir yıl ekmeyin. O zaman zarar etmezsiniz” diyerek çiftçi ve köylüsünü çok
sevdiğini gösteren kahramanlar… Hiçbir şey yapmasa bile muhalefete laf sokan
kahramanlar… İktidarı nasıl eleştireceğini bilmediği için, halkın gözünde
sürekli iktidarı yücelten muhalif kahramanlar… Davos’ta moderatöre çatan ve biz
duygusal topluluk gözünde uzay mekiği gibi yükselen kahramanlar… Medyayı türlü
baskılarla kontrol altına alıp, güllük güneşlik bir ülkede yaşadığımızı
göstertmeye çalışan kahramanlar… Sendikaları işlevinden uzaklaştıracak türlü
tedbirler alan ve sosyal uyumsuzluğa yol açabilecek ortamları temizleyen
kahramanlar… Bu ortama zarar vermeyecek muhalefetler hazırlayıp, ortamın
devamını sağlayacak alt yapıyı hazırlayan kahramanlar… Eeee, bunlara karşı
çıkan vatan hainleri ve anarşistler…
“Amerikan’ın uykusu kaçtı” adını taşıyan bu yazıyı okurken hiçbir şey
söylemek istiyorum. Ayı türleri ve özelliklerine değinen bu yazının tılsımını
bozmamak için mutlaka okuyun, diyorum.
“Katiller ve yazarlar” adlı yazıda Dostoyevski’nin “Karamozov Kardeşler”
romanındaki baba katili Dimitri’nin yazar ve şairler hakkında düşündükleri,
bizdeki yazar katilleriyle bunların katilliğinden nemalananlar
karşılaştırılıyor. Ayrıca yazarlarla yazarlar da… Karşılaştırma mükemmel… Kürt,
Türk, Ermeni ya da başka bir millet… Kavmiyet sıkıntısı… Boka basanın ayağı
boklanır… Ben de yeri gelmişken (gelse de, gelmese de çok önemli değil) katil
çeşitlemesi yapayım: Düşünce katilleri, hayvan katilleri, siyaset katilleri,
dürüstlük ve onurluluk katilleri, konuşma katilleri, yazı katilleri, çocuk
katilleri, bebek katilleri, kadın katilleri, namus katilleri, ekonomi
katilleri, kültür katilleri, din katilleri, insanlık katilleri filan, filan, filan…
“Supprimons armées d’occupations!” ben ecnebi dillerini pek bilmiyorum, bu
yüzden cümle hangi dilde, onu da bilmiyorum. Fransızcaya benziyor. Ne anlama
geldiğini kitabı okuyunca öğreniyorsunuz.
Ben, esas şunun üzerinde durmak istiyorum: İşine gelen her millet
muhayyilelerindeki hedefe ulaşmak için ne gerekiyorsa, onu yapıyor; çocukları
kullanmak dâhil… Çanakkale savaşını kaybetmeye başlayan Avrupa, hemen bir
yaygara başlatıyor; Osmanlı çocukları savaştırıyor (bu bilgiyi, bu yazıda
bulabilirsiniz). Oysa Avrupa’nın kendisi Çanakkale’de Yeni Zelandalı ve
Avustralyalı Anzak çocuklarını kullanmıyor mu? Toplumlar güçlerini ve sosyal
yapılarını kullanarak kendilerini savunmaktalar. Erkekleri ölmüş / öldürülmüş
toplumlar savunmalarını ya kadınlara, ya çocuklara indirgeyecekler. Her toplum
Avrupalılar gibi ahlak çöküntüsü içinde, erkekler ölüyor diye kadınlar telim
olacak ve kendilerini peşkeş çekecek değiller. Kimler, ne kadar kendilerini ve
yakınlarını savunarak ölmeleri gerekiyorsa, o kadar savunup ölecekler. Ahlaksız,
onursuz, dinsiz yaşamak kokmuş bir leşten başka bir şey değildir.
Evet, çocukları koruyalım, savaş ve kavgadan uzak tutalım, ama toplumları
hor görmekten, sömürmekten vazgeçerek.
“Kırmızı kart kime?” Bana olmasın da kime olur olsun. Biraz bencilce bir
cümle, değil mi? Nasrettin Hocaya karısı sormuş: “Hocam kime görünüp, kime
görünmeyeyim?” Hoca cevap vermiş: “Bana görünme de kime görünürsen görün.” Ne
alaka, diyeceksiniz. Her şeyde illa bir alaka aramak gerekmiyor.
Her şeyi öylesine top oyunlarına bağlıyoruz ki, polis operasyon yapıyor,
topla ilişkilendiriyoruz. Bir edebi yazı yazıp, topla ilişkilendiriyoruz. Bir
dostumuzu görsek sevincimizi top sevinciyle ilişkilendiriyoruz. Acaba ölümü de
gol yemek ya da bitiş düdüğü olarak mı sembolize edeceğiz? Gerçi Cenab_ı Hak
Kur’an’da surdan söz ediyor. Biz de düdük olarak algılıyoruz. Bu da bitiş
düdüğü mü oluyor, ne dersiniz?
Yazar bu yazıda bir internet kredi kartı çetesini “Kırmızı kart” adını
verdiği bir baskınla çökerttiğinden söz ediyor. Ve insan eğer yazma arzusuna
yenik düşerse, bulamayacağı konu, yazamayacağı yazı yoktur. Sabır vardır.
Sabır; bana göre zaman kollama, uygun anda harekete geçme demek. Yoksa her
tehlike karşısında korku ile susmak ve karşı koymamak, yani katlanma, tahammül
demek değildir.
“Gaz bilgisi” bu yazı tahsil düzeyi ileri olmadığı anlaşılan bir egzoz
ustası ile yazar arasında geçen, motor ve egzoz konularını içeren bir sohbetten
ibaret. Yalnız, gerek benim, gerekse Cevat Akkanat’ın söylemek istediklerimizi
egzoz ustası “Pehlivan” lakaplı kişi, bilge bir tavırla, egzoz ve yapısının
rejimle karşılaştırılmamasını istiyor. Bunu söylerken bile, söylediklerinin
temelinde nelerin yattığını vurguluyor. Bilgisiz görülen bilgeler, diyorum ben
bu kişilere.
Bir menkıbe de ben anlatayım konuya ilişkin: Erzurum’da bir vali yardımcısı
ile arkadaşı makam odasında otururken, bir köylü arz-ı halini anlatmak için
kapıyı tıklayıp, içeri girer. Başında şapka vardır. Makam sahibi içeri giren
şahsı kovar: “Dışarı çık, başını aç, sonra gel. Haydi bakalım! Dışarı…”, der.
Köylü tam çıkacakken döner ve: “Vali bey, bu şapkayı bana Mustafa kemal
taktırdı. Sen kim oluyorsun da açtırıyorsun. Efendi sen değilsin, efendi benim,
sen benim için çalışansın”, der.
Olan bitenin sonu önemli değil, önemli olan insanın kim olduğunu bilmesi ve
nerede olması gerektiğini, zaaflarına meydan vermeden (nefsine kanmadan) karar
vermesi gerektiği...
“Ateşin Türklerle imtihanı yahut Türkleşmek istidadı!” Ben bu yazıyı Cevat
Akkanat’ın birilerine “laf sokmak” için kaleme aldığı düşüncesindeyim. Hatta
şunu söyleyeyim ki, laf ulaşması gereken kişilere yakın temas içinde, tabii
lafın muhatapları üzerine ölü toprağı serpilmemişse…
Bu yazıda şu tespit yapılıyor: Birçok yazar ve şair inandıklarını değil,
pirim yapacak konuları kaleme alıyorlar. Ben sosyalist düşüncede bir yazı
yazacak olsam, düşüneceğim; Ataol Behremoğlu zaten yazıyor, onu okuyan beni
okumaz. Dini konuda yazsam, din felsefesinde Süleyman Hayri Bolay, meal
konusunda Ali Bulaç, Muhammed Esed, tefsir konusunda Seyyid Kutub, Mevdudi,
sosyoloji konusunda Ali Şeraiti yazmakta. Hangi konu zayıf, diyelim ki,
ırkçılık, kavmiyetçilik, milliyetçilik… Bunlara inanıyor muyum, hayır. Peki,
niye yazıyorum? Beni ancak bu kesin okur, çünkü konuya ilişkin yazı yazacak
kişi ya az, ya yok. Turgut Özakman niye yazsın, bir çılgınlık yaparak.
Bitpazarının nurlarına bakıyorum da, onlar inandıkları için ışık saçıyorlar.
Onların düşünceleri ister doğru, ister yanlış, ister güzel, ister çirkin… Ama
samimiler ve inandıkları için inandıklarını yazıyorlar. Mehmet Eminler, Ziya
Gökalplar, Rıza Tevfikler, Mehmet Akifler, Halide Edipler, Reşit Rahmetiler ve
daha birçok isimler…
“Altıncı Filo, Abraham Lincoln, Çakal Carlos…” Doğrusu bu yazıyı okuyana
dek Çakal Carlos’un Müslüman olduğunu bilmiyordum (cahilliğime verin). Altıncı
Filo’yu 68 kuşağı döküntüleri olarak bilmememiz mümkün değil. Abraham Lincoln’a
gelince, adı bana bir Yahudi adını anımsatmakta. Gerçek Yahudileri tenzih
ederek şunu söylemek istiyorum ki, Yahudilik sömürü ve kölelik üzerine
oturtulmuş bir sistem. Abraham Lincoln köleliği kaldırdığını söylüyor. Köle;
gücü bitmeyecek kadar varlık istihdamıyla yaşamasına izin verilen insan. Şimdi
de aynı değil mi? Asgari ücret diye hayatta kalmayı zar zor karşılayacak kadar
bir getiriyle insanlar köleleştirilmiyorlar mı? Bu durum Amerika’da da olsa
aynı, Türkiye’de de.
Çakal Carlos hayran olduğum birkaç militandan biri. Birkaç isim sayalım;
Turgut Alp, Mustafa Çelebi, Cem Sultan, Şah İsmail, Köroğlu, Robin Hut, Hacı
Murat, Şeyh Şamil, Ömer Muhtar, Ernesto Che Guavara, Seyyid Kutub, Ali Şeraiti,
Şamil Basayev, Mustafa Kırımoğlu (Cemiloğlu), Elçi Bey, Yusuf Alptekin, Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, Abdullah Çatlı, Çakal Carlos. Bu adı
zikredilenlerin ne için hizmet ettiklerinden çok, inandıkları uğruna yılmadan
gösterdikleri çabalar önemli. Birçoğuyla aynı dünya görüşünü paylaşmadığımız
apaçık ortada.
Gelelim Altıncı Filo’ya: Yazarın da dediği gibi, Amerikan filosu iki kere
İstanbul’u ziyaret etmiş. Üçüncü de Kıbrıs çıkarmasını engelleme amacıyla
Akdeniz’e gelmiş. Halkın değil, iktidarların kadim dostu. Ne iktidarlar
çıkarıyoruz, istemediğimiz her şeyi yapıyorlar. Biz yine de seçmeye devam
ediyoruz. İşte istendik bir halk. Kalk ve kendine bak. Ne görüyorsun? Ne
gösteriyorsun?
Futbolun spor olması dışında, bu işi tıpkı bir kumar makinesi ya da İtalyan
mafyasına getiri sağlayan ya da kara para aklamaya yarayan yanlarını
düşünürsek, bu işin bu kolunu sürdürenlerle Abraham Lincoln arasında bir fark
olmadığı görülüyor. Abraham Lincoln, zenci kölelere hangi bakışla bakıp,
özgürlük veriyorsa, bu işin başındakiler de seyirciyi aynı gözle görüyorlar
gibi geliyor bana. Ya size…
“Kadehlerinde kan var” Gerçekten Charles Dickens tarafından yazılan
mükemmel bir roman “İki Şehrin Hikâyesi”. İş ehline bırakılmadığında ya da işi
ehli yapmadığında neler olduğu / olacağı anlatılıyor. Korkunç bir yüzleşme bu
roman. Charles Dickens kendisiyle, toplumuyla, geçmişiyle yüzleşecek kadar
cesur. Ya biz… Devamında ve sosyal yapı karşılaştırmasını Cevat Akkanat bu
yazısında zaten yapıyor. Bize düşen yazıyı okumak…
“Sümerbank fakültesi ‘hurda teferruat’ kütüphanesi” Kütüphanelerde yaşlanmayı,
tozlanmayı kendilerine benzeyenlerle sürdüren kitaplar, devlet birimlerinin
kütüphanelerini süsleyen kitaplar, okunmadıkları için en az eskiyen ve kitap
değerini anlayan bir adamın (Peter Kraus) yok olmaktan kurtardığı kitaplar konu
ediliyor bu yazıda. Bizim yakın zamanlarda geri dönüşümden kurtulabilen
Sümerbank kütüphanelerinin okuyucuya kavuşan kitaplarıyla karşılaştırıyor
yazar. Bu tutumun bir hüznü ve kırgınlığı var, yani kitapların değerinin
anlaşılmaması.
Bu tür kitaplar geri dönüşüme gitmemiş de sahaflara ulamışsa, bu aslında
sevindirici bir şey, çünkü okuyacak birileri mutlaka olacak. Bakın eskiden
İslam âlimleri okunmayan kitapların okuyacak olanlar tarafından ödenecek bedeli
karşılanamıyorsa, çalınarak okunmasının caiz olacağına karar vermişler. Aslında
bu konu araştırılmaya değer, bu yazı da okunmaya.
“Meyinos kütüphanesi: Fayklı biy fahyanayt döytyüz elli biy” bu yazı da
Cevat Akkanat kitap katillerinin tarihi gelişimine değinmekte, gelişen bilim ve
kültür tarihinin nasıl yok olup gittiğini anlatmakta. Yazı gerçekten
etkileyici, ibret ve ürperti verici boyutlarda… En acımasız olanları ise Sezar
gibi, Semerkand, Bağdat, Şam, Harezm, Buhara gibi kültür şehirlerinin
kütüphanelerini yaktıran Cengiz gibi (yazıda yer verilmemesine rağmen) ve kitapları
yaktırmasa da Bulgaristan’a hurada kâğıt fiyatına Osmanlı arşivlerinin
satılmasını umursamayan Mustafa Kemal gibi dünyanın hayranlığını kazanmış
kimselerin böyle bir çirkinliğe bulaşmaları, olayın vahametini ortaya koyuyor.
Bizlerin de bu katilliğe seyirci kalmaktan öte, alkış tutmamız ve onlar adına
minareye kılıf uydurmamızın hiçbir tutarlığı ve affedilir yanı yoktur. Cevat
Akkanat’ın da yazısında belirttiği gibi “birilerini aklamak” çabasıyla,
birileri birilerinin kirini örtmek için, kendi kirlerini kullanıyor. Kir kiri
örter mi? Aynı zihniyet, umut ediyoruz ki, “Milli Kütüphane”yi ve diğer şehir
kütüphanelerini, aynı mantık ve sevimli maskeler takıp dolaştıkları çirkin
çehreleriyle, yakıp yıkıp hurdaya vermezler.
“Romantik müdahale” Basit bir kurgunun nasıl yapılabileceği bu yazıda
gösterilirken, bir yazarın roman ve öykü üzerindeki hâkimiyetine de değinilip,
toplumsal sorunların nasıl kurgusal bir yaşantıya aktarılması gerektiğini ve
aktarıldığını örneklerle gösteriliyor. Gerçekten Gogol’un “ Palto” ve “Burun”
hikâyeleri öteden beri benim de ilgimi çekmiştir. Hem romantik müdahale, hem de
Gogol’un yapıtları okunmaya değer.
Ben bu arada şunu söylemekte yarar görüyorum: Bir yazar, Tanrı’nın
yeryüzüne yaratıcı sıfatıyla yansıyışıdır. Yaratıcı yarattıklarının
hareketlerine, duygularına müdahale etmez. Yol gösterecek sebepleri de ihmal
etmez. İyi ve kötü hayatı temin yaşayanlara aittir. Yazar yapıtına sınır
getirmelidir, çünkü getirmezse, koskoca bir dünya ve bitmeyen bir roman
yazılmaya başlanır.
Görünmeyen pislikleri görünen temizleyicilere göstermek zaten bir yazarın
asli görevidir. Bunu “İki Şehrin Hikâyesi”nde Charles Dickens ne kadar muhteşem
anlatıyor, insanın iğrençliğinin çıplak görüntüsü, bedava mal dağıtımlarında ve
yağmalanacak malların yağmalanma esnasında bütün korkunçluğuyla ortaya çıkıyor.
Çare ne? “Bilenler bilmeyenlere anlatsın.”
“Tilki kafası” yıllar akıp gidiyor, zaman bahrinde akmayan ne var.
Teknolojik öküzlerle uzay tarlalarını sürmeye ya bugün, ya yarın başlarız, diye
düşünüyorum. Acaba teknolojik öküzler, uzay tarlalarını sürmekte bizi mi
kullanacaklar? Çünkü kullanmayan kalmadı entel emelleri doğrultusunda bizleri.
Aklıma bir de “Maymunlar Cehennemi” geliyor. Acaba oradaki bilim maymunları da kendilerinin
insandan evrimleşerek dönüştüğü teorisini bulmuş ve kabullenecek bir maymun
kitlesi oluşturmuşlar mı?
İnsan tuhaf bir varlık; on beş dakikada on beş farklı dünya kurup yıkıyor.
İyiki tanrılık özelliği cüz’i durumda, külli durumda olsaydı, canımızın
sıkıldığı her varlığı türlü şekillere sokmaya kalkardık. İçimizdeki insan,
dışımızdaki insanın türlü farklılıklara götürmekle getirmemek tereddüdü
yaşatıyor. Sahi tilkiyle kafaları değişsek ne olur? Tilki şair, Osman
politikacı olur mu? Politikacılara inat… Burada “Tilki kafası”yla hızlı
değişkenlikler üzerinde duran yazarın düşüncelerine renk katmak istedim. O
kadar… Ben de ıslıkla çalmayı çok sevdiğim birkaç dize bırakayım:
“…
Yoksulun sırtından doyan doyana
Bunu gören yürek nasıl dayana
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana
Bilmem söylesem mi söylemesem mi
Mahzunî Şerif’im dindir acını
Bazen acılardan al ilacını
Pir sultanlar gibi darağacını
Bilmem boylasam mı boylamasam mı”
“Solgun kağıt yüzleri” Eskilerin “dumansız ateş” dedikleri aşk bu olsa
gerek: Bir geçmişin sahibi tarafından yakılıp, yok edilmesi… Bu bir erimek mi,
planlı bir intihar mı, yoksa geleceğe paslı aletler taşıyıp kirletmekten
korkmak mı? İnsanı yoruyor “geçmiş” dediğimiz ayrıntılardan kurtulmaya çalışma
hareketleri. Ne zor, ne hüzünlü… Yaralı bir adamın pansumanı gibi hem sevinç,
hem acı veriyor bu durum. Cevat Akkanat’ta bu mevsimsel gribin yorgunluğunu
taşıyor bu yazısında. Bu arada bana da yaşatıyor. Okuyun bakalım siz neler
hissedeceksiniz?
“Ferd” lik bilinci, başlığını taşıyan bu yazıda müfredatsız bir eğitim ve
müfredatlı bir eğitim karşılaştırması yapan yazar, gönlümüzden geçenleri
söyleyerek kitabı bitiriyor.
Türlü karmaşalara sebep olan eğitimimizin en başarılı devrimi veya yeniliği
öğrenci merkezli oluşu. Doğal ve yapay maddesel yapılaşma kanunlarında en
güçlü, en bilgili, en işlevsel olan merkezde, diğerleri onun çevresinde yer
alır. Güneş ışık ve ısı kaynağı, ortada, gezegenler ve uydular güneşin çevresinde…
İnsan merkezde diğer canlılar onun çevresinde… Peygamberler merkezde insanlar
onların çevresinde… Doktorlar merkezde hastalar onların çevresinde… Aynı mantık
içinde bizim milli eğitimde öğrenciyi merkezde öğretmeni onların çevresinde
topluyor. Çünkü öğretmenlerin öğrencilerden öğreneceği ne kadar çok şey var.
Yıllarca toplumların, devletlerin, âlimlerin yaptığı salaklığı tespit eden
milli eğitim, bir düzenlemeyle öğrenciyi merkeze yerleştiriyor. Merkezdekiler
zamanı geldiğinde bilgilerini kullanarak, ülkede neyi nereye
yerleştireceklerini de bilirler, sanırım.
Sanırım bu dünya böyle… Sorunlar, tespitler, çözümsüzlükler, özümsüzlükler,
okunmayan, hurdaya bırakılan kitapların, yakılan kütüphanelerin ahı tuttu
herhalde. Yazarlar, eller cepte, kırık gönül gezerler. Biz de iki kitap
arasında bir çay içelim mi be dostum?
4 Ağustos 2010 – Ankara
(İlk kez şurada yayımlanmıştır:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder