Çocukluk bahçesinden bahsedeceğiz,
öyle mi?
Dağlardan, kırlardan, ırmak
boylarından… Arpa, buğday, nohut tarlalarından… Çam, ardıç, palamut ağaçlarıyla
örülü orman denizlerinden…
Kurttan kuştan… Börtüden böcekten…
Çalı, çırpı, dal, budak…
Çobanlık, ırgatlık…
Ve bütün bunların içinde oyun,
oyuncak…
1964 doğumlu birisi, kendisiyle
ilgili ilk hatıraları hangi tarihlerden itibaren biriktirir? 1970, hadi biraz
da hayal meyal, inelim aşağıya: 69, bir ihtimal 68…
Kireç Işıklar. Dursunbey’in bir dağ
köyü. Ülkenin hangi batısında olursa olsun, ücra, yalnız, unutulmuş… Yolsuz,
susuz… Elektrik ne arasın, rüyasını kurmak imkansız? Telefondan haberdar olmak
bir yana mektupların gelip gidişi bile efsane?
Oyun faslına buradan başlamak
gerekiyor.
Evet, babam taşıyor mektupları.
Trenle ve dolayısıyla şehirle bağlantısı olan tek adam. Demiryolu işçisi. Her
sabah dört kilometre yolu giden, sekiz dokuz saat kazma kürek, yurdu “demir
ağlarla” ören, sonra yine dört kilometre geri, köyüne, evine, çocuklarına dönen
babam, kafasında tasa, sevinç, kaygı, hüzün, sırtında terden sırılsıklam olmuş
atlet, elinde sepet ve sepetinde sefer tası, sofra bezi, yumurta, soğan, ekmek
ve oğullarının eli değince mutlaka sürpriz sevinç çığlıkları attıran nice
şeyler taşırdı. Bizi çığlıktan çocuklar haline döndüren bu sepet, bilmem her
akşam gelmesi beklenen babanın, biz çocuklarına takdim ettiği esrarengiz bir
oyuncak kabul olunur mu?
Babamın dört kilometre kuzeydeki
Mezitler İstasyonu’ndan köye gelişi, mevsimine göre, meradan köye çobanlar
eşliğinde dönmekte olan inek, keçi, koyun sürülerinden hemen önceye veya
sonraya denk düşerdi. Akşamın bu ânını yaşamak için, hangi oyunlarımı feda
ederdim, onlara değineceğim. Fakat heyecanlı bekleyişin de bir tür oyun
olduğunu benden başka kim hesaba katar ki?..
Babamın bekleyeni sadece ben
değilim. Maşıngada pişirilmiş tavşan kanı, çam odununda ısıtılmış ve babamın
sırtına konulacak havlu ve…
Ve mektup bekleyenler… Babamın
posta treninden alıp getirdiği mektupları ben dağıtıyorum. Haftada iki üç kez
tekrarlanan bir görev. Sadece dağıtmak da değil, mektupları muhataplarına
okuyor, hatta “kestane kebap acele cevap” tekerlemesinin esrarengiz havasına
girenlerin arzusuna binaen, oracıkta mukabil mektubun kâtipliğine başlıyorum.
Karşılığında badem, ceviz, yumurta, iğde, incir veriliyor. Diyebilirim ki benim
oyun-oyuncak listemde bu mektupçuluk vazifem ve vazifemi ifa sırasında elde
ettiğim “sermaye” önemli bir yere sahiptir.
Müvezziliğim mektupla sınırlı
sanılmasın, yanı sıra ekmek de dağıtırdım! Şöyle: Babam, genellikle
şehirli olan ve kara ekmek yiyemeyen öğretmenlere her gün birkaç tane akça
ekmek getirirdi. Tabii bu ekmeklerin tadını biz de iyi bilirdik. Neyse,
sayıları ikiyi geçmeyen öğretmenlere ekmeklerini ben götürürdüm. Sahi,
ekmeklerin yanında gazete de bulunurdu. Bu dağıtıcılığın tören havasına
bürünmüş bir oyun olduğunu söylesem kim ne karışır?
Öğretmenler Günaydın veya Hürriyet
okurken, bizim gazetemiz Tercüman olurdu. Okumayı söktüğüm günlerden itibaren,
tercümanım Tercüman gazetesi idi. Spor sayfasından başlar, Galatasaray
haberlerini hatmettikten sonra, sayfaları başa doğru çevirirdim. Ahmet Kabaklı,
Ergun Göze, Yavuz Donat ve diğerleri. Gazetenin İnci ilavesi. Hele İnci’de
yayımlanan Asteriks. Bu arada, spor sayfasından kestiğim GS’li futbolcuların
fotoğraflarını badem ağacının gövdesinden topladığımız zamkla defterlere
yapıştırır, hasılı ölümsüz albümler oluştururdum…
Köyümüz süt tozlarına ve Massey
Fergusonlara pazar oldu, olacak… Amerikan kültürü işgali hayatımıza etki etmeye
başladı, başlayacak… Yahut, zaten var olan manzarayı biz yeni fark ediyoruz.
İşbu gelişmeler sonucu, sabahları okulda süttozundan mamul sıvıyı içsek de,
evlerimizdeki inekleri ihmal etmiyoruz. Çünkü süttozundan yoğurt ve ayran üretmemiz
imkânsız. Bu kimyasal olarak mümkün müdür bilmem, fakat süttozu sadece okulda
bulunuyor. Şu halde okullu olmanın gündeme getirdiği milli günlerde yoğurt yeme
yarışmasında kullanılacak yoğurtları kendi ahırımızdaki Sarı Kız veya
Mercan’dan temin etmemiz gerekecek… Yoğurt yeme yarışı resmî bir alan içinde
oynandığından memleketin hemen her tarafında bilinmektedir kanaatindeyim.
Gözleri bağlanan çocuklar, tahta kaşıklarla içine para atılmış bir tabak
yoğurdun hakkında gelmeye koyulurlar. Parayı bulan gözündeki perdeyi çözüp
birincilik şarkısı söyleyebilir. Bu tarz okul oyunları arasında çuvalda yürüme,
yumurta taşıma gibi yarışmalar da vardır. Çuvalda yürüme, şeker çuvalının içine
giren çocukların belli bir mesafeyi düşe kalka gidip gelmeleriyle sınırlı bir
oyundur. Tabii en az düşen, en hızlı giden, menzile daha önce varacak ve
birincilik ipini göğüsleyecektir. Yumurta yarışı da belli bir mesafeyle
sınırlıdır. Yarışmacı, sapını dişleri arasına yerleştirdiği kaşığın üstüne
okkalı bir yumurta koyar. Hizaya dizilir. Başlama düdüğüyle birlikte hizayı
bozma etkinliğine girişir. Yumurtayı düşüren elenecek, sağ salim getirip
götürenler derece yapacaklardır. Bu resmî bahçe oyunları genellikle haşarı
sayılan çocukların ilgi alanına girerdi.
Peki yukarıdan beri anlattığım,
bazısı oyun kılığına sokulmuş yaşantı dilimleri, bazısı da okulda oynanan
oyunlar bir tarafa, bugün benim oyunlarım ve oyuncaklarım diye başka nelerden
söz edebilirim?
Üç tekerli tahta yürütecimi ilk
sıraya yerleştirmem gerekiyor, zira oyuncak olarak da kullandığım bu küçük
vasıtayla hâlâ hayali oyunlar oynarım. Minik tekerleri ve çıta diyebileceğimiz
nitelikte hafif üç beş tahtadan imâl edilmiş yürütecim, şimdiki plastik
adaşlarına hiçbir yönüyle benzemezdi. Yürüme talimine başlayan bebek, şimdikiler
gibi belinden yürütece mahkum olmaz, onu arkasından tutar, itelemeye çalışırdı.
Tek zorluk, henüz kollar güçlenmediğinden, kıl kilimlerin üzerinde yapılan
patinajdı.
Biraz ayaklanıp da ev dışına
çıktığımda, ki mevsim bahardır, beni tahta tekerli çırçır arabam, değnekten
atım veya karpuz kabuğundan kamyonum beklemektedir. Tahta tekerli arabamın
çırçırı elbette küflenmeye yüz tutmuş bir tenekeden kesilmiş, tekere temas
edecek şekilde, arabanın sapına çivilenmiştir. Değnekten atım daha sadedir. Bir
orman köyünde onu elde etmek için herhangi bir işlem yapmaya gerek yoktur. Avlu
içinde veya sokak ortasında ele gelen ilk ağaç dalı müthiş bir attır.
Bacaklarınız arasına alır, başlarsınız koşmaya: Dıgı dıg dıgı dıg dıgı dıg…
Başka çocuklar da at sahibi olmuş ve sizinle birlikte seyirtmeye başlamıştır.
Aslında başlayan yarıştır. Hangimizin atı daha hızlı gidiyor. Yani kimin
bacakları daha çevik!
Mevsim yaz ise bacakların değnek
atlar yardımıyla sınanmasından sonra ele alınacak oyuncak bellidir: Karpuz
kabuğu! Tercihen ikiye bölünmüş ve içi damak zevkine hibe edilmiş karpuz,
şimdiki çocuklara acaba ne çağrıştırır, bilemeyiz. Bizim kamyonumuz kendilerini
tebessüm ettirse bile, onlar adına sevineceğiz. Fakat günümüzün yaramazlarına
şunu da hatırlatalım, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmine ilhamı
biz verdik. Bir rivayete göre, o günlerde bilmem hangi vesileyle Tavşanlı’dan
köyümüze gelen Ahmet Uluçay amcamız, yıllar sonra çekeceği filmin ilk
hikayesini, bizim içine taş toprak doldurup iple çektiğimiz karpuz kabuğu
kamyonlarımızı görünce oracıkta yazmaya başlamış!
Beni bu konuda ciddiye
almayabilirsiniz: Ahmet Uluçay’ın bizden esinlenmesi film hikayesiyle sınırlı
değildir! Rivayetin devamı şöyledir: Kendileri sinema sanatına dair ilgiyi
1970’lerin ortasında bizim 80 hanelik köyümüzde edindi! Efendim şuraya gelmek
istiyorum, biz çocukların en büyük keyfi sinema idi. Şaşırdınız değil mi? Beni
farklı itham ve ifhamlarla karşılamanıza diyeceğim bir şey yok. Koskoca şehirde
bile zor bulunur sinema, başka meydan bulamadı da sizin köye mi kurdu tezgahını
deme hakkına sahipsiniz tabii ki. Neyse, sadede gelmek icaptandır: Poker (Recep
Amca) Batı Almanya’da çalışan bir köylümüzdür. Kendisi her daim yeni, farklı ve
ilginç işler yapmak ile şöhret yapmıştır. Yazları tatil için köye geldiğinde bu
marifetlerini sergilemekten büyük keyif almaktadır. Keyfiyetlerinin en önemlisi
bu sinemacılıktır. Orak ve harman mevsimine denk düşen tatilini sanki dört başı
mamur bir hizmeti gerçekleştirmek için kullanmaktadır. Poker’in üç beş yıl süren
sinemacılığı, nerede ve nasıl icra ettiği ise ayrı bir hikayedir: İlk yıl,
Gölcük’teki evinin bahçesine çarşaftan bir perde çekmiştir. Seyirciler için en
özel oturak topraktır. Otur, uzat ayaklarını, seyret perdede akıp süren
gölgeyi. Sonraki yıllarda tahtadan oturaklara oturtmayı planlamış, nispeten
başarılı olmuştur. Fakat biz çocuklar, aynı bahçedeki kuyu suyunda soğutulmuş
Cincibir gazozlarımızı, haşlanmış mısırlarımızı, ay çekirdeklerimizi toprağa
oturarak yiyip içmeyi tercih ederdik. Poker’in Gölcük’teki bahçe sinemasına
girmek için de bir dizi işlem gerekirdi. Balıkesir’de bir matbaaya mı bastırdı
bilmiyorum, fakat koçanlı biletlerimiz olurdu. Girişler için bir ikinci yol,
çalı çırpıyla (geven) çevrilmiş bahçeye gizlice atlamaktır, fakat ben bunu hiç
denemedim. Recep Amca’nın, bu konuda vukuatı olanları birkaç kez yaka
paça dışarı attığına ise haliyle şahitliğim olmuştur. Burada, çocukluk
günlerinde yaşadığım sinema şenliği ile ilgili olarak söyleyeceğim bir başka
husus, Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney, Hulusi Kentmen, Gökhan Güney, Tarık Akan,
Yıldıray Çınar, Filiz Akın, Fatma Girik… saymak doğru mu sanki, Yeşilçam’ın
bütün kadrosu köye ilk adımını, bizim Poker amcamızın bu bedelsiz hizmetiyle
atmıştır. 2005 yılında dünya sinemasından ahiret sahnesine göç eden Poker’in
çocukluğumuza kattığı renkli atmosferin bedeli nasıl ödenir? Rahmetle
anıyorum.
Çocukluk imkansızlığı kabul etmez.
Hele oyuncak konusunda. Ortamına göre hemen bir şeyler icat edilir, hayata yeni
bir zevk getirilir. Çitlek çiçeğinden fırfırım, çam kozalağından topacım,
kızılcık dalından yayım, okum… İmkansızlığın mağlubiyete sürüklendiği
zamanların oyuncakları değil de nelerdir bunlar? İşte, yaz ile güz arasında,
harman sonunda, latif rüzgârların ömre ömür kattığı ikindi üstü vakitlerinde
adına çitlek dediğimiz ağacın kurutulmuş tohum kozası (yaprak değil, fakat
meyvesi denilebilir), tam ortasından delinir, öne gelecek tarafı kalın olan bir
ağaç dalına takılır ve koşulur. Fırfır döner, ayaklar koşar. Gözler hem
fırfırda, hem yoldadır. Serüven diğer çocuklarla kapışılan yarışa dönüşebilir.
Ardıç tohumu patlatan patlangaç
yapmak için de özel bir ağaca ihtiyacımız vardır. Fakat her ne yapılır, edilir,
köyün beş kilometre kadar güney doğusuna düşen Bükler’den, içi kolay oyulabilen
ağaç bulunur… Ucu taşa vurularak püsküllü hale getirilen bir kızılcık çomağı
ise düzeneğin pompasıdır. Kurşun mu? Silahımızın adından belli: Ardıç tohumu
patlatırız biz!
Plastik düdükler ve musiki
aletlerinin vakti bize yetişmiştir, fakat hayır, bunlar soğan cücüğünden veya
ilkbahar tazesi ağaçların dalından yapıp öttürdüğümüz düdüklerin kıymetini
hiçbir zaman tutmamıştır. Soğan cücüğünün ince zarından çıkan iniltiyi veya
suyu yeni yürüyen bir ağaç dalından birkaç çakı darbesiyle üretilen düdüğün
sesini anlatmam mümkün değil.
Anlatılması imkansız olan sadece bu
sesler mi? Hasbelkader dünyanın merkezine düşen çocuk için tanıma, tarife,
velhasıl anlatıma sığmayacak oyun ve oyuncaklar sınırsızdır. Bu sınırsızlık
hemen pek çok insanın bile, evet bunu ben de biliyorum diyebileceği oyunlar
için de geçerlidir. Mesela çelik çomak oyunları, kiremit oyunları, taş oyunları
(beş taş ve yanı sıra çizgi üstünde oynanan üç taş, dokuz taş, on iki taş,
dama), top oyunları (her tür top’lu oyun: istop, yakar top, futbol), çivi
saplama, bilez (yöresine göre adı değişir: bilye, misket, cicoz)… Bu oyunlar
hakkında da yaşanmış onlarca hayat sahnesini zihin dünyamızda canlandırıp
durmaktayız kuşkusuz. Fakat biz, sıkça oynanan, çokça bilinen bu
oyunlarla ilgili “izleri” bir tarafa bırakıp, haklarında fazla malumat
bulunamayacak diğer “topluluk” oyunlarından bahsedelim. Bunlardan ikisi kazık
(gazık) ve sıramandır… Dik bir yamaçta oynanan kazığın alet edevatı sağlam ve
bir tarafı sivriltilmiş bir ağaç dalı (çelik) ile çocuk sayısınca kalın süvenlerden
(kalın sopa) oluşur. Toprağa dikilmiş çeliğin başında bir çocuk ebe olarak
durur. Diğer oyuncular ellerindeki sopaları sırayla bu çeliğe atarlar. İsabet
ettirildiğinde her oyuncu sopasını almak için koşar, ebe çocuk da çeliğin
peşine düşer. Ebe değişimi, sopasını en son ve ebeden sonra getiren oyuncuyla
gerçekleşir. Nişan alış, güç, çeviklik, hız, avcılık gibi pek çok özelliği
barındıran bu oyun çoğu kez sert tartışmalar, hatta kavgalarla biterdi.
Genellikle oyunu seyreden bir büyük çocuk, aralarında mücadele yaşayan küçük
oyuncuları bir yolla kavgaya tutuşturur, seyrine seyir katardı. Sonu genellikle
dövüşle biten bir diğer oyun sıraman ise karşılıklı iki takım arasında
oynanırdı. Birbirinden ortalama yüz metre aralıkla konuşlanan her iki takım,
kendilerine ait yassı üçer taşı bulundukları mevkie dikerler, ardından ellerine
okkalı taşlar alıp, sırasıyla karşı ekibin hedefteki taşlarına atarlar.
Nöbetleşe atılan taşlar, rakibin hedef taşlarını tamamen ne zaman yıkarsa, oyun
biter. Bütün taşları ilk önce yıkan grup galiptir. Tabii galibiyet sevinci,
karşıdan gelecek itirazlarla yeterince tadılamayacak, iş hırgür aşamasına kadar
tırmanacaktır.
Takım oyunları arasında benim
favorim hangisidir? Bunu hepiniz biliyorsunuz. Zira, bir şiir kitabıma da ad
olmuştur: “Tan tan traska!” Oyunum hakkındaki malumatı söz konusu kitabımın ilk
sayfalarında verdiğimi söylemem gerekiyor mu?
Naylon topun yerini alan meşin
yuvarlak, mantar patlatmak için bükülmüş telden görevini alan mantar tabancası,
teker veya serum lastiklerinden devşirilen sapan… Bunları oyuncak olarak kabul
ettiniz, fakat şunlar neyin nesi: Kuş kapanı, el feneri, el arabası, el
radyosu? Doğrudur, bunlar başka işlerde de kullanılıyor, fakat hepsi aynı
zamanda birer oyuncak…
Peki güzide oyunlarımızın yavaş yavaş
bozulmaya başlaması, belki de yok olmaya yüz tutması ne zaman başladı dersiniz?
Köyde veya çobanlık yaptığımız dağ başlarında, gazoz kapaklarıyla oynadığımız
yutmaca (ütmece) veya çiklet artistlerinin sunduğu türlü oyun imkanları böylesi
bir tükenişin miladı olarak anılabilir mi? Bir ihtimal, fakat milat için kesin
ve keskin bir tarih vermek doğru olmaz. Öyle ya, o günlerde çivi çakılmış tahta
üzerinde, metal paralarla parmaklarıma oynattığım GS-FB maçlarını hangi oyun
grubuna dahil edebilirim? Şöyle ki, Gökmen, Cemil, Yasin, Didi... Hepsi çivili
tahtada metal para şeklinde gelip giderdi…
Şu halde, gazoz kapaklarının,
çiklet artistlerinin hayatımıza kattığı oyunlar diğerlerinden pek de ayrı
tutulamaz. Üstelik, büyüklerimiz tarafından “kumda oyna”mamızın yoğun olarak
tavsiye edildiği demlerde… Olay genellikle şöyle tezahür etmektedir:
Kendilerinden vakitli vakitsiz “yağlı ekmek” talep ettiğimiz büyüklerimiz, bizi
şu bildik adrese yönlendirirdi: “Hadi oğlum, kumda oyna!” Başının çaresine bak
demenin farklı bir tonu muydu bu? Evet, aç veya tok, fakat her halükarda kumda
oynardık. Oyunlarını kumda oynayarak büyüyen çocuklardık. Hâlâ
öyleyizdir.
(İlk kez Suhan dergisinin 14. [Oyuncak Özel] sayısında yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder