3 Ocak 2019 Perşembe

HADİ OĞLUM KUMDA OYNA!

Çocukluk bahçesinden bahsedeceğiz, öyle mi?
Dağlardan, kırlardan, ırmak boylarından… Arpa, buğday, nohut tarlalarından… Çam, ardıç, palamut ağaçlarıyla örülü orman denizlerinden…
Kurttan kuştan… Börtüden böcekten…
Çalı, çırpı, dal, budak…
Çobanlık, ırgatlık…
Ve bütün bunların içinde oyun, oyuncak…
1964 doğumlu birisi, kendisiyle ilgili ilk hatıraları hangi tarihlerden itibaren biriktirir? 1970, hadi biraz da hayal meyal, inelim aşağıya: 69, bir ihtimal 68…
Kireç Işıklar. Dursunbey’in bir dağ köyü. Ülkenin hangi batısında olursa olsun, ücra, yalnız, unutulmuş… Yolsuz, susuz… Elektrik ne arasın, rüyasını kurmak imkansız? Telefondan haberdar olmak bir yana  mektupların gelip gidişi bile efsane?
Oyun faslına buradan başlamak gerekiyor.
Evet, babam taşıyor mektupları. Trenle ve dolayısıyla şehirle bağlantısı olan tek adam. Demiryolu işçisi. Her sabah dört kilometre yolu giden, sekiz dokuz saat kazma kürek, yurdu “demir ağlarla” ören, sonra yine dört kilometre geri, köyüne, evine, çocuklarına dönen babam, kafasında tasa, sevinç, kaygı, hüzün, sırtında terden sırılsıklam olmuş atlet, elinde sepet ve sepetinde sefer tası, sofra bezi, yumurta, soğan, ekmek ve oğullarının eli değince mutlaka sürpriz sevinç çığlıkları attıran nice şeyler taşırdı. Bizi çığlıktan çocuklar haline döndüren bu sepet, bilmem her akşam gelmesi beklenen babanın, biz çocuklarına takdim ettiği esrarengiz bir oyuncak kabul olunur mu?
Babamın dört kilometre kuzeydeki Mezitler İstasyonu’ndan köye gelişi, mevsimine göre, meradan köye çobanlar eşliğinde dönmekte olan inek, keçi, koyun sürülerinden hemen önceye veya sonraya denk düşerdi. Akşamın bu ânını yaşamak için, hangi oyunlarımı feda ederdim, onlara değineceğim. Fakat heyecanlı bekleyişin de bir tür oyun olduğunu benden başka kim hesaba katar ki?..
Babamın bekleyeni sadece ben değilim. Maşıngada pişirilmiş tavşan kanı, çam odununda ısıtılmış ve babamın sırtına konulacak havlu ve…
Ve mektup bekleyenler… Babamın posta treninden alıp getirdiği mektupları ben dağıtıyorum. Haftada iki üç kez tekrarlanan bir görev. Sadece dağıtmak da değil, mektupları muhataplarına okuyor, hatta “kestane kebap acele cevap” tekerlemesinin esrarengiz havasına girenlerin arzusuna binaen, oracıkta mukabil mektubun kâtipliğine başlıyorum. Karşılığında badem, ceviz, yumurta, iğde, incir veriliyor. Diyebilirim ki benim oyun-oyuncak listemde bu mektupçuluk vazifem ve vazifemi ifa sırasında elde ettiğim “sermaye” önemli bir yere sahiptir.
Müvezziliğim mektupla sınırlı sanılmasın,  yanı sıra ekmek de dağıtırdım! Şöyle: Babam, genellikle şehirli olan ve kara ekmek yiyemeyen öğretmenlere her gün birkaç tane akça ekmek getirirdi. Tabii bu ekmeklerin tadını biz de iyi bilirdik. Neyse, sayıları ikiyi geçmeyen öğretmenlere ekmeklerini ben götürürdüm. Sahi, ekmeklerin yanında gazete de bulunurdu. Bu dağıtıcılığın tören havasına bürünmüş bir oyun olduğunu söylesem kim ne karışır?
Öğretmenler Günaydın veya Hürriyet okurken, bizim gazetemiz Tercüman olurdu. Okumayı söktüğüm günlerden itibaren, tercümanım Tercüman gazetesi idi. Spor sayfasından başlar, Galatasaray haberlerini hatmettikten sonra, sayfaları başa doğru çevirirdim. Ahmet Kabaklı, Ergun Göze, Yavuz Donat ve diğerleri. Gazetenin İnci ilavesi. Hele İnci’de yayımlanan Asteriks. Bu arada, spor sayfasından kestiğim GS’li futbolcuların fotoğraflarını badem ağacının gövdesinden topladığımız zamkla defterlere yapıştırır, hasılı ölümsüz albümler oluştururdum…
Köyümüz süt tozlarına ve Massey Fergusonlara pazar oldu, olacak… Amerikan kültürü işgali hayatımıza etki etmeye başladı, başlayacak… Yahut, zaten var olan manzarayı biz yeni fark ediyoruz. İşbu gelişmeler sonucu, sabahları okulda süttozundan mamul sıvıyı içsek de, evlerimizdeki inekleri ihmal etmiyoruz. Çünkü süttozundan yoğurt ve ayran üretmemiz imkânsız. Bu kimyasal olarak mümkün müdür bilmem, fakat süttozu sadece okulda bulunuyor. Şu halde okullu olmanın gündeme getirdiği milli günlerde yoğurt yeme yarışmasında kullanılacak yoğurtları kendi ahırımızdaki Sarı Kız veya Mercan’dan temin etmemiz gerekecek… Yoğurt yeme yarışı resmî bir alan içinde oynandığından memleketin hemen her tarafında bilinmektedir kanaatindeyim. Gözleri bağlanan çocuklar, tahta kaşıklarla içine para atılmış bir tabak yoğurdun hakkında gelmeye koyulurlar. Parayı bulan gözündeki perdeyi çözüp birincilik şarkısı söyleyebilir. Bu tarz okul oyunları arasında çuvalda yürüme, yumurta taşıma gibi yarışmalar da vardır. Çuvalda yürüme, şeker çuvalının içine giren çocukların belli bir mesafeyi düşe kalka gidip gelmeleriyle sınırlı bir oyundur. Tabii en az düşen, en hızlı giden, menzile daha önce varacak ve birincilik ipini göğüsleyecektir. Yumurta yarışı da belli bir mesafeyle sınırlıdır. Yarışmacı, sapını dişleri arasına yerleştirdiği kaşığın üstüne okkalı bir yumurta koyar. Hizaya dizilir. Başlama düdüğüyle birlikte hizayı bozma etkinliğine girişir. Yumurtayı düşüren elenecek, sağ salim getirip götürenler derece yapacaklardır. Bu resmî bahçe oyunları genellikle haşarı sayılan çocukların ilgi alanına girerdi.
Peki yukarıdan beri anlattığım, bazısı oyun kılığına sokulmuş yaşantı dilimleri, bazısı da okulda oynanan oyunlar bir tarafa, bugün benim oyunlarım ve oyuncaklarım diye başka nelerden söz edebilirim? 
Üç tekerli tahta yürütecimi ilk sıraya yerleştirmem gerekiyor, zira oyuncak olarak da kullandığım bu küçük vasıtayla hâlâ hayali oyunlar oynarım. Minik tekerleri ve çıta diyebileceğimiz nitelikte hafif üç beş tahtadan imâl edilmiş yürütecim, şimdiki plastik adaşlarına hiçbir yönüyle benzemezdi. Yürüme talimine başlayan bebek, şimdikiler gibi belinden yürütece mahkum olmaz, onu arkasından tutar, itelemeye çalışırdı. Tek zorluk, henüz kollar güçlenmediğinden, kıl kilimlerin üzerinde yapılan patinajdı.
Biraz ayaklanıp da ev dışına çıktığımda, ki mevsim bahardır, beni tahta tekerli çırçır arabam, değnekten atım veya karpuz kabuğundan kamyonum beklemektedir. Tahta tekerli arabamın çırçırı elbette küflenmeye yüz tutmuş bir tenekeden kesilmiş, tekere temas edecek şekilde, arabanın sapına çivilenmiştir. Değnekten atım daha sadedir. Bir orman köyünde onu elde etmek için herhangi bir işlem yapmaya gerek yoktur. Avlu içinde veya sokak ortasında ele gelen ilk ağaç dalı müthiş bir attır. Bacaklarınız arasına alır, başlarsınız koşmaya: Dıgı dıg dıgı dıg dıgı dıg… Başka çocuklar da at sahibi olmuş ve sizinle birlikte seyirtmeye başlamıştır. Aslında başlayan yarıştır. Hangimizin atı daha hızlı gidiyor. Yani kimin bacakları daha çevik!
Mevsim yaz ise bacakların değnek atlar yardımıyla sınanmasından sonra ele alınacak oyuncak bellidir: Karpuz kabuğu! Tercihen ikiye bölünmüş ve içi damak zevkine hibe edilmiş karpuz, şimdiki çocuklara acaba ne çağrıştırır, bilemeyiz. Bizim kamyonumuz kendilerini tebessüm ettirse bile, onlar adına sevineceğiz. Fakat günümüzün yaramazlarına şunu da hatırlatalım,  “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmine ilhamı biz verdik. Bir rivayete göre, o günlerde bilmem hangi vesileyle Tavşanlı’dan köyümüze gelen Ahmet Uluçay amcamız, yıllar sonra çekeceği filmin ilk hikayesini, bizim içine taş toprak doldurup iple çektiğimiz karpuz kabuğu kamyonlarımızı görünce oracıkta yazmaya başlamış!
Beni bu konuda ciddiye almayabilirsiniz: Ahmet Uluçay’ın bizden esinlenmesi film hikayesiyle sınırlı değildir! Rivayetin devamı şöyledir: Kendileri sinema sanatına dair ilgiyi 1970’lerin ortasında bizim 80 hanelik köyümüzde edindi! Efendim şuraya gelmek istiyorum, biz çocukların en büyük keyfi sinema idi. Şaşırdınız değil mi? Beni farklı itham ve ifhamlarla karşılamanıza diyeceğim bir şey yok. Koskoca şehirde bile zor bulunur sinema, başka meydan bulamadı da sizin köye mi kurdu tezgahını deme hakkına sahipsiniz tabii ki. Neyse, sadede gelmek icaptandır: Poker (Recep Amca) Batı Almanya’da çalışan bir köylümüzdür. Kendisi her daim yeni, farklı ve ilginç işler yapmak ile şöhret yapmıştır. Yazları tatil için köye geldiğinde bu marifetlerini sergilemekten büyük keyif almaktadır. Keyfiyetlerinin en önemlisi bu sinemacılıktır. Orak ve harman mevsimine denk düşen tatilini sanki dört başı mamur bir hizmeti gerçekleştirmek için kullanmaktadır. Poker’in üç beş yıl süren sinemacılığı, nerede ve nasıl icra ettiği ise ayrı bir hikayedir: İlk yıl, Gölcük’teki evinin bahçesine çarşaftan bir perde çekmiştir. Seyirciler için en özel oturak topraktır. Otur, uzat ayaklarını, seyret perdede akıp süren gölgeyi. Sonraki yıllarda tahtadan oturaklara oturtmayı planlamış, nispeten başarılı olmuştur. Fakat biz çocuklar, aynı bahçedeki kuyu suyunda soğutulmuş Cincibir gazozlarımızı, haşlanmış mısırlarımızı, ay çekirdeklerimizi toprağa oturarak yiyip içmeyi tercih ederdik. Poker’in Gölcük’teki bahçe sinemasına girmek için de bir dizi işlem gerekirdi. Balıkesir’de bir matbaaya mı bastırdı bilmiyorum, fakat koçanlı biletlerimiz olurdu. Girişler için bir ikinci yol, çalı çırpıyla (geven) çevrilmiş bahçeye gizlice atlamaktır, fakat ben bunu hiç denemedim. Recep Amca’nın, bu konuda vukuatı olanları  birkaç kez yaka paça dışarı attığına ise haliyle şahitliğim olmuştur. Burada, çocukluk günlerinde yaşadığım sinema şenliği ile ilgili olarak söyleyeceğim bir başka husus, Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney, Hulusi Kentmen, Gökhan Güney, Tarık Akan, Yıldıray Çınar, Filiz Akın, Fatma Girik… saymak doğru mu sanki, Yeşilçam’ın bütün kadrosu köye ilk adımını, bizim Poker amcamızın bu bedelsiz hizmetiyle atmıştır. 2005 yılında dünya sinemasından ahiret sahnesine göç eden Poker’in çocukluğumuza kattığı  renkli atmosferin bedeli nasıl ödenir? Rahmetle anıyorum.
Çocukluk imkansızlığı kabul etmez. Hele oyuncak konusunda. Ortamına göre hemen bir şeyler icat edilir, hayata yeni bir zevk getirilir. Çitlek çiçeğinden fırfırım, çam kozalağından topacım, kızılcık dalından yayım, okum… İmkansızlığın mağlubiyete sürüklendiği zamanların oyuncakları değil de nelerdir bunlar? İşte, yaz ile güz arasında, harman sonunda, latif rüzgârların ömre ömür kattığı ikindi üstü vakitlerinde adına çitlek dediğimiz ağacın kurutulmuş tohum kozası (yaprak değil, fakat meyvesi denilebilir), tam ortasından delinir, öne gelecek tarafı kalın olan bir ağaç dalına takılır ve koşulur. Fırfır döner, ayaklar koşar. Gözler hem fırfırda, hem yoldadır. Serüven diğer çocuklarla kapışılan yarışa dönüşebilir.
Ardıç tohumu patlatan patlangaç yapmak için de özel bir ağaca ihtiyacımız vardır. Fakat her ne yapılır, edilir, köyün beş kilometre kadar güney doğusuna düşen Bükler’den, içi kolay oyulabilen ağaç bulunur… Ucu taşa vurularak püsküllü hale getirilen bir kızılcık çomağı ise düzeneğin pompasıdır. Kurşun mu? Silahımızın adından belli: Ardıç tohumu patlatırız biz!
Plastik düdükler ve musiki aletlerinin vakti bize yetişmiştir, fakat hayır, bunlar soğan cücüğünden veya ilkbahar tazesi ağaçların dalından yapıp öttürdüğümüz düdüklerin kıymetini hiçbir zaman tutmamıştır. Soğan cücüğünün ince zarından çıkan iniltiyi veya suyu yeni yürüyen bir ağaç dalından birkaç çakı darbesiyle üretilen düdüğün sesini anlatmam mümkün değil.
Anlatılması imkansız olan sadece bu sesler mi? Hasbelkader dünyanın merkezine düşen çocuk için tanıma, tarife, velhasıl anlatıma sığmayacak oyun ve oyuncaklar sınırsızdır. Bu sınırsızlık hemen pek çok insanın bile, evet bunu ben de biliyorum diyebileceği oyunlar için de geçerlidir. Mesela çelik çomak oyunları, kiremit oyunları, taş oyunları (beş taş ve yanı sıra çizgi üstünde oynanan üç taş, dokuz taş, on iki taş, dama),  top oyunları (her tür top’lu oyun: istop, yakar top, futbol), çivi saplama, bilez (yöresine göre adı değişir: bilye, misket, cicoz)… Bu oyunlar hakkında da yaşanmış onlarca hayat sahnesini zihin dünyamızda canlandırıp durmaktayız kuşkusuz.  Fakat biz, sıkça oynanan, çokça bilinen bu oyunlarla ilgili “izleri” bir tarafa bırakıp, haklarında fazla malumat bulunamayacak diğer “topluluk” oyunlarından bahsedelim. Bunlardan ikisi kazık (gazık) ve sıramandır… Dik bir yamaçta oynanan kazığın alet edevatı sağlam ve bir tarafı sivriltilmiş bir ağaç dalı (çelik) ile çocuk sayısınca kalın süvenlerden (kalın sopa) oluşur. Toprağa dikilmiş çeliğin başında bir çocuk ebe olarak durur. Diğer oyuncular ellerindeki sopaları sırayla bu çeliğe atarlar. İsabet ettirildiğinde her oyuncu sopasını almak için koşar, ebe çocuk da çeliğin peşine düşer. Ebe değişimi, sopasını en son ve ebeden sonra getiren oyuncuyla gerçekleşir. Nişan alış, güç, çeviklik, hız, avcılık gibi pek çok özelliği barındıran bu oyun çoğu kez sert tartışmalar, hatta kavgalarla biterdi. Genellikle oyunu seyreden bir büyük çocuk, aralarında mücadele yaşayan küçük oyuncuları bir yolla kavgaya tutuşturur, seyrine seyir katardı. Sonu genellikle dövüşle biten bir diğer oyun sıraman ise karşılıklı iki takım arasında oynanırdı. Birbirinden ortalama yüz metre aralıkla konuşlanan her iki takım, kendilerine ait yassı üçer taşı bulundukları mevkie dikerler, ardından ellerine okkalı taşlar alıp, sırasıyla karşı ekibin hedefteki taşlarına atarlar. Nöbetleşe atılan taşlar, rakibin hedef taşlarını tamamen ne zaman yıkarsa, oyun biter. Bütün taşları ilk önce yıkan grup galiptir. Tabii galibiyet sevinci, karşıdan gelecek itirazlarla yeterince tadılamayacak, iş hırgür aşamasına kadar tırmanacaktır.
Takım oyunları arasında benim favorim hangisidir? Bunu hepiniz biliyorsunuz. Zira, bir şiir kitabıma da ad olmuştur: “Tan tan traska!” Oyunum hakkındaki malumatı söz konusu kitabımın ilk sayfalarında verdiğimi söylemem gerekiyor mu?
Naylon topun yerini alan meşin yuvarlak, mantar patlatmak için bükülmüş telden görevini alan mantar tabancası, teker veya serum lastiklerinden devşirilen sapan… Bunları oyuncak olarak kabul ettiniz, fakat şunlar neyin nesi: Kuş kapanı, el feneri, el arabası, el radyosu? Doğrudur, bunlar başka işlerde de kullanılıyor, fakat hepsi  aynı zamanda birer oyuncak…
Peki güzide oyunlarımızın yavaş yavaş bozulmaya başlaması, belki de yok olmaya yüz tutması ne zaman başladı dersiniz? Köyde veya çobanlık yaptığımız dağ başlarında, gazoz kapaklarıyla oynadığımız yutmaca (ütmece) veya çiklet artistlerinin sunduğu türlü oyun imkanları böylesi bir tükenişin miladı olarak anılabilir mi? Bir ihtimal, fakat milat için kesin ve keskin bir tarih vermek doğru olmaz. Öyle ya, o günlerde çivi çakılmış tahta üzerinde, metal paralarla parmaklarıma oynattığım GS-FB maçlarını hangi oyun grubuna dahil edebilirim? Şöyle ki, Gökmen, Cemil, Yasin, Didi... Hepsi çivili tahtada metal para şeklinde gelip giderdi…
Şu halde, gazoz kapaklarının, çiklet artistlerinin hayatımıza kattığı oyunlar diğerlerinden pek de ayrı tutulamaz. Üstelik, büyüklerimiz tarafından “kumda oyna”mamızın yoğun olarak tavsiye edildiği demlerde… Olay genellikle şöyle tezahür etmektedir: Kendilerinden vakitli vakitsiz “yağlı ekmek” talep ettiğimiz büyüklerimiz, bizi şu bildik adrese yönlendirirdi: “Hadi oğlum, kumda oyna!” Başının çaresine bak demenin farklı bir tonu muydu bu? Evet, aç veya tok, fakat her halükarda kumda oynardık. Oyunlarını kumda oynayarak büyüyen çocuklardık.  Hâlâ öyleyizdir. 

(İlk kez Suhan dergisinin 14. [Oyuncak Özel] sayısında yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok: