11 Aralık 2018 Salı

SÜKÛT, YANİ FERYÂT...


12 Aralık 2018, şair Nazır Akalın`ın vefatının onaltıncı yıldönümü. Rahmetle yâd ediyor ve vaktiyle yazdığım aşağıdaki satırları, ilginize sunuyorum.

“Gözyaşı Çeşmesi”nin iki kahramanıydık sanki. Ahmet Hikmet’in iki şair kahramanı, Fasih ve Beliğ... Kol kola verip, yalnız kalplerimizin inlemelerini dinleyerek, “sükût ve huşû ile”, “iki mûkid mısra gibi”,  “yavaş, pek yavaş”, gezip dururduk.
İkimizin de “boynu bükük”, ikimizin de “benzi uçuk”.
Müftüoğlu “Gözyaşı Çeşmesi”nde her ne kadar parktan, yeşilliklerden, çeşmelerden söz etse de, bizim yaşadığımız “kent”in bunlara benzer mekânları yoktu. Tarihsiz, yeşilsiz, kara bir bozkır ortasındaydık ve biz “kader”in uygun gördüğü sınavlardan geçmek için, bu “kent”e  gelivermiştik...
O: Nazir Akalın. Önce üniversitede, sonra sokakta, kendisinden edebiyat talebinde bulunanlara hiç düşünmeden, arz ediyor... Şiiri sadece meslek edinmemiş, onu bir aşk ve vazgeçilmez bir yaşama biçimi haline dönüştürerek, sadece gönlüne değil, bütün benliğine nakşetmiş... Ve elden ele, kalpten kalbe dolaştırmaya kendini adamış...
Yürüyüşlerimiz ya kaldırımsız sokak aralarında, ya da, ama en çok da, “kent”in dışında,  sırtını dayadığı kuzey yamaçlarında ve daima akşamüstleri olurdu.
Akşamüstleri, yani evde yaşanan uzun yorgunluklardan artık bıkıp usanıldığı zaman.... Belki, gece için, tekrar masa başı (ama hep başkalarının) işlerine başlamaya yeniden güç toplamak amacıyla, belki yeni okumalar sonucu kazanılan edebî hazları, kültürel bilgileri paylaşmak maksadıyla. Yahut da duyulan veya okunan bir müteşair zırvalamasına tebessüm etmek düşüncesiyle... Hayır hayır, hiçbirisi için değil, -yaşadığımız aşkların sahihliğine rağmen- işsiz ve aşsız oluşumuzu belki unuturuz, sadece kendimize değil, başka işsizlere ve aşsızlara ilaç oluruz, çare buluruz diye... Her neyse işte...
Öyle önceden bir anlaşma filan da yoktur aramızda. Sanki rastlantıymış gibi, ya bir çay ocağında, ya bir kitabevinde, bir araya gelir, eğer oturmayacaksak, başlardık yürümeye...
Görüşmeyeli neler olmuş, neler yaşanmış anlatılır. Neler yazıp çizmişiz, okunur, tenkid edilir. Hangi gazete, dergi veya kitapta kimler ne yazmış, konuşulur. Hangi “dost” şair veya yazar ile bir yolla görüşülmüş, selam getirilmiş, paylaşılır. Rakip dahi kabul edilmeyen “bî-edep” ve “müteşairan” kümelerindekiler, bayramlık ağızlar da bir derece açılarak, yerle bir edilir. Sadece bunlar değil: Hayatımıza yönelik krizler, işgaller, kıyımlar, toparlarsak, temizlikten münezzeh her türlü işler!..
“Sen günlük tutuyorsun, yaz bunları, mutlaka yaz!” derdi. Yazdım mı? Günlüğümde bunlarla ilgili bir satır var mı?
Derdimiz tek değildi: “Âteş-i şiir”, “âteş-i aşk”, “âteş-i mukaddes”...
Evet, “fezâ durgun, kâinat yorgun”du. Biz, iki şair, bir hikâyenin iki şair kahramanı, “Fasih ve Beliğ Beyler”, Cevat Akkanat ve Nazir Akalın, sükût halinde yürürdük.
Hayır, bizimkisi “servi ve mezar ve tabut sükûtu” değildi, feryattı!
Doğrusu şu: Sükût yani feryât oydu.                                                                                                                                                
(Bu yazı daha önce Yeni Şafak Gazetesi ["Servi, Mezar ve Tabut Sükûtu Değil Feryattı" başlığıyla, 13 Aralık 2003] ile Milli Gazete'de [16 Aralık 2010] yayımlanmıştır.) 
 

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Allah rahmet etsin. Bozkıra düşmüş bir gül kadar bir ömürdü.