12 Aralık 2018, şair Nazır Akalın`ın
vefatının onaltıncı yıldönümü. Rahmetle yâd ediyor ve vaktiyle yazdığım
aşağıdaki satırları, ilginize sunuyorum.
“Gözyaşı
Çeşmesi”nin iki kahramanıydık sanki. Ahmet Hikmet’in iki şair kahramanı, Fasih
ve Beliğ... Kol kola verip, yalnız kalplerimizin inlemelerini dinleyerek,
“sükût ve huşû ile”, “iki mûkid mısra gibi”,
“yavaş, pek yavaş”, gezip dururduk.
İkimizin
de “boynu bükük”, ikimizin de “benzi uçuk”.
Müftüoğlu “Gözyaşı Çeşmesi”nde
her ne kadar parktan, yeşilliklerden, çeşmelerden söz etse de, bizim
yaşadığımız “kent”in bunlara benzer mekânları yoktu. Tarihsiz, yeşilsiz, kara
bir bozkır ortasındaydık ve biz “kader”in uygun gördüğü sınavlardan geçmek
için, bu “kent”e gelivermiştik...
O: Nazir Akalın. Önce
üniversitede, sonra sokakta, kendisinden edebiyat talebinde bulunanlara hiç
düşünmeden, arz ediyor... Şiiri sadece meslek edinmemiş, onu bir aşk ve
vazgeçilmez bir yaşama biçimi haline dönüştürerek, sadece gönlüne değil, bütün
benliğine nakşetmiş... Ve elden ele, kalpten kalbe dolaştırmaya kendini
adamış...
Yürüyüşlerimiz ya kaldırımsız
sokak aralarında, ya da, ama en çok da, “kent”in dışında, sırtını dayadığı kuzey yamaçlarında ve daima
akşamüstleri olurdu.
Akşamüstleri, yani evde
yaşanan uzun yorgunluklardan artık bıkıp usanıldığı zaman.... Belki, gece için,
tekrar masa başı (ama hep başkalarının) işlerine başlamaya yeniden güç toplamak
amacıyla, belki yeni okumalar sonucu kazanılan edebî hazları, kültürel
bilgileri paylaşmak maksadıyla. Yahut da duyulan veya okunan bir müteşair
zırvalamasına tebessüm etmek düşüncesiyle... Hayır hayır, hiçbirisi için değil,
-yaşadığımız aşkların sahihliğine rağmen- işsiz ve aşsız oluşumuzu belki
unuturuz, sadece kendimize değil, başka işsizlere ve aşsızlara ilaç oluruz,
çare buluruz diye... Her neyse işte...
Öyle önceden bir anlaşma filan
da yoktur aramızda. Sanki rastlantıymış gibi, ya bir çay ocağında, ya bir
kitabevinde, bir araya gelir, eğer oturmayacaksak, başlardık yürümeye...
Görüşmeyeli neler olmuş, neler
yaşanmış anlatılır. Neler yazıp çizmişiz, okunur, tenkid edilir. Hangi gazete,
dergi veya kitapta kimler ne yazmış, konuşulur. Hangi “dost” şair veya yazar
ile bir yolla görüşülmüş, selam getirilmiş, paylaşılır. Rakip dahi kabul
edilmeyen “bî-edep” ve “müteşairan” kümelerindekiler, bayramlık ağızlar da bir
derece açılarak, yerle bir edilir. Sadece bunlar değil: Hayatımıza yönelik krizler,
işgaller, kıyımlar, toparlarsak, temizlikten münezzeh her türlü işler!..
“Sen günlük tutuyorsun, yaz
bunları, mutlaka yaz!” derdi. Yazdım mı? Günlüğümde bunlarla ilgili bir satır
var mı?
Derdimiz tek değildi: “Âteş-i
şiir”, “âteş-i aşk”, “âteş-i mukaddes”...
Evet,
“fezâ durgun, kâinat yorgun”du. Biz, iki şair, bir hikâyenin iki şair
kahramanı, “Fasih ve Beliğ Beyler”, Cevat Akkanat ve Nazir Akalın, sükût
halinde yürürdük.
Hayır,
bizimkisi “servi ve mezar ve tabut sükûtu” değildi, feryattı!
1 yorum:
Allah rahmet etsin. Bozkıra düşmüş bir gül kadar bir ömürdü.
Yorum Gönder