29 Mart 2019 Cuma

MUHARRİR TEZGÂHTAR’FENDİ

Kitap pazarlamanın en etkili yöntemleri hakkında bir sıralama yapılmış. Yayınevlerinin yazarlara zorunlu imza günü tertip etmeleri ilk sıralarda bulunmaktaymış…

Kazara kayıt yaptırdığım, buna rağmen üç yıl keyifle okuduğum Balıkesir Ticaret Lisesi’nde “Pazarlama Satış” diye bir müfredata tabi tutulmuştum. Tam da o yıllarda, muhasebe işlerinden ve ticaret ilişkilerinden kaçıp sığınacak bir kapı bulmuştum. Şiir hanımefendiyle senli benli olmuştum. Kendimi anbean lirizmin kollarına teslim ediyor, keyifli buhranlar içinde yüzüyor, muhayyel ülkülere ve egzotik âlemlere sığınıyordum. Böylesi can alıcı, gönül okşayıcı bir dünya içinde yüzerken, ne yani, bir de pazarlama satış işleriyle mi uğraşacaktım? 

Etkili kitap pazarlamanın diğer mühim yöntemleri arasında şunlar da bulunmaktaymış: Kirli bir lobinin üyesi olmak, kitabın baskı sayısını fazla göstermek, satış rakamlarını yüksekten uçurmak, popüler algıları tavlayan bir takım filimler çevirmek…

Pazarlama dersini talim ettikten otuz yıl kadar sonra, müfredat gereği tanışık olduğum bu işin bu kadar irtifa kaybetmiş olmasına fena bozuldum.

“Lütfen beyefendi, pazarlamanın düşüşünden size ne, siz şimdiki ilgi alanınıza baksanız a!” diye bir ses duyuyorum, yargılıyor sanki beni…

“İşin şairlik yazarlık kısmıyla olan bağlantısına bakmalıyım, öyle mi?”

“Ayağınızı kaldırın, üstüne bastınız!”

“Tabii ya, meşhur şairlerin, şöhretli yazarların pazarlama ile iç içe geçtiği şu menfur duruma temas etmeliyim!”

“Lütfen, sıfat eklemeyelim, sadece işin edebiyatını yapalım…”

“……..”

Bir karşılık alamayınca susuyor yargıç ses. Onun susmasını fırsat bilip, hasbıhale devam edelim.

Şimdi, tam da kitap fuarlarının revaçta olduğu bir dönemde, bir kısım şair ve yazarın okuyucu makamında el pençe duruş fotoğrafı verdiği bir süreçte böyle bir yazıya imza atmanın tehlikesini göze almak… Hayır hayır, bu benim gözümün karalığından değil… Bundan önce, bizzat yayınevlerinin tezgâhından müteşekkil araziye konuşlanmış olan meşhur imza günü kuşlarının dillerinden dökülen bir takım özeleştiri metinleri var elimde…

“Kitap fuarında yazar olma”nın psikolojisini ortaya döken bu ‘ulvî’ şahsiyetlerin cümlelerinden tek tek seçme yapmamı beklemesin kimse! Ama, genel yaklaşımın “İstemiyorum, yan cebime koy!” formatında olduğunu söyleyebilirim. Tabi, iki yüklemli bu sıralı cümlenin ikinci fiili daha bir baskın çıktığından, “okurla buluşmanın heyecanı”na dayalı bir yürek hoplaması, inandırıcı bir gerekçe olarak zikredilir…

Ekabir takımının kitap sergisinde tezgahtarlığa benzer bir enstantane ile karşımıza çıkışları, kendi açılarından hangi gerekçeli kararla açıklanırsa açıklansın, ben şuracıkta, kendi gözlemlerimi ve hislerimi yazacağım:

Evet, bu ortamlara ne zaman ayak attıysam, büyük hüsranlar yaşadım. Hayır, yazar olarak bulunmak hatasını işlediğim birkaç (üç değil; iki olabilir) imza gününde değil sadece, meraklı bir gezgin, bir müşteri, yahut hasbî bir okur olarak katıldığım kitap fuarı ortamları dahi, aynı acı akıbeti yaşatmıştır bana.

Önlerinde uzayan uzun kuyruklara imza –zaman zaman fotoğraf- dağıtan pop yazarların içinde boğuşup durdukları sahneyi kendime (suçum neyse?) nasıl açıklayabilirdim? Ya adı büyük –kerli ferli- üstatların sinek avladıkları iki üç saatlik tezgâh önü ölü kalım seansları? Onların, özellikle onların boş gözlerle orada bulunmuş olmaya yana yakıla pişmanlık ağıtı yakışları, kederlerini ele güne dağıtışları… Hemen hepsi beni (suçum neydi?) aynı akıbete götürmüştür: Söylemiştim, hüsran…

Kitap fuarlarında gözüme batan yazar görüntüleri ile yaşadığım psikoloji beni, hüsrandan daha da ötede, nereye götürmüştür dersiniz?

İstisnasız, hemen hepsinde şu yılgın düşünce belirmiştir kafamda: Kardeşim, bırak bu yazarlık işini. At gitsin hayatından; yazmasan, yayınlamasan daha iyi! Yazarlığı satmaktansa, onu bırakmak, onu kimliğinden atmak daha iyi değil mi?

Yazarlığın “mor inek”çilikle iç içe geçtiği halleri gördükçe, vaktiyle Balıkesir Ticaret Lisesi müfredatının bana reva gördüğü mesleği reddettiğim gibi, kapı dışarı edesim geliyor kimliğimden, yazarlığı, şairliği…


28 Mart 2019 Perşembe

DAĞDA BULDUĞUM PARAM PARÇA RADYOYLA KONUŞTUM BU ODUR

Dağlarda transistörlü
Parçalanmış radiyoydum
Sesim çıkmaz bu yüzden ki
Adıma i harfi koydum

Basın yayın temsiliyim
Bu halimle ülkemdeki
Sansür yemiş bî-çareyim
Sağ değilim şükür iy'ki

Taşa tutulmuştum derken
El ve dil oldum şaire
Karışmışken tam enkaza
Küllerimden yine doğdum

Neydim ki ben parçalanmış
Nice insan nice filiz
Ölü diri mağdur hapis
Transistörlü radyoydum.

Kepsut, 20 Ağustos 2018

Matbu olarak ilk kez BirNokta Dergisi'nde (S. 206, Mart 2019, s. 28) yayımlanmıştır.


25 Mart 2019 Pazartesi

GAZEL

düz ovada çok koştuk yarda dalga geçilsin
yolları ekledik yola dur da dalga geçilsin

sürüp varalım şehre istanbul bize baksın
ankara şaşkındır ya orda dalga geçilsin

açalım kapakları tencereler kitaplar
karışsın birbirine darda dalga geçilsin

yan baksın yandan baksın afetlerin gözleri
varsın kurulsun oklar kurda dalga geçilsin

şair biziz burada hükmümüzse  sınırsız
müteşairan gelsin bir de dalga geçilsin


2001

Hüzn ü Aşk kitabında yayımlanmıştır. 

22 Mart 2019 Cuma

MEHMET ÂKİF'İN ŞAİRLİĞİ

Mehmet Âkif’in üzerimizdeki ağırlığı artmaya devam ediyor.  Hayatı, düşünceleri ve mücadelesi ile olduğu kadar, bunlarla eş değerde, sanatı ve edebî kişiliği de bize güç kuvvet veriyor. 

Şuna kimsenin itirazı olamaz: Âkif’in farklı yönleri değişik ortamlarda ne kadar dikkatlere sunulsa azdır. 

Biz de, işbu yazımızda, onun şairliği üzerinde durarak, bugünün has şairleri için taşıdığı anlamı vurgulamaya çalışacağız...

Şiiri miskinliğe tahvil edenlerle, bu sanatı kendi içinde farklı kategorilerde tasnif edenleri ciddiye alacak olursak, Akif şair değildir!

Öyle ya, bizzat kendisi söylememiş midir şunları?

“Bir yığın söz ki, samîmiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım   
(…)
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım”

“- Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim;
İnan ki: her ne demişsem görüp de söylemişim.”

“Şudur cihanda benim en çok beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek”

Âkif’i şairlikten men etmeğe kalkışanların pek çok art niyeti olmakla birlikte, güçlerini genellikle bu dizelerden alma yüzsüzlüğü gösterdiklerini belirtmeliyiz.

Onun şairliğine diş bileyenlerin kastî hamleleri, gücünü her ne kadar tasannudan kaçındığı, eserlerinde sanat kaygısı gütmediği gibi iddialara yaslansa da asıl maksat başkadır: Onun temsil ettiği kâinata düşmanlık…

Bu arada, onları tetikleyen gerçek sebebin ise, “cahillik” olduğundan şüphemiz yok.

Bu yüzden onları hak ettikleri tavırlarla karşılıyor, kucak açıyoruz. Dünyamıza buyursunlar…

Öte yandan, Âkif’in şairliğinde gözü olanların arasında, en azından medeniyet algısı açısından kendisini ona yakın hissetme iddiasında bulunanlar da var. Akif’le akrabalık ilişkisi kuranların da cehaletle işbirliği içinde olması, elbette üzüntü vericidir.  

Peki, Akif’te tasannu eksikliği kanaatine varanlar, bu kanaate hangi köklü tetkiklerle ulaşmışlar, acaba?

Gerçekten, sıkı bir etkinlikleri var mıdır, onların içine girip gittiği yoğun bir mesaiden söz edebilir miyiz?

Bunu cevaplandırmak için, isterseniz Âkif’i konu edinen “önemli” bazı eserlere bir göz atıp, hangi manzarayla karşı karşıya kalacağımızı görelim:

Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Âkif adlı çalışmasının ikinci bölümünde “Eserlerinin Husûsiyetleri”ni dikkatlere sunar. Tansel’in bu sunumundaki anahtar kelimeleri “Şiirlerinin mevzuları”, “manzum hikâyeleri”, “dinî şiirler”, “dinî-didaktik şiirler”, “dinî-lirik şiirler”, “vezin”, “nazım şekilleri”, “dil”, “realistlik”, “mahallilik”, “tabiilik ve samimilik”, vb. gibi kavramlardır. Hakkını yemeyelim, Tansel, Âkif’in aruz veznini kullanışındaki üstünlük hakkında bize kapsamlı bir inceleme bırakmıştır. Bu arada şairimizin “sehl-i mümteni”yi iyi uygulayan bir şair olduğunu belirtmesi de önemlidir.  

Âkif’in sanatı hakkında en kapsamlı değiniye Mithat Cemal’in Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif adlı kitapta rastlarız. Mithat Cemal’in deneme havasında kaleme aldığı kitabın üçüncü bölümünde Akif’in sanatı “nazım şairi”, “esrarengizlik”, “vezin ve kafiye” “müphem”lik, “aruz” vezni, “hece” ölçüsü, “kafiye”, “Ahlâksız edebiyat”, “taklit”, “mazmunculuk”, “İstanbul edebiyatı”,  sanatta “tabiilik”, “yerlilik”, “dil”, “istihza”, “mevzu”, “hiciv” gibi kavramlar eşliğinde sunulur. Mithat Cemal’in sunumu da yeterli bir alt yapıya (özellikle Âkif’in kendi metinlerine) dayalı değildir. Üstelik eser bütünüyle “dostane” bir izlenimciliği de bünyesinde barındırmaktadır.

Âkif’le ilgili, onun sadece sanat yönüyle bağlantılı kitaplardan da bir örnek sunalım. Kâzım Yetiş’in Mehmet Âkif’in Sanat-Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler adlı çalışması bunlardan en önemlisidir. İki bölümlük eserin ilk kısmında “Sanat ve Edebiyat” ele alınmaktadır. “Edebiyat anlayışı ve Sanattan Beklediği”, “Muhayileyi İşletme ve Konu Bulma”, “Edebî Eserin Plânı”, “Edebi Eserde Tasvir”, “Şiir Okuma”, “İntikad-Tenkid”, “Yabancı Dil ve edebiyatlarla Türk Dili ve edebiyatı Hakkındaki Görüşleri” bu bölümün ara başlıklarıdır. Bu başlıklar altında genellikle teknik meselelerin ele alındığını, bunlara dayanak olarak da ağırlıklı bir şekilde Âkif’in ve hakkında yazanların makalelerinin dikkate alındığı belirtirsek, işin künhüne yeterince vâkıf olunamadığı ortaya çıkacaktır. Halbuki, böyle bir eserde öncelik şairin mısralarına tanınmalı ve şiirleri iyice tetkik edilmeli, sonuçlar delilleriyle birlikte ortaya çıkarılmalıdır.

Bu kuşkusuz büyük bir çabayı göze almakla eş anlamlıdır.

Hal böyleyken, yani, Âkif’in sanatı hakkında söz söyleme cesareti gösteren ve bunu eserleriyle sergileyenlerin “zayıf noktaları” ortadayken, onun şairliği için “kötü emel” beslemek niyedir? Üstelik dayanak olarak, Âkif’in, topyekün yaşanan toplumsal meselelere dikkat çekmek amacıyla söylediği “nezaket” dizelerine yapışmak, hiç de ahlâkî değildir…

Evet, Mehmet Âkif, vatanın ve ümmetin büyük felaketler yaşadığı bir devirde yaşamış, devrin bütün ıstıraplarını derinden hissetmiş ve üzerine düşen görevi yapmak için bir çok  şahsî şeyi feda ederek çalışmıştır. Fakat onun feda etmediği şeyler de vardır: İmanı, ahlâkı, sanatı, şiiri…

Bu noktada, Âkif’i şiirsizlikle karalayan şuursuzların, özellikle de aramızdaki salt “şiir”ci “odun gibi” kafalıların “yeniden yapılanacakları” umudu içindeyiz.
Sözümüzü öncü şairin cümleleriyle bağlıyoruz:

“… sanatkârız diye meydana atılan bir çoklarını biz âdi birer simsar bulduk! Âdi kaydını da ilâve ediyoruz; çünkü eklerini belli etmeyecek kadar mahâret gösteremiyorlar.”

21 Mart 2019 Perşembe

ZARİFOĞLU’NUN “ZARİF, ÇOBAN” ŞİİRİ

O güzeli bana verseler
Tombul kuzuların aşkına
Yaylalara atlas kilim serseler
Tombul kuzuların aşkına

Yayılsın topraklar, aşıklar gezecek
Feryat, taşları sızlatıp inletecek
Boşa gülü sümbül örseler
Tombul kuzuların aşkına

Ayrı kaldım ağlar inlerim
Dağ kavi, iklim sarp, çarıklar delerim.
Bağrım yosun tuttu bir görseler
Tombul kuzuların aşkına

Geçiyor bulut geçen ömürdür
Gece mi, saç mı, hayır kömürdür
Zarif çoban oldu görseler
Tombul kuzuların aşkına

“Zarif, Çoban”, Zarifoğlu’nun sağlığındayken yayımlanan kitaplarına girmemiş bir şiirdir. Beyan Yayınları’nın “Şiirler” adıyla bastığı toplu eserin 493. sayfasında yer alan bu metin üzerine yaptığım tahlili sizlerle paylaşmak istiyorum.

İşimize şiirin adı ile ilgili tespitlerle başlayalım. Bu başlıkta tercih edilen imlâ, Zarifoğlu’nun okuyucuda uyandırmak istediği intibaları belirleme girişimindeki başarısını göstermektedir. Sözü edebî sanatlarla üstün bir niteliğe büründürebilen şair, çok anlamlılığın güzel örneklerinden birisini gerçekleştirmiştir.

Şiirin bizde oluşturduğu ilk izlenim, şairin biyografisine ait bilgiler ihtiva ettiği yolundadır.  Bunun ayrıntılarına girmeden önce, şairin pek çok şiirinde kendisinden “Zarif” diye bahsettiğini belirtelim:

“Ey zarif sen de ata yoluna meylettin/Korkarım binbir belaya dayanmaz sıkletin”

“De Zarif inle. Ta ki huzra vardın/Nice yıl isyan durdun gurbet kaldın”

“Hamlem zarif/Vuruşum hayat/Hilem tay/Kaçıp dönüşüm şiir”

Şairimiz, “Zarif, Çoban” şeklindeki kullanım ile “çoban”lığı kendisine önemli bir unvan olarak seçmiş gözükse de, daha öncesinde evrensel bir kimliği aklımıza getirir: Hz. Peygamber’i! Zira, zarifliği kendisine sıfat olarak yükleyebileceğimiz yegane önder O’dur. Hayır, burada şairin böyle bir kaygısı olmayabilir, fakat biz ister istemez hatırlıyoruz. Uzak çağrışım dedikleri belki de bu.

Sözün yönünü çevirip tekrar şairin biyografisine gelmek istiyorum. Zira bu şiirin Zarifoğlu biyografisine önemli katkı yapacağı kanaatindeyim. Şöyle ki, “Zarif, Çoban” şiiri, bize, şairin son dönemlerine ait bir metin izlenimi vermektedir. Bu noktada, onun, ömrünün son yıllarında bir dostuna “Bir tay gibi kırlarda koşmak istiyorum!” dediğini de hatırlatalım. Buradan yola çıkarak, şairin söz konusu dönemde, kır ve tabiatla iç içe bir hayatın özlemini duyduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, metnin son dörtlüğündeki şu dize de bir ipucu olabilir: “Geçiyor bulut geçen ömürdür”.

Burada şunu özellikle söylemek gerekir: Zarifoğlu’nun şiirlerinde tabiattan bolca bahsedilir. İşte gelişigüzel birkaç örnek: “Parka dolalım/Park bizi alır önce”, “Çalışır gün boyu kuru ağaçları devirir”, “Karşı dağdan meleyen canım”…

Zarifoğlu’nun pastoral öğeleri çok kereler kullanmış olması, bizim “Zarif, Çoban” için ileri sürdüğümüz tespite halel getirmez. Çünkü, diğer şiirlerde genellikle küçük parçalar halinde var olan bu unsurlar, “Zarif, Çoban”da bütüne hâkimdir. Bunu, şiirin tamamına yayılan şu unsurlarla daha iyi görebiliriz: “Tombul kuzular”, “yaylalar”, “topraklar”, “gül”, “sümbül”, “dağ”, “iklim”, “yosun”, “kaval”, “bulut”…  İnsana ağır baskılar uygulayan maddi bir dünyaca kuşatılmış olan şair, bu şekilde, hasretlik çektiği hayatın siluetini çizmektedir.

Gelelim “Zarif, Çoban” şiirinin söyleyiş özelliklerine: Rahat bir söyleyiş, sözü yormadan kullanış, yalınca akıveren bir dil…

Şairin benzer söyleyişleri başka şiirlerde de vardır. Meselâ “Güzelcin”de: “Koşu koşuver nargözlüm/yuvarlak biçimli ayakların/Küheylan kolanı gibi kuşağın/Gürbüz kalçalarının üzerinde”.

 “Yedi Güzel Adam” şiirindeki şu söyleyişin “Zarif, Çoban”ın ilk dörtlüğüyle olan benzerliği de dikkat çekicidir: “Bizimle aşkta olanların/Eline su döksünler/Çadırların önüne o küçücük/Kilimleri sersinler”…

“Zarif, Çoban” şiirinin söyleyiş özelliklerini daha ayrıntılı görmek bir adım daha atmalıyız: “O güzeli bana verseler” şartıyla başlayan şiirin her dörtlüğünde bizi kendisine çeken dil unsurları bulunmaktadır. İlk dize, “o güzel”den “ayrı oluş”u bildirmektedir. Buna göre, ikinci dörtlükteki “yayılsın” kelimesi ile “o güzel”e yönelik aramaların gerçekleşeceği alanın “geniş”; “taşları sızlatıp inletecek” “feryat”ların ise hayli fazla olacağını biliriz. Zaten söz konusu durum üçüncü dörtlükte alenen söylenir: “Ayrı kaldım ağlar inlerim”…

Bu dize, bir sonraki dörtlükte teşbih, mübalağa, teşhis ve intak gibi sanatları ihtiva eden dizelerle daha bir anlam kazanır. Çünkü, ağlayan sadece şair değildir. Şairin “yoldaş”ı olan “dertli” kaval da gözyaşı dökmekte, inlemektedir. Üstelik şairin iki gözü varken, kavalın göz sayısı dokuzdur. Burada, Mevlânâ’nın “ney”iyle karşılaşır gibi oluruz. Son dörtlükteki “bulut”un da şiir geleneğimizdeki gözyaşı ile derin ilişkiler içinde olduğunu bilmiyor değiliz.

Şiirde dikkatimizi çeken dil unsurları, sözgelimi, “o güzeli”, “tombul kuzulur”, “atlas kilim”, “aşk”, “aşıklar”, “gül”, “sümbül”… şairin içinde barındırdığı özlemi ele verdikleri kadar, onun mensubu bulunduğu medeniyetle irtibatını da gösterir. Zira, bu unsurların arka plânındaki dünya, sadece bireysel bir seçimle ilgili değildir. Şairin, bu göstergelerle çizmeye çalıştığı dünya, aslında kendisinin de ait olduğu geniş bir kitleyi de ilgilendirmektedir. İçinde yaşanılamayan ve fakat özlenen bir gelecek… Gerçi, kitlenin böyle bir kaygısı yok gibidir. Şairin “bir bilseler”, “görseler” gibi şart kipi taşıyan ifadeleri onların kaygısızlığına yönelik gibidir. Hatta, “Zarif çoban oldu görseler” dizesi tamamen onları hedefe yerleştirmektedir. Hal böyleyken, bir şair olarak gelecekle ilgili “arzu”yu Zarifoğlu’nun ifade etmesi oldukça doğal ve anlamlıdır. Şiirin anlamını bu şekilde tekillikten çoğulluğa taşıyan dizeler şiirin tamamına yayılmıştır. Fakat bu konuda, “Nice sersefil olduk bir bilseler” dizesi bizce en anlamlı olanıdır.

“Zarif, Çoban”da geleneksel şiir unsurlarının kullanımı da dikkat çekecek orandadır. Sözgelimi “Yayılsın topraklar, aşıklar gezecek/Feryat, taşları sızlatıp inletecek” dizelerindeki “aşıklar” kelimesinin gelenekle bağını bir tarafa bırakabiliriz. Fakat alt dizedeki söyleyiş ve bu söyleyişin öznesi olan “feryat”ın “Ferhat” ile ilgisi hakkında ne diyeceğiz? Burada gerek kullanılan dil unsurları, gerekse söyleyiş sanki Ferhat’ın dağ delme girişimini hatırlatsın diyedir. Bunun gibi, “Tombul kuzuların aşkına”, “Ayrı kaldım ağlar inilerim”, “Kaval derler, dertli yoldaştır”, “Geçiyor bulut geçen ömürdür” gibi ifadeler de halk şiirinden kopup gelmişler hissini verir.

Şiirdeki “Geçiyor bulut geçen ömürdür/Gece mi, saç mı, hayır kömürdür” dizelerindeki “bulut”, “gece”, ”saç”, “kömür” kelimeleri “kara”lık özellikleri bakımından bir noktada birleşirler. Şairin bilinçli bir şekilde seçtiğini düşündüğümüz bu kelimelerden özellikle “gece” ve “saç” Divan ve Halk şiirlerinde bir mazmun ağı içinde kullanılır. Değişik versiyonlar halinde benzeri bir durum “bulut” ve “kömür” kelimeleri için de geçerlidir.

İlk bakışta Halk şiiri tarzına benzer bir dış yapıya sahip olduğunu düşünüverdiğimiz “Zarif, Çoban” şiiri, biçim açısından Zarifoğlu’nun ilginç bir denemesi olarak kaydedilebilir: Beş dörtlükten oluşan şiirin özellikle kafiye örgüsü orijinal bir nitelik taşır: abab, ccab, ddab, eeab, ffab… Dikkat edilecek olursa, benzerlik her dörtlüğün sonundaki nakarat (“Tombul kuzuların aşkına”) ile sınırlı değildir. Bu nakarattan hemen önce gelen mısraın kafiye örgüsü de her dörtlükte aynıdır. Böylece, ses bakımından zengin bir yapı da oluşmaktadır.

Bütün bunlardan sonra, iki hususa değinmek gerekiyor. Bunlardan ilki, “Zarif, Çoban”ın Zarifoğlu şiirinin “ayna”sı olup olmayacağı sorusudur. Bu, hiçbir itirazı kabul etmeyecek bir netlikte ve olumlu yönde cevaplanabilir. İkinci husus ise, Zarifoğlu şiirine intibak sağlayamamaktan kaynaklanan, bu yüzden “kapalı”, “anlaşılmaz”, “zor” gibi yargılarla Zarifoğlu şiirini mahkûm eden anlayışların sığlığıdır. Bu yazıyı, söz konusu sığlığa yapılmış bir hücum olarak da değerlendirebilirsiniz.

19 Mart 2019 Salı

“PAŞA’NIN İKİZLERİ”

Üçüz, dördüz, beşiz de diyebilirdik. Ama nasıl atlayabiliriz ki bizden önce söylenmiş ve yoğun anlamları olan bir lafı?

Neyse, bu şairler anasının gözü oluyorlar vesselam. İşte onlardan birisi: Ece Ayhan. Artık neredeyse unutuluşa terk edilen, bir çeşit muhalif şair. “Sıkı” veya “Sivil Şiir” diye adlandırdığı İkinci Yeni’nin uslanmaz adamı.

Kendisini Cumhuriyet’in meşru olmayan bir şairi olarak görür Ece Ayhan, hatta çoğu kere şairden bile saymaz. Aykırıdır, şiire bile ve olumsuz bulduğu kamusal yapının pek çok değerlerine...

Sözü nereye getireceğiz? Öncelikle size. Bu yazıyı, ense yapmış bir halde okuyorsunuz ya, okuyun bakalım, diyeceğiz. Ece Ayhan’ın birkaç cümlesiyle keyfinize keyif katacağız.

Muhaliflikten bahsetmiştik ya, şair bir konuşmasında bakın neler diyor: “Beni en çok sinirlendiren, en çok karşı olduğum, ölünceye kadar, toprağın altına girinceye kadar karşı olacağım şey, iktidar kavramıdır. Herkes bunu ‘hükümet’ olarak anlıyor. Örneğin bizdeki bu sosyalbürokratlar her zaman iktidardadırlar. Hükümet olmayabilirler ama iktidardadırlar. Bütün kurumlar, bütün okullar, bütün değer yargıları... Bizim çocukluğumuz bunların fotoğraflarıyla geçti. Büyük devlet memurlarının çocuklarının fotoğrafları okul kitaplarına basılırdı. Paşa’nın ikizleri, Milli Eğitim Bakanı’nın oğulları.” (Şiirin Bir Altın Çağı, YKY,  İst., 1993, s.149)

Şimdi, golü yedik diye düşünüyorsunuz. Ne mümkün?..

Fakat bu daha bir şey değil. Hâlâ size sunulan geniş, yani “rahat!” pozisyonu koruyabilirsiniz. Üstelik büyük zevkler de duymuştunuz son zamanlarda. Çeşitli cümbüşler tertip etmiştiniz. Rengarenk koşuşturmacalar yaşamıştınız. Bağırıp çığırdıydınız. Konvoylara katılmış, kornalar çalmıştınız. Bozuk hoparlörlerden ortalığa bir kir halinde yayılan düzeyli müziklerle nasıl serinlemiş, nasıl bomboş ruh halleri yaşamıştınız. Ve olup olacağı neyse, o oranda, sözünüzü de söylemiştiniz en son.

Bu hâliniz evet, iyidir. Sürsün. Bu hâle ihtiyaç duyacağınız günleri görmemenizi de çok istiyorum. Ama ne mümkün, ne mümkün?

Çünkü biraz sonra her şey değişebilir. Aslında değişecek bir şey de yok bana kalırsa. Sadece bir rüyaydı size sunulan. Pozisyon tatlı bir gece anındaydı. Yahut öyle gösteriliyordu, yani o tür bir an bile yaşanmamıştı.

Diyelim ki değişecek, neler değişecek?

Mesela, sert bir düdük sesi...

- Neler oluyor, hop!..

Şaşkınlık.

Büyük harfli emir ve komutalar...

- Ahhh!.. Off... Aman...

Uyanış veya kendine geliş...

-  Hazrol!..

Herkes ve her şey hizada...

Belki anılan fotoğraftaki “Paşa’nın ikizler”i değişmiş olabilir, nasıl bir değişiklik? Üçüz de olabilir fotoğraftakiler, belki de dördüz...

Nicelikteki farklılaşmaya bakmayın siz ve sakın yeniden aldanmayın, nitelik aynıdır...

***

Sözü fazla söylemek zararlıdır, demişler, bitirelim.

Şairler, demiştik, anasının gözü...

Bir başka şair, evet, bir şair olmalıydı, kimdi, adı neydi, şimdi tam hatırlayamıyorum. Yorumsuz okuyalım,  tam tamına şöyle diyordu, bir kitabında:

“Oybirliğiyle koyunlar
keçiyi seçer
kendilerine başkan
oysa sürünün başına
kurdun akrabası
köpeği koyar
çoban”

Bizden bu kadar. Hadi, neymiş ense yapmak, keyif çatmak, sürdürün bakalım!..

(İlk kez Sağduyu Gazetesi'nde yayımlanmıştı.)

18 Mart 2019 Pazartesi

TARIK EŞREF YAZDI: “KORKUNUN ISLIĞI, YARİ OLUR YALNIZIN”

Cevat Akkanat, 13 Eylül 2012 tarihli Milli Gazete’de yayımlanan yazısında “görünmez gibi görünen bir kovalamaca başladı ve söndü ışıklar/sırıtan suratların yankesici kalleşliği/bir de aynalar: laf olsun diye ve milimi milimine hesaplı aynalarınki:/bir sigara içimlik/oyuna çeşni katıyor anladığınız Soruyorsunuz/eskir mi hayat?/diyalektik tersine çevrilebilir mi?” diyor. Ele alacağımız kitap Korku Islığı.

Akkanat bu kitabı için: “Çocukluğumda gecenin zifiri karanlığından korktuğumu fark eden babamın, ‘Besmele çek, yürü karanlığın içine; ıslık çal bir de!’ şeklindeki telkinine telmihtir. Fakat ‘karanlık’ artık o karanlık değildir.’’ Evet bu iki alıntıdan da çıkarabileceğimizi bir öz var o da Cevat Akkanat’ın sağlam temellerden doğduğudur. Sırıtan suratların yankesiciliğine, aldatıcılığına laf olsun diye değil gerçekleri oluruna uydurmak amacıyla sağlam girişimleri var şairin. Korku Islığı’ndan öğrendiğimize göre Kara Oyun, Güz Klasiği, Sen Bir Sevda Ağacısın Türküler Büyütür Yüzün, Tan Tan Traska, Hüzn ü Aşk adlı şiir kitapları bulunan şairin, edebiyatın diğer alanlarında da çalışmaları bulunuyor. 1987 yılında tamamlanan bu kitap yayımlanmak için 2011 yılını beklemiş görünüyor. 1997 – 2005 yılları arasında yayıma hazırladığı Likâ edebiyat dergisi, şairin işin merkezinde, sıkıntısını çeken bir isim olduğunu gösteriyor.

Korku Islığı öncelikle güzel bir isim. Kitap üç bölüm halinde otuz dokuz şiirden oluşuyor. Şiirlerin seksen yedi yılından önce yazıldığını belirten şaire bakacak olursak, yirmili yaşlarının başında yazılan bu şiirler fark edilmeyi hak eden metinler olarak duruyor. Samuel R. Levin “şiirin normal konuşmadan, başka bakımların yanı sıra, dili kullanma yolu bakımından da ayrılık gösterdiğini” ve bunun da şairin şiir yazarkenki seçiminde belirdiğini soyler.* Korku Islığı’nda da bir şairin ilk şiirlerindeki konuşmaya, etkili anlatıma dönük bu seçimini görmek mümkün. Örnekleyecek olursak:

“tuza da direnir keskinleşmiş yaramız / üzgünlüğün sürsün bırak başını”

Yadsımalarda şiirinden


“yürüyorum işte, kollarım omuzlarda/ omuzlarımda kollar”

Yol-a-daşım şiirinden


“bu resmi kanı/çocuk, iyi tanı”

Zamansızlıklarda şiirinden


“şimdi bir/ dalgalara binmek gelir içimden”

Büyüyünce Söyleyeceğimiz Şiirler İçin Şimdiden Bir Katkıdır şiirinden


“inanıyorum sesin güleçtir ve işte kanatlarımız”

Korku Islığı-1 şiirinden

Bu sağlam ve iz bırakan ya da sesini bulma çabasında epey yol kat eden mısralara gösterilebilecek örnekler çoğaltılabilir ki şair üretkenliğiyle şu zaman da kendine açtığı yoldan ilerlemeyi bilmiştir. Cevat Akkanat şiirinin dününe vakıf olmak isteyenler için Korku Islığı güzel bir kaynak olacaktır. Akkanat şiirinin zaman içinde nasıl bir değişim gösterdiğini bilemiyorum fakat aslen ilk olan bu son kitabında verilen veyahut verilmek istenen mücadele yalın haliyle şiirde işlenir. Şiirde bir inat olduğu kadar bu savaşımın ne üzerine olduğu da görülür.

“açlığımla damıttığım/kitaplarım/kağıttan sabun yapmak/olanaksızsa/da/açlığıma katık yaptığım kitaplarım yakılıyor”

Suskunluklarda şiirinden

“çoğaltılıyor güvenlik memurları:/liseyi başarıyla bitiren yoksulluklar/ekmek parası/ama olsun ama ve illa ter ve inat”

Suskunluklarda şiirinden

“alabilmeliyim ipince ipleri boynuma/ gerektiğinde kurşunlanmalıyım / taş çıkartmalıyım ustalıkla…”

Ustalık şiirinden

Günümüzün şiiri dedikodu malzemesi yapılan, aşağılanan, anlaşılmayan, yalnız bırakılan, boş görülen, bel altı vurma amacıyla kullanılan sorunlu bir yapıda görülüyor. Bunu birçok şekilde gördüm. Şiir sağlam inançları, olması gerekenleri ve olanları ele aldığı müddetçe yanlı bulur. Aşağılık kompleksinin bir getirisi olan ve çoğunu da söylemeyi ar saydığım hastalıklı yapılar elbet kağıt israfı olarak kalacaktır. İşte tam da bu noktada Korku Islığı okunabilir bir kitap özelliğini taşıyor. Ne yazık ki ikiyüz elli adet basılan kitap çoğu okura ulaşma fırsatı bulamayacaktır. Bunun gibi birçok kitap da aynı kaderi paylaşıyor. Önemli olan şiirin sayfalara dökülüp bir kez elden çıkmasıdır. Değindiğimiz bu konu hakkında şair Belki İleride adlı şiirinde şöyle diyor:

“benim şiir yazdığımı duyan/dostlar/fotoğraf çektirmek istiyorlar/benimle/belki, ileride hapishaneye düşer de/ünlü birisi olurum diye”

Şiiri hakkında en güzel yargıyı, şiir düşüncesini, amacını yine şairin sözleriyle anlamak daha olasıdır. Suskunluklarda şiirinde şair:

“şiirlerimde
coşkusu sevincin
acının ve kanın rengi
terin onuru
aşkın ve direnmenin
gururu olacak
kudursun
benden
”düzene
ve zamana
göre”
nane!
Bekleyen taslaklar!

Biçiminde şiirini de tanımlıyor okur için. Biz de bu tanımın şiirin sürecinde nasıl işlediğini yine ancak okuyarak görebileceğiz.

*Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Prof. Dr. Doğan Aksan, Engin Yayınevi, 6. Baskı, 2006





MAKASTAR'A...

alnından öpecekti Allah
ve fakat şimdi
tutacak perçemini
kırpıp atacak
elinde makas

tek yol üzereydi trenin
kurtuluşa doğru
Ankara'dan dünyaya
yanlış makasa girdin
katar katar turnaları incittin

eğilmeyecektin güya
ele ve güne rezil ve rüsva
olmayacaktın ama
çatı makasın
çürükmüş baya...

demedi mi kitap sana
kaldıracağını kaldır
girme fena yük altına
bak çöktü makasın eya...

ne hale geldin işte
iki büklüm süklüm püklüm
yengeç midir bu acaba diyor
bakıp ayak makaslarına

düz bakış
bir gençlikti evvelin
çapraz tuttun silahı
makas ateşi attın

sındı sandım bir vakit
iyi kumaşlar kesen
makas hakkını kollayan
kalbimden makas alan

makas bakışlı yâr
diliydi bence dilin
makasa almazdın sandım
hâşâ Allah’ı kündeledin

paslı makas kör makas
vurma halka dur makas
dirsek dirsek zor makas
soğuk makas hor makas

beyit:

eya zalim çek elin mazlum çocuklarının
yanaklarından alsın Zeynel Abidin makas...

Ankara, 3 Ekim 2018