Gölcük'ten Silivri'ye
Depremdir hep Türkiye.
Ankara, 26 Eylül 2019
26 Eylül 2019 Perşembe
24 Eylül 2019 Salı
İLHAN BERK'İN ŞİFALI OTLAR KİTABINDA ŞİFA ARAMA!
İlk baskısı 1982’de yapılan Şifalı
Otlar Kitabı (YKY, İst., 2004) İlhan Berk’in nesir kitapları arasında ayrı bir
değerlendirmeye tabi tutulur. Bitkileri çeşitli yönleriyle anlatan İlhan Berk,
kitabının temeline “Alternatif Tıp” sahasına ait farklı kitapları yerleştirmiş,
oralardan yaptığı ‘ç-alıntılarla’ ilginç bir deneye girişmiştir. Kitaba
kaynaklık eden yayınlardaki üsluptan olsa gerek, İlhan Berk bu çalışmasında bol
bol dini gönderme yapar. Bu göndermeler arasında İslâmî ‘görünümlü’ olanlar
hayli fazladır. Fakat iyice bakıldığında, İslâm’a aykırı yaklaşımlara da
rastlanır.
İlhan Berk, kitabının başına dini
bir söylem havası taşıyan bir epigraf yerleştirir: “Şifalı otlar bulucuları
gibi ben de kitabıma Yukarı’nın adıyla başlarım.” Şair burada ‘Tanrı’yı “Yukarı” kelimesiyle ifade etmiştir. Kitabın
“Başlama” adlı girişinde ise daha açık bir tutum takınılmıştır. İşte Allah’a
yaptığı yakarıştan bir bölüm: “Bu yeryüzü ki senindir, başkaca hiç kimsenin
değildir ve orasını denizler, karalar, ormanlar, göklerle çevirip bütün
yaratıkların, bütün canlı cansızın yurdu yapıp hepsinin de zengin demeyip fakir
demeyip güzel hallerini alınlarına yazıp türlü nimetlere de boğup o yüzü nice
güneşler görmüş adı güzel Muhammed’i ve de onunla her sayfası güzel harflerle
donanmış kitaplar kitabı Kuran’ı da yol göstersin diye bu dünya denen –çatısız,
direksiz- yere indirip sonra da kullarının günleri çeşitli bitkiler,
hayvanlarla bu dünyada –eski bir ev sahibi gibi- güzel sağlık içinde geçsin
diye ‘Lokman’a hikmet verdik’ deyip, her şeyi de bizim kılıp o güzeller güzeli
yukarıki yerine çekildin.”
“Otların, Hayvanların Padişahı
Lokman Hekim Üstünedir” başlığına koyduğu dipnotta Lokman Hekim’i anlatan İlhan
Berk, kitapların “ondan Halil İbrahim Peygamber kuşağından” diye bahsettiğini,
“Tanrı’nın sevgili kulları arasına karışıp birçok peygamberle görüş”tüğünü,
“Hz. Davut’un ateşli elinde meydana gelen kalkanı sabırla seyret”tiğini
belirtir.
“Adamotu”nda, bu otun Tevrat’taki karşılığını
da veren İlhan Berk, padişahlardan bahsettiği bir cümlede, onları “Tanrı
mezarlarını aydınlatsın” şeklinde selamlar. Aynı metinde “Hz. Süleyman”, “Havva
Anamız”, “Âdem Babamız” şu cümleler içinde kullanılır: “Hz. Süleyman’ın da
kurdun kuşun dilini bilmesinin, yüzük taşının altına koyduğu bir atamotu
kökünden geldiği söylenir. Havva Anamız da, Âdem Babamıza adamotuyla yanaştığı
için onun aklını başından almıştır.” Bu arada, kitabının girişinde Allah’a
yakaran İlhan Berk, “Adamotu”nun sonunda farklı şeylere dua etmektedir: “- Ey
gece! Ey sır küpü gece! Ve ey yerin altındaki üç başlı zebani! Hep duyun! Ey
kara yer, sen sihirbazlara şifalı otlar sunarsın.”
“Ayva” adlı metinde Hz. Peygamber’e
şöyle atıf yapar: “Dünya nimetlerine hiçbir zaman gözlerini kapamayan Hz.
Muhammed –Tanrı’nın selamı üzerine olsun- otlara değin uzanan insanlığını
ayvadan da esirgememiş: / -Ayva yiyiniz! buyurmuştur. / Böylece de ayva
kutsallığa bürünmüştür. Müslüman bir meyve olup çıkmıştır. Öyle ya, yalnız
insanlar, kentler, mahalleler, sular, kokular Müslüman olmaz ya? Ayva da
olacaktır elbet.”
“Defne” metninde de Hz. Muhammed’e
atıf yapan İlhan Berk, O’nun bu bitki hakkında konuşmadığını belirtir: “Ta eski
çağlardan beri bilinmesine karşın, nedense sevgili Peygamberimizin sağlık
öğütlerine girmemiştir. Bir çöl insanının sözlüğüne nasıl girsin, demeyin.
İnciri, narı, zeytini nasıl soktuysa, isteseydi, onun için de bir ayet
düşürürdü.”
“Ebegümeci”nde bu bitkiye “kutsal
bitki” denildiğini kaydeden İlhan Berk, “Elma”yı ise “cennet meyvesi” olarak
anlatır: “Değil mi ki bu cennet meyvesini Havva Anamız, Âdem Babamıza sunmuş;
böylece de insanoğlunun tarihiyle yeryüzünün çizgisi değişmiştir.” “Gül”
başlıklı yazıda sözü Peygamberimize getiren İlhan Berk, bir kaynağa atıf
yaparak, “O. H. Mürşit Efendimiz de, Peygamberimiz onu yüceliğinden,
güzelliğinden yaratmıştır, diyecektir. Peygamberimizin –Tanrı’nın selamı
üzerine olsun- kokusunun da onda olduğunu ekleyecektir.”
“İncir” adlı metinde Hz. Muhammed
ve Hz. Âdem’e atıflar yapılmıştır: “Bütün meyvelerde dişilik bulan D. H.
Lawrence, incirde sesini daha bir yükselterek ‘İncir çağlar boyu dişilik
yarığının adı olagelmiştir’ de. Biricik peygamberimiz de (A. S. V.) (?!)
(bilinmez aynı nedenden mi) onu övmekten kendini alamamış, ‘İncirden az bile
olsa yiyiniz. Çünkü ben cennetten indirilmiş bir meyveyi söylemiş olsaydım, o
meyvenin incir olduğunu söylerdim’ diye buyurur. (…) … incir, dişilik belasıyla
yıkana, yoğrula, gide gele, kendine, tarihte bir yer ayırtmayı bilmiştir.”
“Kabak” metninin girişinde “Eski
şifalı otçular kabağı anlata anlata bitiremezler. Dinsel bir büyü bulurlar
onda.” diyen İlhan Berk, sözü Hz. Muhammed’e getirir: “Bu belki de
peygamberimizin onu çok sevmesindendir. Değil mi ki peygamberimiz, ‘Kabak
dimağı geliştirir. Aklı artırır’ diye buyurmuştur.” “Nar” yazısında Hz.
Muhammed’e atıf yapan İlhan Berk, şunları söylemektedir: “Meyveler içinde en
zengin mitologyayı narın oluşturduğunu biliyor muydunuz? Sevgili Peygamberimiz
nar için bir hadis düşürerek ‘Narı içindeki zarı ile yiyiniz, muhakkak ki o
mideyi temizler’ diye buyurmuştur. Yalnız bu kadar mı? Onu, eskiler de
Muhammed’in dişlerine benzeterek, yere düşürülmesinin, hele hele çiğnenmesinin
günah olduğunu da söyleyerek ölümsüzleştirmişlerdir.”
“Pelin”de yazar, Allah’ı şöyle
anar: “Ölü yeşili ya da gümüşsü, gri yeşil diyorum ben ona. Sevgili Tanrımız
onu eline alıp bir kanaviçe işler gibi işlemiştir sanki.” “Üzüm” başlıklı
yazıda ise Nuh Peygamber ve Hz. Muhammed’e atıflar yapılır: “… üzümün Nuh
Peygamber zamanında da bilindiği”ni aktaran yazar, şunları kaydedecektir:“…
üzüm Hz. Muhammed’in de gözünden kaçmamış:/ - Kuru üzüm ne güzel yiyecektir! /
diye, ona da bir dipnot düşürtmüştür. Sevgili Peygamberimiz üzümün bu
güzelliğini saptadıktan sonra da ‘Kuru üzüm ağız kokusunu –bu belayı-güzel
eder. Balgamı giderir’ diyecektir. Onun, üzümün kurusunu bile böyle övdüğüne
göre, yaşını varın siz düşünün!”
Şifalı Otlar Kitabı’na bir
“Bitirme” yazan İlhan Berk, başta da kullandığı gibi Allah için “Yukarı”
ifadesini kullanır. Metnin sonunda ise “En iyi bilen Tanrıdır” ifadesini
kaydeder.
İlhan Berk’in dini literatürden
aşırma yoluyla bir deneye girişmesi kimi Müslüman yazarları yanıltmıştır.
Onlar, Şifalı Otlar Kitabı üzerinden İlhan Berk’te keramet aramışlardır. Oysa
yaptığımız şu sondaj çalışması da gösteriyor ki İlhan Berk’in dini atıfları
genellikle sağlıksızdır. İstinadı sağlam olmayan materyallerle ördüğü Şifalı
Otlar Kitabı’nda şifa aramak, beyhude çabadır.
(Bu yazı, 1 Kasım 2012 tarihli Milli Gazete'de yayımlanması amacıyla hazırlanmıştır.)
19 Eylül 2019 Perşembe
RONİ GİBİ DÜŞÜNÜYORUM...
Geçenlerde Margulies’i bir edebiyat
töreni fotoğrafında görünce, zihnen işbu yazının nihai kararını verdim.
Dört beş kişilik bir panel masasını
yansıtıyordu gördüğüm fotoğraf. Margulies, masanın en sağında, sanki oraya
istemeyerek oturmuş bir ayrıksılık içinde, kollarını göğsüne bağlamış halde…
Mensubiyetine ayrılan bir kişilik
kontenjan sandalyesine ilişivermiş bu sembolik görüntü, bakın beni nerelere
götürdü…
Nereye olacak, şairin vaktiyle
söylediği bazı mühim satırlara…
Onun, önce dergilerde, daha sonra
Şiir, Yahudilik Vesaire (Kanat Yay., İst., 2004) adlı kitabında dile getirdiği
dikkate değer ifadelere…
Mesela “Attilâ İlhan ve Bizim
Kuşak” adlı yazısında, genel piyasaya hâkim şiirler için “Ne başı, ne sonu
olan, hiçbir şey anlatmayan, hiçbir şey söylemeyen, ayakları hiçbir yere
basmayan şiirler” yargısını verdikten sonra, bu yolda metinler oluşturanların
anlayışını “söyleyecek bir şeyi olmayanların şiire ettikleri bir hakaret”
olarak adlandırıyordu.
“Görüşsüzlükleri, yaramaz zekâları,
toplumsal vurdumduymazlıkları ve anlamsız şiirleriyle” ortalıkta arzı endam
edenlerin yargılandığı bu yazıdan sonra gelen “Şiir, Hakaret ve Eleştiri”
başlıklı metinde de konu devam ettirilir: “Bir yaramaz çocuk edasıyla biçim
ilginçlikleri, zekâ oyunları yapıldığını, anlaşılırlıktan ve okurdan tümüyle
uzaklaşıldığını ve anlamın, içeriğin tamamen yok olduğunu gözlemliyorum.
Üstelik çok zaman bunların bir çağı, bir düşünceyi veya içeriği daha iyi
yansıtabilmek için değil, sırf ilginçlik olsun diye veya hatta (yine en aşırı
şekliyle ifade edersem) şairin söyleyecek bir şeyi olmadığı ve bir şey
söylemiyor olduğunu gizlemek için yapıldığını düşünüyorum.”
Margulies’in gayet manidar olan
sözleri “Oyun, Sanat ve Savaş” adlı yazıyla pekişir. Bir derginin “Oyun”
dosyalı nüshasını ele alan yazar, karşılaştığı manzaraya haklı olarak
öfkelenir. Çünkü, o tarihlerde (2003) gerek Türkiye’de gerekse dünyada can alıcı
pek çok hadise cereyan etmektedir. Özellikle Amerikan emperyalizminin Irak’ta
giriştiği işgal ve katliamlar dünyayı kasıp kavurmaktadır. Ve böyle bir
zamanda, bu yaşananlardan tek bir satır dahi bahsetmeyip kendisini “eğlence ve
haşarılık” konvoyuna dâhil eden bir edebiyat dergisini varlığı kahredicidir…
Margulies’e göre, o günler
piyasasına hâkim olan şairler de bu derginin formatıyla özdeş bir tutum
içerisindedirler. Hayatla, dünyayla, insanla ilişkisi koparılmış olan şiir,
“İçi boş, ne kokan ne yaşama bulaşan, hiçbir okuyucunun aklında ve yaşamında
hiçbir yankı uyandırmayan, hiçbir etkileşim yaratmayan ve dolayısıyla şairin
kendisinden başka kimseyi ilgilendirmeyen bir şiir”dir.
Margulies’in bahsettiğim bu
düşüncelerini günümüz edebiyat (şiir) hayatıyla mukayese etmek mümkün mü?
Bence böyle bir zahmete katlanmanın
lüzumu yok. Tıpkısının aynısı bir manzarayla karşılaşacağınızdan şüpheniz
olmasın!
Aksini düşünün isterseniz siz,
benin görüşüm bu. Margulies gibi düşünüyorum.
Sebebi gayet açık: Bırakın dünyayı,
memlekette olup bitenlere ve bunlar karşısında şair ve yazar arkadaşların yazıp
çizdiklerine bakın:
Büyük mahkemelerin aldığı kararlara
bakın önce:
Üniversite adayı gençlerin oynanan
dünyalarına mesela, ÖSS ve başörtüsü kısıtlamalarına…
Sivil hayata vurulan darbelere
bakın, mesela parti kapatmalarına, ağır işleyen insanî açılımlara vurulan
prangalara…
Karanlık merkezlerden idare
edildiği izlenimi veren silahlı saldırılara bir göz atın…
Birtakım siyasî oluşumların
(partilerin) ortalığı kaosa götürmeye dönük çabalarına sonra…
Bir de şair ve yazar arkadaşların
tutumlarına…
Evet, şiir şölenleri, edebiyat
panelleri, sempozyumlar, festivaller birbirini kovalıyor… Ne güzel,
dergilerimiz dört başı mamur bir vaziyette aydan aya yayınlanıyor… İyi de,
hani, nerede hayatın şiiri, azmin hikâyesi, hürriyet fikrinin şaheseri?..
Velhasıl, Roni’nin fotoğraftaki
duruşuna ekliyorum kendimi; toplu görüntüye girmemek yolunda döndürüyorum
dilimi…
(İlk kez Milli Gazete’de 17 Aralık
2009’da yayımlanmıştır.)
Roni Margulies'in "Hümeyra" şiirini dinlemek için tıklayınız.
YENİ ÖZGÜRLÜKÇÜ SİVİL DİKTATÖRLÜKLER!
Büyülü bir “hapishane”den söz edeceğim. İnternet
ortamında yaşıyor. Onu “hapishane”
olarak yaftalayan ben değilim. Fiilleri doğuruyor.
Farkındayım, hayatın pek çok unsurunu içine alan, diğer bir
ifadeyle yeni bir “hayat alanı” konumuna gelen “net” aleminin herhangi bir
boyutunu “menfî” bir konumda görmek, göstermek kişiye zarar verir. Dikkatli
olmalıyım.
Öyleyse hemen belirteyim, beni “kötümser” kılan şey, TC hukuk
literatürüne kaydedilen “Bilişim Yasası”nın “asık yüz”ü değildir. Demek ki,
kanun kuvvetlerinin yoğun işlerine yeni işler katacak olan bu yazılı
yaptırımlar “sistemi” üzerinde kalem oynatmayacağım ortaya çıkmıştır. Bu
konuda, farklı maksatlara hizmetkârlık eden “STK”ların çoktandır belli bir
mukavemette bulunduğunu, bazı yüksek rütbeli köşe yazarlarının da zaman zaman
ikaz dolu satırlar kaleme aldığını hatırlatırsak, meseleyle ilgilenmediğimiz
anlaşılacak ve işimiz kolaylaşacaktır.
Öyleyse nedir derdimiz?
Derdim, eğer dertse,
“net”te hortlayan “tek adam” yönetim bölgeleriyle ilgilidir. Hayır,
mesele resmî, hukûkî veya herhangi kamusal bir fetiş unsuruyla bağlantılı
değildir. Görünüşte ve ilkesel olarak, tamamen daraltılmış (farazî) “özgür”
bir “harita” içinde hüküm sürmektedir:
“E- Groups” adlı ortak ve açık mektup güzergahlarında!..
Tabii, burada sıradan “gruplar” üzerinden satır kotardığım
zannında olanların “kıs” gülüşlerine göz kulak olunmamalı. Onların yanılgıları
kendilerini bağlıyor. Şöyle ki, bende endişe oluşturan “E-Groups” ortamlarının
niteliği farklıdır. Sözgelimi, “tek seçici”leri vardır bu dediklerimin.
“Mederatör” unvanlı “şef”ten başlayarak bütün grup üyeleri “ulusal” edebiyat
kümesinin elemanları arasından derlenmiştir. Seçim (imalat) hatası olanlar
hariç, üyelerin çoğunluğu “etkisiz” eleman konumundadır. “Tek seçici” ve
himayesindeki “etkisiz” topluluk bizde
rahatsızlık oluşturadursun, kahraman “medaratör” için problem “hatalı
seçim” unsurlarıdır. Onların grup içinde sergiledikleri uyumsuzluk…
Peki, bu problemi nasıl çözebilir “şef”? Şu örneklerde olduğu gibi
mi?
“Beyler, grubu kapatıyorum, artık keyif yapmak istiyorum.
Söyleyecek sözü, paylaşacak şiiri olanlardan özür dilesem mi? Hayır, bu kadar!”
“Savaşla ilgili mailler
burada bir son buluyor. (…) Savaşla ilgili mailleri engelliyorum bir süre
dinlensin kafamız. (…) Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. (…) Bomba! Nokta.
Tartışma olsun istemiyorum grupta. Ruhum daraldı artık, barış konusunda bile
anlaşamıyoruz. (…) Bu konuyu burada kapayalım.”
“Bu grup birilerine hesap vermek için oluşturulmadı. Amacımız şair
yazar avutmak değil. Artık problem oluşturan grup üyelerinin mesajlarını
denetleyip sisteme aktaracağım.
Uslanmayanı men edeceğim.”
Memleketin farklı edebiyat kesimlerine ait “e-grup”larının meşhur
(şair-yazar) “medaratör”lerince tuşlanan bu ve benzeri satırların hissi
dalgalanmalar oluşturmaması mümkün mü? İşin kötüsü, bu dalgalanmaların sonunda,
merkezî (resmî) Türk edebiyatının mahiyeti ile ilgili ilginç tespitlere
ulaşıyor insan: Mesela, edebiyat seçkinlerinin “e-grup”larında şahit olduğumuz
yasakçı, tek tipçi zihniyet kirli dişleriyle sırıtıp dururken, en azından düşünce meseleleri açısından,
“Bilişim Yasası”na ihtiyaç var mı?
Ulaştığım tespitlerden bir diğerini, belki de en önemlisini bir
soruyla gündeme getirebilir miyim: Acaba, merkezî otorite ile (e-gruplara da)
hâkim edebiyat dizgesi arasındaki uyum aynı düzlemde mi yürüyor? İkisi
arasındaki tek farklılık, ilkinin kendisini de mağdur eden şaşırtıcı üç boynuza
(yahut ‘teslis’e) bağlanması, ikincisininse kendinden menkul bir ‘tevhid’e
(‘edebiyat’a) sırt dayaması olabilir mi?
(İlk kez Milli Gazete’nin 17 Ağustos 2006 tarihli nüshasında
yayımlanmıştır.)
İKİNCİ YENİ: STATÜKONUN ŞİİRİ (Mİ?)
Şair Mustafa Oğuz henüz mürekkebi kurumamış bir yazısını gönderdi.
İkinci Yeni’nin “yeniliği”, daha doğrusu bu hareketin “yeni olmadığı” üzerine
bina edilmiş bir yazıydı. Getirdiği dayanaklar tutarlıydı. Sanırım yakında
meraklı her okura ulaşacak bu yazı. Bu yüzden ayrıntılarına girmiyorum.
Mustafa Oğuz’un yazısı bende yeni dikkatlerin uyanmasına sebep
oldu. Bunlar, İkinci Yeni şairlerinin zihniyetiyle ilgili hususlardı. Gerçi
Oğuz bu konu üzerinde de duruyordu.
Fakat onun söyledikleriyle benimkiler arasında birtakım farklılıklar
olacağından, işime devam ediyorum…
Ben, bu yazımda İkinci Yeni şairlerinden Turgut Uyar’ın
nesirlerine yansıyan zihniyet üzerinde duracağım. Bunun için de dar bir alanda,
kısa sorgulamalara gireceğim. Bu alan, şairin resmî ideolojiyle olan
ünsiyetiyle sınırlıdır.
Burada kullanacağım malzeme hakkında da küçük bir bilgi sunayım.
Alaattin Karaca’nın yenilerde derleyip
yayınladığı “Korkulu Ustalık” (YKY, İst., 2009) adlı kitabı kaynak
olarak kullanıyorum.
Turgut Uyar’ın resmî ideolojiyle ilgili yargılarını net olarak
ortaya koyan ilkyazı kitabın 91. Sayfasındaki “Devrimleri Sevmek” başlıklı metindir.
Uyar’ın A. Turgut imzasıyla yayımladığı bu yazı 10 Kasım 1957 tarihli Pazar
Postası’nda yer almış. Pazar Postası bilindiği gibi İkinci Yeni hareketinin
hayat bulduğu dergidir. İlgili yazıda Turgut Uyar, günün anlam ve önemine
binaen, genel atmosfere hâkim olan yargılara has bir nitelik taşıyan
düşünceleri dile getirmiş. Yazıda yer yer İnkılap Tarihi öğretmeni üslubuna
yaklaşılması ise ayrıca belirtilmelidir…
Turgut Uyar’ın resmî ideolojiyle aynı noktada buluştuğu bir başka
yazısı “Dil Sorunu” (s. 318) başlıklı metindir. Forum dergisinin Temmuz 1960
tarihli 151. Sayısında yayımlanmış olan bu yazıda “27 Mayıs 1960’ten sonra
yeniden aydınlığa, diriliğe kavuşa sorunlarımızdan biri” olan, “dil sorunu”
üzerinde durulmaktadır. 27 Mayıs darbesinin hemen sonrasında yazılan bu yazıda
Turgut Uyar, egemen ideolojiye net bir şekilde bağlılığını sergilerken,
yıllardır söylenegelen cümleleri tekrar etmekten de bıkmış görünmemektedir.
Bunu bir alıntı ile görünür kılalım: “Bize göre dilimizin gelişmesine, arılaşmasına
ilk önemli saldırış 1950 seçimlerinin hemen ertesinde, ezanın Arapça
okutulmasına izin verilmekle başlar.”
Milli Birlik Komitesi’ne selam durduğu bu yazısının dışında Turgut
Uyar’ın resmî anlayışla örtüştüğü satırlara, Türk Dili dergisinin 1 Nisan 1968
tarihli 199. Sayısındaki “Dergilerde”
başlıklı metinde rast gelinir. Burada, dil bağlamında, resmî anlayışa
aykırı tutum sergileyenler yargılanır.
Turgut Uyar’ın konu çerçevesinde başka cümleleri de vardır. Fakat
bunlardan en ilginci, onun “Bir Şiirden” adlı kitabında da yer alan (ki bu
kitap maalesef elimizdeki yazılar toplamına tamamen dercedilmiştir.) “Yahya
Kemal Beyatlı” adlı metindedir. Bu
metinde, Beyatlı’nın “maziye bağlı” oluşunu tersinden okur. Turgut Uyar’a göre
Beyatlı bu tutumuyla, resmî ulusçuluğu “uyandırmak, güçlendirmek, bir ulusa,
ulus olma bilincini vermek” konusunda “bilinçsiz” bir şekilde yarar
sağlamaktadır. Dolayısıyla Yahya Kemal’in bu yönünden memnun kalmak lazım
gelir…
Turgut Uyar’ın nesirleri üzerinden yaptığımız mini sorgulama bizi
İkinci Yeni’nin statükocu bir yapı olduğu gerçeğine götürür mü? Sanırım, evet.
Fakat diğer İkinci Yeni şairlerinin metinlerini, kuşkusuz en başta şiirlerini
incelememiz gerektiğini de belirtmeliyiz. Bu yazıyı başlangıç kabul edelim…
(İlk kez, Milli Gazete’nin 16 Nisan 2009 tarihli nüshasında
yayımlanmıştır.)
BURSA BURCUNDA BİR DÖNEM...
Malum olduğu üzere şehirlerin kimliğinde maddi donanımların yanı
sıra, manevî dinamikler de önemli rol oynar. Bu bağlamda Bursa’nın kütüğüne
kayıtlı onlarca şair, yazar, düşünür, bilim ve din adamı sayılabilir. Bunlar
sayesinde Bursa, bilim, kültür, sanat ve edebiyat alanlarında önemli bir yere sahip
olmuştur.
Bursa’nın elde ettiği zengin birikim, Bursalılar adına elbette bir
övünç vesilesidir. Fakat hiçbir övünç hâli, mevcut birikim ile sınırlı olamaz.
Zira başarı daima bir başka başarıyla pekiştirilmelidir. Başarıda süreklilik
adını verebileceğimiz bu durumu, Bursa’nın bilim, kültür, sanat ve edebiyat
hayatı için önemli bir hareket noktası olarak görmekteyiz.
Çok şükür, bizim çerçevesini çizmeye çalıştığımız hassasiyet bugün
Bursa’da belirli bir karşılık buluyor. Sözgelimi, belirli bir entelektüel birikim
sahibi olan insanların bahsettiğimiz dinamizm alanlarına yönelik ilgileri,
talepleri, yönlendirmeleri takdire şayan. Bundan daha önemlisi ise, bu ilgileri,
talepleri, yönlendirmeleri dikkate alan yerel yönetimlerin Bursa’da işbaşında
olması, bunların yerinde ve zamanında sözkonusu etkinliklere müdahil olması…
Yerel yönetimler bahsinde atıf yaptığımız kurum elbette Bursa Büyükşehir
Belediyesi… Fakat burada Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin bilim, kültür, sanat
ve edebiyat alanlarında gerçekleştirdiği faaliyetlerin genel bir raporunu
yazacak değiliz. Bunu yapmaktansa, sadece bir merkezde, İbrahim Paşa (Mahkeme Hamamı) Kültür Merkezi’nde ne gibi hizmetler
üretti, bunlara bakacağız.
Bu sezon dördüncü* hizmet yılına giren bir kültür merkezidir
İbrahim Paşa.
Bursa Büyükşehir Belediyesi, dört yıldır bu mekânda şehrin bilim,
kültür, sanat ve edebiyat hayatına pozitif birikimler sunuyor.
Başka yerel yönetimler ve kamu kurumları için de mümtaz bir örnek
teşkil edeceğini düşündüğüm bu birikiminlerin oluşumunda Bursa Büyükşehir
Belediyesi adına Bursa Kültür AŞ’nin büyük bir payı var.
Dört yıl kadar önce*, Kültür AŞ’nin Genel Müdürü Rıfat Bakan’ın engin
öngörüsü ve değerli iki şair dostun, Adem Turan ile Sıddık Ertaş’ın
İstanbul’dan gelerek el verdikleri “Pınarbaşı’nda Şiirin Atları” etkinliği bahsettiğimiz birikimin ilk adımını teşkil ediyor. Bu ilk adımda Bursalılarla bütünleşen şairler
arasında Arif Ay, Mustafa Özçelik, Nurettin Durman, Mehmet Atilla Maraş, Cumali
Ünaldı, M. Ragıp Karcı, Nurullah Genç, Osman Sarı, Metin Önal Mengüşoğlu yer
aldılar.
Şehrin tarihi Pınarbaşı semtinde, bir park çay bahçesinde başlayan
bu ilk hamle 2012’de şimdiki mekâna taşındı. Şehir merkezinde, bir viraneyken
restore edilen Mahkeme Hamamı’nın bir bölümünün kültürel etkinliklere tahsis
edilmesiyle oldu bu gelişme, ilerleme. Önce Burfaş, ardından daha güçlü bir
şekilde Kültür AŞ bu mekânı Bursa Büyükşehir Belediyesi adına kültürel amaçla
yönetmeye başladı. Özellikle Bursa Kültür AŞ’nin İbrahim Paşa Kültür Merkezi’ni
sevk ve idaresi mükemmeldi.
Şair, yazar, fikir adamı Metin Önal Mengüşoğlu’nun rehberliğinde
yürütülen çalışmalar hızla genişledi, büyüdü.
2012-2013 sezonunda iki haftada bir olmak üzere, her ay
tekrarlanan iki önemli etkinlik dikkat çekti İbrahim Paşa’da.
Mengüşoğlu’nun sunumuyla gerçekleşen ve adını Yunus Emre’den alan
“Hece Taşları” ve Cevat Akkanat’ın yönetiminde gerçekleşen “Edebiyat Akşamları”
programlarıydı bunlar. Mengüşoğlu Hece Taşları’nda Yunus Emre, Mehmet Akif,
Necip Fazıl gibi fikir ve edebiyat dünyamızın önemli isimlerini anlattı. Ayrıca
Divan şiiri ve Halk şiiri ile ilgili sunumlar da gerçekleştirdi.
Edebiyat Akşamları’nın misafirleri arasında ise Ahmet Kekeç, Cemal
Şakar, Yıldız Ramazanoğlu, Ümit Aktaş, Cahit Koytak, Turan Karataş, Hicabi
Kırlangıç, Mikail Bayram yer aldılar. Ayrıca münferit programlar da
gerçekleştirildi İbrahim Paşa’da. Atasoy Müftüoğlu’nun verdiği konferans gibi…
2013-2014 kültür sanat sezonunda ise İbrahim Paşa’daki etkinliklerin
sayısı haftada bir olmak kaydıyla ayda dört etkinliğe ulaştı. “Türkiye’de
İslamcılık Tartışmaları”, “Bir Bilge Bir Şair” ve “Güncelden Geleceğe” bu sezonun yeni programlarıydı. Edebiyat
Akşamları ise ikinci yılına giriyordu. Buna göre Türkiye’de İslamcılık
Tartışmaları’nda Metin Önal Mengüşoğlu, Yasin Aktay, Ramazan Kayan, Ercan
Yıldırım, Zübeyr Yetik, Ergün Yıldırım, Bilal Sambur, Cevat Özkaya konuşmacı
olarak yer aldılar.
Güncelden Geleceğe’nin misafirleri arasında ise Hatem Ete, Cafer
Solgun, Nevzat Çiçek, Burhanettin Can, Tayyar Arı, Ahmet Faruk Ünsal gibi
isimler konuştu.
Bir Bilge Bir Şair’in sunumunu Metin Önal Mengüşoğlu yaptı ve
dinleyicilerine Mehmet Âkif, Ali Şeriati, Said Çekmegil, Aliya İzzetbegoviç,
Sezai Karakoç gibi önemli şahsiyetleri takdim etti.
İkinci yılına giren Edebiyat Akşamları’nın misafirleri arasında
ise şu şair, yazar veya akademisyen edebiyatçılar yer alıyordu: Bünyamin
Doğruer, Fadime Özkan, Selim Temo, İlhan Genç, Ali Emre, Ali Osman Gündoğan, D.
Mehmet Doğan, Mücahit Koca, Hikmet Zeyveli…
İbrahim Paşa’da bunlardan başka önümüzdeki yıl beşincisi düzenlenecek
olan Naat Şiirleri Şöleni üç sezondur yapılagelmektedir. Bu şölende şimdiye
kadar yer alan şairler arasında Bahaettin Karakoç, Mustafa Özçelik, Nurettin
Durman, Adem Turan, Tayyip Atmaca, İbrahim Eryiğit, Şeref Akbaba, Özcan Ünlü,
Hüseyin Kaya, Celal Fedai, Rasim Demirtaş, Murat Soyak, Abdurrahman Adıyan, Mustafa
Oğuz, Yunus Emre Altuntaş, Murat Şahin yer aldılar.
2014-2015 kültür sanat mevsiminin başladığı şu günlerde* İbrahim
Paşa Kültür Merkezi yeni etkinliklere mekân olmaya hazır. Bu sezonda geçen
yıllardan devam eden iki programın, Edebiyat Akşamları ve Güncelden Geleceğe’nin
yanısıra, üç program daha icra edilecek: “Kavramlar Anlamlar”, “Hür Tefekkür
Mektebi” ve “Gençlerle Başbaşa”… Böylece ayda beş program olmak üzere, her ayın
bütün Çarşamba akşamları ve her ayın son Cuma’sı İbrahim Paşa’da dolu dolu
yaşanacak. Hemen belirteyim, bu programlardan beni en çok heyecanlandıranı
kendi sunduğum Edebiyat Akşamları değil artık. Sonuncusu, yani Gençlerle Başbaşa!
Zira gençler konuşacak o programda, bakalım neler söyleyecekler…
Bu arada, buraya kadar sayıp döktüğümüz programların ses kayıtlarının
çözülmekte olduğu, bunların önümüzdeki aylarda tek tek kitaplaştırılacağını da
kaydedelim…
Sonuç: Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin yüz akı olarak son dört yıla
damgasını vuran bu programların benzerlerini keşke bütün yerel yönetimler, kamu
hizmeti yapan büyük kurumlar, sivil toplum örgütleri gerçekleştirebilse…**
*Metnin güncelliğine müdahale etmedik. Sonraki çalışmalar ayrıca
değerlendirilebilir.
** Bu programlardan Edebiyat Akşamları’nın video kayıtlarını
youtube kanalımızda ilgililerinin dikkatine sunmaya başladık. Buradan ulaşabilirsiniz.
Kaynağında "Bursa'nın Kültür Merkezi: İbrahim Paşa Kültür Merkezi" adını taşıyan işbu yazıyı Bursa'da Zaman dergisinden okumak için tıklayınız.
18 Eylül 2019 Çarşamba
DENİLSİN
karşılaştırmalı faşizm çalışmaları dersi senin dersin
adlin aksine hareket eden bir hocalık derdindesin
tek taraflı tabanca eli silahlı dili intikam ve kin için
içini yer bitirir amansız vampir denilir sana denilsin
Bursa, 13 Kasım 2016
12 Eylül 2019 Perşembe
POKER'İN KÖY SİNEMASI
Türk sinemacılık tarihine küçük bir katkı yapmak istiyorum…
Sinemanın sadece şehre ait bir sanat olduğunu kim iddia ederse,
onun bilmediği bir şey var derim: Bizim çocukluğumuzda, yaşadığımız küçük
beldenin bir sinema cenneti olduğunu…
70’li yılların sonlarından söz ediyorum. Yaz aylarından, harman
sonundan.
Bugünün film festivallerine can verenler ibret alsın! Hele ki
tüccar sinema salonu sahipleri! Periyoda bakın; filmler haftada bir değil,
günlük değişiyor. Her gün iki film birden: Haftada on dört film!
Akşam ezanı olduktan kısa bir süre sonra, sokağa çıkıyor bütün
çocuklar. Pokerin evine doğru gidiyorlar, yani sinemaya!
O gün gösterilecek filmlerin afişleri bir gün öncesinden belirli
yerlere asılmıştır, sözgelimi kahveye, merkezî konumdaki birkaç evin duvarına.
Afişlerden günün filmiyle ilgili bir şeyler öğrenen çocukların
dilinde gün boyu dolaşan sözlere bir bakmak gerekir:
-Bugün Battal Gazi’nin filmi oynayacak!
-Yok be, Battal Gazi değil onun adı, Cüneyt Arkın. O senin
söylediğin dünkü filmin adı. Bugün, o filmi oynayan aktör başka bir filmde
görünecek!
Bu konuşmalar uzayıp gidecek. Ta ki film gösterimi başlayıncaya kadar.
Film ne zaman başlarsa, konuşmalar da o zaman kesilecek, hüküm, iyi ile kötünün
mücadelesine geçecek…
Küçük köyümüzün halkı, kadınıyla erkeğiyle bu filmleri izlemeye
gelirdi. Zaten sinema perdesi bir bahçeye kurulmuştu. Kadınlar bahçe içindeki
evin balkonundan seyrederdi filmi, erkekler ise bahçede, toprağın üzerine
oturarak…
İyiyle kötünün mücadelesi kızışınca bizim sinema bahçesinin ortamı
da kızışırdı. İyiliği savunan oyuncu bir kahramanlık gösterdiği sırada hemen
bütün herkes zevkten dört köşe olur, büyük bir alkış tufanı kopar. Hele ki kötü
olan karşı tarafı alt ederse bağrışılır, tempo tutulur:
-Yaşa be, ha şöyle, vur vur vur!
Film sıcak bir ortam içinde ilerlerken, birden bahçe ve perde
kararır. Cereyan kesilmiştir, elektrik ne arar, jeneratör iflas etmiştir!
Bağırış çağırışların
rüzgârı bu kez hedef değiştirmiştir. Islıklarla birlikte Poker’e sitem okları
gönderilmeye başlanır. Olacak iş midir tam da filmin en canlı yerinde böylesi
bir arıza!
Tamir bakım işleri gerçekleşene kadar yorumlar yapılır, oyunun
geleceği ile ilgili tahminlerde bulunulur…
Tabii filmin her kesilişi aynı sebebe bağlı değildir, kimisi de
kopuştan kaynaklanmaktadır. Film şeridi, kim bilir hangi zayıflatıcı etkenden
ötürü kopardı. Bir gösterimde birkaç kez yaşanan bu manzara, sabrımızı zorlasa
da, elden bir şey gelmezdi…
Kopan filmlerin işimize yaradığı da olurdu. Bunları yapıştırma
ameliyesinde bulunan Poker, bazı parçaları atardı. Çocukların işi ne, onları
alır, başka oyunların oyuncağı yapardık!
Sinema bahçesinin ortamını anlattım, peki bu bahçeye girişin
bedeli ne, merak ettiniz mi? Tek kişi 2,5 lira! Balıkesir’deki sinemalarla
oranlayacak olursanız hayli pahalı, fakat olacak o kadar… Sonra, bu bedeli
ödeyemeyenler için başka alternatifler de var: Poker bazı sinemaseverlere bir
iyilik yapıp bahçeye bedava alıyordu. Bir kısım kurnazlar ise bahçeye kaçak
yollardan girerek, sözgelimi duvardan atlayarak bedavacı olmak isterdi. Tabii
bunların çoğu kuyruğu kısmış bir vaziyette kapı dışarı edilirdi.
Poker’in birkaç yaz evinin bahçesine kurduğu bu sinemadan ben
oldukça faydalandım. O dönemin usta oyuncularını bu sinemada tanıdım. Haftada
birkaç kez gittiğim bu filmler benim edebiyatçı kimliğime katkı yapmıştır
sanırım…
Bu yazı, sinema tarihinden sonra, edebiyat tarihimize de bir katkı
oldu…
6 Eylül 2019 Cuma
BUZDOLABINDAN ÇIKARILAN CİN!
Yıllar önceydi. İşim gereği, Balıkesir’den Ankara’ya gidiyordum.
Oradan da otobüsle Kırıkkale’ye geçecektim. Önce zorlu bir tren yolculuğu. Gece
yarısında hareket ediyoruz ilk noktadan.
Dursunbey, Kütahya, Eskişehir, Polatlı, Sincan, Ankara… Sekiz saatlik
bir yol. Dokuz, hatta on saate çıkabilir. Genellikle böyledir. Zorlu dedim ya…
Benim gibi, ömrünün ilk
çeyreğinde yaptığı bütün yolculuklar raylar üzerinde geçenler için dert
değildir trenin tehiri. Bu gecikmeler, kimileyin yaşanılan zamanı kahreden bir zehir
gibidir, fakat yine de katlanılır. Adettendir, en küçük bir memnuniyetsizlik
bile, içte, sadece sinede çekilir.
Ülkü Tamer’in “Türkü Söyleyen Adam” şiirindeki şu mısralar böylesi
tren yolculukları için yazılmıştır sanki:
“Daya başını vagon camına
Türkünle çek treni
Yolcular sesine yabancı değil.”
Fakat ben o günlerde bu şiirden haberdar değildim. Değildim ama,
bu şiirde treni çekmeye aracı olan türküye benzer türküleri bilirdim. Bilir,
söylerdim:
“Ankara'nın tren yolu
Gahi eğri gahi doğru”
“Uzar gider demir yolu
Gözlerim yaş dolu dolu”
“Oy kara tren
Götür beni yara tren
Yüreğimde yar hasreti
Götür beni yara tren
Hasretliği bitir tren.”
“Gazelliden geçti tren bozuldu
Alnımıza kara yazı yazıldı.”
Türkü repertuarımın trenlerle ilgili olan kısmını daha fazla açığa
vurmayayım. Bakarsınız Ulaştırma Bakanlığı veya TCDD yetkilileri arasından
birileri çıkar da, daha yenilerde icat ettikleri 18 türkülük albümü yetersiz
görüp yeni bir derlemeye girişiverirler. Oysa ben onların rahatını bozma
taraftarı değilim.
Bu yüzden türkü faslına nokta…
“Türkü Söyleyen Adam”dan iki mısra daha okuyup, en başa, zorlu Ankara
yolculuğuma döneceğim:
“Bir uzun hava yarıştır telgraf telleriyle
Rayların mekiğiyle bir ağıt doku.”
Söz konusu seyahatimin Eskişehir noktasındayken iki yeni yolcu
bindi trenimize. Gecenin sabaha dönmeye başladığı saatler… Solumdaki koltuklar
onlara ait.
Yaşlı iki yolcu. Uzun zamandır görüşmemişler de, sanki bu yolculuk
onları buluşturmuş gibi. Söyleşmelerinden, dertleşmelerinden anlıyorsunuz bunu.
Ahlar vahlar arasında, geçmiş zamanın tatlı yahut acı sahnelerini yaşıyorlar.
Vaktiyle, aynı iş kolunda, birlikte çalışmışlar. Kışlada rütbe makamında
bulunmuşlar, apolet yükseltmişler. Şimdilerde ise “E” halindeler, yani “emekli”
konumundalar. Gecenin bu evresinde yüksek perdeden yapıp durdukları
konuşmalardan anlaşılıyor bütün bunlar ve dahi şunlar:
Hayat arkadaşları terk-i dünya etmiştir. Çoluk çocukları ise
çoktan kopup gitmiştir. Kendi başlarına kalmışlığın, hayatı tek başına yaşama
mecburiyetinin ıstırabı içindedirler. En başta, vaktiyle hanımefendiler yahut
onların emrindeki “hizmetkârlar” tarafından yapılan bazı işler, sözgelimi,
yemek yapma, bulaşık ve çamaşır yıkama, giysi ütüleme gibi zaruri şeyler hayatı
çekilmez kılmaktadır. Bunlara buldukları çareler yok değildir gerçi. Mesela
ikiliden birisi yemeğini dışarıda yemektedir. Bu iyi bir çözüm değildir, çünkü
hazır yemek ev yemeğine benzememektedir. Diğerinin bu konudaki çözümü ise daha
ekonomiktir. Yemeği kendisi yapmaktadır. Zira öğrencilik yıllarında yatılı
mektepte okumuş, o günlerde yemek yapmayı öğrenmiştir. Uzun yıllar bu
yeteneğini kullanmamış olsa da iş başa düşünce hatırlamış, körelen marifetini
canlandırmıştır. İşte bu ikinci “E”, yemekleri yaparken tencereleri bolca
doldurmakta, yemeği çokça yapmaktadır. Böylece, bir kez pişirdiği yemeği,
buzdolabını da kullanarak, değişik aralıklar içinde, birkaç öğünde
yiyebilmektedir. Gerçi bu çözüm yolunun da bazı sıkıntılar doğurduğu vakidir.
Mesela, yemeğin bozulmasını kimi zaman buzdolabı da engelleyememektedir. Bu
yüzden bozulmuş yemeklere kaşık çaldığı bazı öğünler de olmuştur…
Yolculuktaki iki yan komşumun hikâyeleri belli bir düzen halinde
sabaha kadar sürdü gitti. Karşılıklı anlatımlarda pek çok ilginç husus, nice
hayret verici hayat sahnesi, kederli yahut
sevinçli yaşama serüveni dönüp duruyordu. Bu yüzden, misafir kulağım beni
uyutmadı. Olsun, o gece benim uykuma mal olan bu esrarlı muhavereden pek çok
şey öğrendim sonuçta. Uykusuzluk buna değerdi…
***
Şimdi, sözü bağlama zamanı. Bir tren yolculuğu ile başlayıp
türkülerle yol aldığımız, sonra iki “acıklı” emekli hikâyesine daldığımız bu
yazıyı nereye bağlayacağız?
Okuyucu belki de kızacak bana, oldu mu ya diyecek, bu
anlattıklarınız şu anlatacaklarınızla bağdaşır mı?
Evet, ikinci “E”nin yemek bahsinde bulduğu çözüm noktasına atıf
yapacağız: Buzdolabına konulan ve sırası gelince sofraya konulan yemek bahsine.
Bu bahsin “bozulmuş” sıfatıyla anılan kısmına…
Diyeceğiz ki, benzeri bozulmuşluk ve kokuşmuşluklara Türkiye siyaset
arenasında ne kadar sık rastlıyoruz. Daha geçen hafta gördük birisini. 28 Şubat
darbecileri arasında rol alan bir “E” siyasetçi, “Demokrat” bir “Pehlivan”
unvanı aldı.
Doğru, bu kez buzdolabından çıkan yemek değil, “cin”di. Üstelik
“tonik” de vardı üst rafta, yedekte. Fakat ikisi de bozuktu, kokuşmuştu.
Üstelik millet de bunu biliyordu ve “yemez”, içmezdi. Yahut yer ve içerse...
(İlk kez 28 Mayıs 2008'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
İT GÖZÜ
Bu seferki, örneğine sıkça rastladığımız köpek haberlerine
benzemiyordu. Onlar genellikle haberciliğin alfabesine binaen ve haber
sıkıntısı çekilen zor zamanlarda, sayfalarda boş yer kalmasın diye
yayınlanıyordu: “Adam iti ısırdı!”
Oysa, elimizdeki gazeteden okuduğumuz haberin nabzı başka
atıyordu. Sanki bir hinoğlu hinliğin üzerine bina edilmişti. Kurgusundan
üslubuna, hatta görsel desteğine (fotoğrafına) kadar, farklı kokular
sızdırıyordu: Hiçleyici, tahakküm edici, alçaltıcı, alaycı, zulmedici…
Basının ve bağlı olarak kameranın, fotoğraf makinesinin,
mikrofonun, zihnî bir tecavüz mekanizması halinde “kaba” bir dördüncü “kuvvet”
kılındığı demler az yaşanmamıştır. Gerçi bu dünya içinde bulunanlardan pek
çoğu, ellerindeki “organ”ın bu şekilde kullanılmasını üzüntüyle karşılamış
olsalar da, son aşamada seyirci kalmaktan öte bir duruş sergileyememişlerdir.
Dolayısıyla, burada ele aldığımız örnek haber ve eklentileri, olan bitene
“üzüntü makamı” konumunda dahil olan sahici emektarlarla da bir miktar
ilgilidir: Böyle hallerde seyircilik de suçtur!
Şöyle devam edelim, haber alma verme sistemi ve sistemin aletleri,
silahla eşdeğer bir niteliğe bürününce, ister istemez taciz ve tecavüz nesnesi
olmaktan öte bir kisveye bürünmüyor. Mesela, böyle bir sahne, sosyolojik kayıtlara
postmodern darbe olarak geçen süreçte, Mamak Köprüsü üstünden ve hemen
aşağıdaki İHL bahçesinden çılgın “zoom”lamalar ile sunulmuştu. Bir örnek olsun diyedir, atlamadan geçmek
olmaz: Son günlerde, yeni bir göreve atanan bir devlet adamının ev kapı
girişinden alınan fotoğraf karesi de, aynı “sempatik” niyetin farklı bir
kaydına denk düşüyordu.
Böylece, bir “sabit”in “ispat”ını gerçekleştirdikten sonra, ikinci
paragrafımızda işaret ettiğimiz habere dönelim. Bu kez eline silah verilen bir
köpektir: “Bush’un Köpeğinin Gözü Hizasından Beyaz Saray”.
Kolayca anlaşılacağı gibi, kameranın zâhirî yönü her ne kadar
Beyaz Saray’a dönük olsa da, maksat daha sonra hasıl olacağından, esasta
okuyucunun beynine yöneliktir.
Ajanstan özenle alınan bu haber gazetenin eteğine
iliştirilivermiştir. İyi ki sürmanşet yapmamışlar diyesiniz geliyor,
haklısınız. Fakat, alay etmek, tahakküm etmek, dumura uğratmak, zihnin altını
üstüne getirmek için bu da yeter değil midir? Üstelik, haberin devamında şunlar
da kayıtlıdır: “Bush’un köpeğinin gözleri hizasına takılan minik kamerayla,
Beyaz Saray’ın görüntüleri kayda alındı.”
Sahi, çocuklarımızın Toni adını vermesi muhtemel bu eniğin gözleri
hizasından Beyaz Saray nasıl görünüyordur dersiniz?
- Dev gibi?!
- Nurdan bir alev gibi?!
Biz bilmiyoruz, ne kadar merak etsek de boşuna.
Fakat, ilgili mekâna Toni’nin gözüyle bakanlar ipucu verebilir.
Zira, onların keskin gözleri millete tepeden bakmayı tercih etmektedir.
ÂKİF KENDİ ŞAİRLİĞİNİ NASIL GÖRDÜ?
Âkif’in kendi şiiriyle ilgili ilk tespiti, Safahat külliyatının
ilk kitabının girişindedir. Birinci Safahat’ın bu girizgâh metni, aynı zamanda
okura yapılmış bir ithaf gibidir. Şair burada sade bir seslenişin akabinde,
şair şiiriyle ilgili hükümler verir. Fakat dikkatle okunursa bu metin sadece
şairin kendi şiirine dönük hükümlerle sınırlı değildir. Aynı zamanda, bir
şiirde hangi unsurların bulunması lazım geldiğine dair ipuçları da verir: Şiir,
evet, ‘samimi’dir, ‘hüner’lidir, ‘sanatlı’dır, ‘hisli’dir, hatta Âkif’in ‘dili’
olmayan ‘kalbi’ne tercüman olursak, ‘anlatılamayan’dır. Okuyucuya dönük bu
‘ithafname’ her ne hikmetse, pek çokları tarafından Âkif’e mahsus bir
‘itirafname’ olarak takdim edilmekte, nihayet onun şairliğine halel getirici
bir sunumla tahlil edilmektedir: “Bana sor sevgili kâari’, sana ben
söyliyeyim,/Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım:/Bir yığın söz ki,
samîmiyyeti ancak hüneri;/Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım./ Şi’r
için ‘göz yaşı’ derler, onu bilmem, yalnız,/ Aczimin giryesidir bence bütün
âsarım!/ (…)”
Âkif’in çokça tartışılan şiirlerinden birisi olan “İ’tirâf”, dört
mısradan oluşan bir metindir. Şairin Birinci Safahat’ındaki son şiir olan bu
metin, şairin bizzat kendisi tarafından o döneme kadarki kendi şiirlerine
yönelik olarak yaptığı öz değerlendirmedir: “Safahât’ımda, evet, şi’r arayan
hiç bulamaz;/Yalınız, bir yeri hakkında “Hazîn işte bu!” der./Küfe? Yok. Kahve?
Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya?/Üçbuçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!”
Metnin künhüne vâkıf olmayanlar şairin bu “İ’tirâf”ını bütün (7
kitaplık) Safahat külliyatı için ve menfî bir üslûp içinde ele alırlar. Oysa,
yukarıda da belirttiğimiz gibi bu metin Birinci Safahat’ın sonunda yer
almaktadır. Ayrıca, bu metinde şairin şiir söylemekteki yüksek gücünü de fark
edemeyenlere şunu soralım: “heder olmuş koca bir ömrün” “hazin”liğine tekabül
eden Safahat’ın o “bir yeri” hangi saf şiirlere tekabül eder?
Safahat’ın dördüncü kitabı olan “Fâtih Kürsüsünde”nin (ki eser
bütünüyle “Hamâsî şairimiz Midhat Cemal’e” ithaf edilmiştir) ilk parçası olan
“İki Arkadaş Fâtih Yolunda” manzumesinde sohbet ederek Fâtih’e doğru yol alan
iki arkadaş, bir ara sözün kullanılışı konusunda konuşmaya başlarlar. Burada
karşımıza çıkan anahtar kavramlar, “nükte”, “hayâl”, “hakîkat”tir… Şairin
tercihi sonuncusundan yanadır: “- Sabahleyin yine bir hayli nükte
fırlattın!/Hayâli bol bol akıttın, serâbı çağlattın!/-Hayır, hayâl ile yoktur
benim alış verişim…/İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim./Şudur cihanda
benim en beğendiğim meslek:/Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!/“Odun”
dedin de, tuhaftır, ne geldi aklıma, bak: / (…)
Aynı metinde Fatih Camii bağlamında mimarî, fen, hendese gibi
hususlar üzerinde konuşulurken, konu
sanatta üslup meselesine de gelir Sanatta aslolanın üslûp olduğu fikrinin
verildiği bu metinde, ecdadın bu yolda güzide eserler yaptığı ve bunların örnek
alınması gerektiği bildirilir: “- Nasıl şu banka güzel bir binâ mı? /-Pek o
kadar/ Fena değilse de, nisbetle, bir biçimli duvar/Mesâbesinde kalır câmi’in
yanında… /-Garib!/Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehîb!/-O başka…
Sorsalar üslûb için “şudur” denemez./Asâlet olmalı san’atta evvelâ… Bu:
Melez!/Hayır, melez de değil… Belki birçok üslûbun/Halîta hâli ki, tahlîle
kalkışılsa: Uzun!/Necîb eser arıyorsan: Sebile bak, işte…/Taşıp taşıp
dökülürken o şi’r-i berceste,/Safâ-yı fıtratı şâhid ki: Tertemiz
aslı;/Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı!/Görüp bu cûşîş-i san’atta
rûh-i ecdâdı,/Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı!”
“İki Arkadaş Fâtih Yolunda” başlıklı metnin sonlarında Fâtih
semtindeki su kemerleri üzerine konuşmaktadırlar. Bu çerçevede su kemerlerinin üstün
nitelikleri anlatılır. Fakat sanatın mehareti henüz bitmemiştir. İnce
hesaplarla oluşturulmuş ölçülü eserler vücuda getirilmiştir: “Fakat mehâret-i
san’at bununla bitti mi ya?/Hayır! Görülmelidir ayrı ayrı maksemler:/Bakınca
hayret edersin… Ne ince iş, ne hüner!/Hakîkaten şaşacak şey… Ne vâkıfâne
hesâb!/Su öyle bir dağıtılmış ki… (…)”
Beşinci kitap olan “Hatıralar”ın bir parçasında (Âl-i İmrân suresi
173. ayet mealiyle başlayan bölüm) sanatının aslî kaynağını ortaya koyan şair
şöyle seslenmektedir: “Cebânet, meskenet, dünyâda sığmaz rûh-i İslâm’a…
/Kitâbullâh’ı işhâd eyledim – gördün ya- da’vâma./Görürsün, hissedersin varsa
vicdânınla îmânın:/Ne müdhiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın/O vicdan
nerdedir, lâkin? O îman kimde var? Heyhât!/Ne olmuş, ben de bilmem, pek
karanlık şimdi hissiyyât!”
Asım’ın ilerleyen sayfalarında “şairlik” Hocazade’yle Köse İmam
arasında, Hocazade’nin diliyle ve bir latife halinde şöyle gündeme gelir: “Beni
gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem,/Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma,
Köse’m.”
Bu latifenin kullanıldığı bölüm, memleketteki mektep ve
medreselerin menfi durumuyla ilgili kanaatlerin Hocazade tarafından tenkid
edildiği bölümdür. Kendi şairliği ve Köse İmam’ın ilmi de bunlardan arınmış
değildir.
Âkif’in (veya eserindeki şair kahramanın) kendi sanatıyla ilgili
çeşitli vesilelerle dile getirdiği manzum metinlerden yola çıkarak şu tespiti
yapabiliriz: Şairimiz samimi, hisli, yüzü hakikate dönük, orijinal üslup
sahibidir. İnce ve ölçülü sözleri, hamasetle söyler. Devrinin ruhundan
etkilenmiş, bununla birlikte Kur’an’ı temel kaynak olarak almıştır.
(İlk kez 25 Aralık 2014 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
ÖLÜ VE KOKUSU
Zosima dedenin hayata vedaını anlatan bölümü, Karamazov
Kardeşler’in hayranlık uyandıran halkalarından birisidir. Dostoyevski’nin bu
sevimli papazı, romana ad veren Karamazovlar’dan Alyoşa’ya (Aleksey Fiyodoroviç
Karamazov; ki Zosima dede ona her bakımdan nüfuz etmiştir.) kendisiyle ilgili
verdiği bilgelerden sonra “Tanrının huzuruna” çıkar.
Kutsal kitabın emri üzerine, rahiplere ve ömrünü perhizle
geçirenlere tatbik edilen ince temizlik ve özgün kefenlemeden sonra, her mevta
gibi Zosima da tabuta yerleştirilir. Fakat beklenenin aksine, Zosima’nın ölü
bedeni hemen asıl tören yeri olan kiliseye götürülmez ve bütün gün, sağlığında
meskun olduğu hücrede tutulup ziyarete açılır.
Belirtmekte fayda var, Zosima dedenin hayattayken gösterdiği en
önemli “keramet” hastaları iyileştirmektir. “Halk”ın Zosima dededen beklediği
“sağaltım” onun cansız bedeninden yahut “uçmağ”a giden ruhundan da “beklenilir”
olmalı ki, yas mekânına tedavi amacıyla gelen veya getirilen hastaların sayısı
hayli artmıştır. Bu durum cenaze törenini idare etme görevini üstlenen Peder
Paisiy’i çileden çıkarmış olmakla birlikte, onun da elinden bir şey
gelmemektedir.
Zosima dede için okunan dualar, düzenlenen ayin ve törenler
geleneklere uygun bir şekilde devam ederken zaman da hızla ilerler. İşte ne
olduysa ilerleyen bu saatlerde olmuştur. Karamazov Kardeşler’in bu bölümüne
romantik bir müdahalede bulunan Dostoyevski, şöyle der: “Öğleden sonraydı. Daha
saat üç olmamıştı ki, geçen kitabın sonunda söz ettiğimiz o olay meydana geldi.
Bu, hepimiz için o kadar beklenmedik ve herkesin düşündüğüne o kadar aykırı bir
şeydi ki, tekrar ediyorum, olup bitenler bugün bile kentimizde ve tüm çevrede
hâlâ tüm ayrıntılarıyla ve heyecanla, sanki bugün olmuş gibi olağanüstü bir
şekilde canlandırılarak anlatılır.”
Dostoyevski’nin bizzat araya girerek anlattığı “o olay”,
Zosima’nın cansız “vücudunun çürümeye başlaması” ve çevreye “kötü bir koku
yayması”dır.
Bu beklenmedik olay, kısa zamanda bütün şehre yayılır. Hatta,
“dine bağlı olsun olmasın herkeste bir kuşku” uyandırır: “Dine bağlı olmayanlar
buna sevindiler. Dine bağlı olanlara gelince; onların arasında da bu işe
dinsizlerden çok daha fazla sevinenler oldu. Çünkü (ölen dedenin bir gün öğüt
verirken dediği gibi) insanlar doğru yolda olanın alçalmasından, utanç verecek
bir duruma düşmesinden hoşlanırlar.” Birbirine rakip kişi ve kitleleri karşı
karşıya getiren bu olay, cenazeyi ziyaret etme oranını azaltmak yerine artırır.
İşte yazarın bir başka müdahalesi: “Kesinlikle şunu söyliyebilirim ki; asıl
saat üçten, o insanları yanlış düşüncelere yönelten olay meydana geldikten
sonra manastıra bağlı olmayan ve dışardan gelen ziyaretçilerin akını daha da
şiddetlendi. Belki de o gün manastıra gelmeyi akıllarından bile geçirmeyen,
belki de oraya gelmiyecek olan birçok kişi şimdi mahsus geliyorlardı; bunların
arasında mevkileri önemli bazı kişiler de vardı.”
Sözkonusu olay başta rahipler olmak üzere farklı kesimler arasında
tartışmalara yol açar. Dostoyevski olan bitenleri romanın müteakip sayfalarında
hararetle anlatır: Düşünceler çatallaşır, sükûnet dağılır, huzur kaçar…
*
Karamazov Kardeşler’in bu bölümü ibretlerle doludur. Rusya ve pek
çok Doğu ülkesi gibi, Türkiye’de de sıkça karşılaştığımız benzeri manzarayı bu
kısa roman parçası üzerinden yorumlamamız, yargılamamız mümkündür: Kendilerine
“halk” denilen “kitlelerin”, bir vesileyle, ölülerden veya ölümlülerden “medet”
ummaları başka nasıl (m)izah edilebilir?
(İlk kez 16 Kasım 2006'da Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
CEMAL SÜREYA: ELBET İNANIYORUM TANRIYA AMA…
1950’lerin ortalarından itibaren Türk Şiiri’nin girdiği bir
merhaleyi temsil eden İkinci Yeni Hareketi, İlhan Berk(1916-2008), Turgut
Uyar(1927-1985), Edip Cansever (1928-1986), Cemal Süreya (1931-1990), Sezai
Karakoç (1933), Ece Ayhan (1931-2002),
Ülkü Tamer (1937) gibi şairleriyle
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın en etkili edebî hamlelerinden birisi
olmuştur.
Garipçiler eliyle şiirin sıfır noktasına indiği bir süreçte
gelerek şiirdeki tıkanıklığı açması, devrinin ruhunu yansıtmadaki başarısı ve
kendinden sonra gelen kuşakları etkileme gücü ile bugün de hâlâ yoğun bir
şekilde ilmî ve edebî araştırmalara konu olmaktadır İkinci Yeni… Bununla birlikte, hareketin şairleri, Sezai
Karakoç hariç, şimdiye kadar dinî unsurlar bakımından yeterli bir incelemeye
tabi tutulmamışlardır.
Oysa, bu şairlerin gerek şiirlerinde gerekse şiir dışı (Deneme,
eleştiri, fıkra, günlük, hatıra, mektup, mülakat, vb.) eserlerinde dinî
unsurlara pek çok atıflar yapılmaktadır. Öyle ki, bu alanda atılacak bir adım,
büyük birikimler içeren bir eserin vücuda gelmesine yarayacaktır.
Bu galip zannımızın bir parçası olarak, kuşkusuz bir gazete
köşesinin imkânlarını da göz önünde tutarak, zaman zaman İkinci Yeni şairlerini
burada ele alacağız.
Bu çerçevede, işbu yazımızda olduğu üzere, konumuzu olabildiğince
daraltacağız: “Cemal Süreya Şiirinde Allah” gibi…
Konumuzu böylece sınırlandırdıktan sonra, şu anahtar malumatı da
verelim: Cemal Süreya’nın bütün şiirlerini içeren “Sevda Sözleri” (YKY, 2.
Bas., İst., 1996) adlı kitabında “Allah/Tanrı” ile ilgili olarak şu sayfalarda
atıflar yapılmaktadır: 33, 35, 52, 61, 85, 100, 208, 212, 279, 296.
Şimdi sıra, bu atıfların hangi vesilelerle ve ne şekilde
yapıldığıdır.
Cemal Süreya kimi zaman günlük hayatta çok defa karşımıza çıktığı
şekliyle, deyimler, klişe sözler halinde zikreder ‘Allah’ı. “Nehirler Boyunca
Kadınlar Gördüm” (s. 33) başlıklı manzumede böyle bir durum vardır: “Dicle
kıyılarına tiren varınca/Büyük bir gökyüzü git allahım git”
Aynı tutum “Terazi Türküsü”nde (s. 52) de söz konusudur. Üç
dörtlükten oluşan metnin her dörtlüğü şu iki dizeyle (nakarat olarak)
tamamlanır: “Doldur doldur Allah’ı seversen/Anası satılsın burjuvazinin”
Cemal Süreya’nın “Hafta Sekiz” (s. 279) adlı manzum metnindeki şu
kullanım da böyledir: “Âşıkane cümlelerle filân hep/Bir değil, on değil,
Allah’ın her gecesi/Karım beni gölgemle aldatıyordu…”
Bu tarz kullanımın bir benzeri, seslenme edatı (ünlem/nida) olarak
Allah’ı telaffuz etmektir. “Sımsıcak, Çok Yakın, Kirli” (s. 85) başlıklı
metinde olduğu gibi: “Tanrım! Tanrım!/Neler öğrenmiyor ki çetrefil güz”.
Cemal Süreya’nın bazı metinleri ise Allah’a olan uzak mesafesine
delil olacak mahiyettedir. Onun “Onların Yani Sizin” (s. 35) adlı manzumesinde
bu bilinçli aykırılığı görmek kolay olsa gerek:
“Sizin, yani onların hayatlarına/Allahlar girmiş, Allahlardan
kurtulamıyorlar/Allahlar, yani çarşıda, pazarda, yani evde/Yani arabalarına taş
koydukları caddelerde/Bir dilim jandarma ekmeği kürekte, kürek denizde/Yani
sızlayageldiği şey öbür taraflarının/ Yani gölgesinden ölümü görmüş gibi
korkulan/Allahlar, yani yine yanıldıkları”
Dikkatlerden kaçmayan bu tercih “Göller Denizler” (s. 296)
manzumesinde şu görünümü alır: “Ölüm mü,/Bir gölün dibinde durgun
uykudasın//Denizler?/ Tanrılar karıştırır durur denizleri..”
Bu iki metninde Allah’ı Antik Yunan-Latin mitolojisinin algı
sınırları çerçevesinde bir yaklaşımla diline alan Cemal Süreya, benzeri bir
edayla olmamakla birlikte “1994 Eliyle, Samanyoluna” (208) adlı manzumesinde
hafif bir üslup kullanır. Altışar dizelik iki bentten oluşan metnin ikinci
parçasını okuyoruz: “Ama kadınlar, Tanrım,/Öyle sevdim ki onları/Gelecek
sefer/Dünyaya/Kadın olarak gelirsem,/Eşcinsel olurum.”
İşbu yazımızla amacımız edebiyat tarihine mal olmuş bir şahsın
iman telakkisini sorgulamak değil. Bununla birlikte bizzat Cemal Süreya, kendi
eliyle bize bu doğrultuda malzemeler sunuyor. İşte bunların sonuncusu: “Türkü”
adlı (s. 212) metnini şöyle bitirmiş: “Sanmasınlar inanmıyorum/Elbet inanıyorum
tanrıya/Herkesin kendi tanrısı var/Sen ölünce ölüyor o da.”
Cemal Süreya şiirine yaptığımız bu küçük sondaj şunu gösterir mi?
Şiir sadece şiir değildir. Farklı bir
cümle mi kurmuş oluruz bilmiyorum, şöyle soralım, şairin dini imanı yoktur diye
kim demiş?
(İlk kez 9 Şubat 2012 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştı.)
KÖPEKLER, ŞAİRLER, BRUTUSLER...
Sizin de
ilginç huylarınız vardır, garip alışkanlıklarınız, tuhaf ilgi alanlarınız. Akla
hayale gelmeyecek şeylerdir bunlar başkaları için.
Benim var.
Böyle dedim ama, hepsini söylemeyeceğim. Bildiğiniz bir tanesi üzerinden
yürüyeceğim: İte puşta dair ıvır zıvır malzemeyi derdest edip biriktirmek, yeri
ve zamanı gelince onları edep dairesi içinde memleket edebiyatına kazandırmak…
Her ne kadar
küçük bir sürç-i lisan ile, itin yanına puştu eklemişsek de, tashih edelim,
puşt lafın gelişi. Ona dokunmak harcımız değil…
Puştu layık
olduğu üzere başımızdan defettikten sonra, gelelim bu yazının malzemesini
işlemeye:
Elimizde bir
haber var; bir dergide (N. G. Kids, Haziran 2007, s. 17), ilginçlik adına
kullanılmış: “Chihuahua kırması Midge evcil bir kedi kadar küçük, ama yasadışı
uyuşturucu maddeleri koklayarak bulacak kadar büyük bir burnu var. O
sertifikalı bir polis köpeği.” Okuyanda, bu işte bir tersliğin olduğu fikri
doğacağı önceden hesaplanmış olmalı ki, haberin devamında gerekli açıklama
yapılıyor: Polis köpekleri genelde büyük cinslerden seçilir; “ama bu köpekler
çoğu zaman küçük yerlere giremeyecek kadar iri olurlar.” İşte Midge diğer
meslektaşlarının iriliğine bir alternatif olarak “Chihuahua kırması” olarak
yetiştirilmiş: “… mobilyalara tırmanıyor, emekleyerek yatakların altına
girebiliyor.” Hatta “şifonyer çekmecelerine girdiği bile oluyor.”
Oldu olacak,
haberi tamama erdirelim: Her iyi polis köpeği gibi cesur olan Midge’nin en iyi
dostu Alman çoban köpeği Brutus imiş ve onunla halat çekme oyunu oynamayı çok
sevmekteymiş…
İnsanlarla
köpeklerin dostluğuna itirazım yok; iki köpeğin birbiriyle “dostluğu”na ise
güvensizlikle birlikte itirazım var…
Sahiplerinin
emrine kul olmuş; bu yolda birbiriyle ‘dostluk’ kurmuş iki köpeğin haberini bir
tarafa bırakmanın zamanı geldi. Tam da araya Brutus’un köpekliği
sıkıştırılacakken. Şu malum hadiseyi hatırlayın: Sezar’ın katline ortak olmuştu
ya çok güvendiği Brutus ve şöyle demişti ya Sezar son defa: “Sen de mi oğlum
Brutus!”
Tam o sırada
Brutus ‘patron’unu hançerlemiş, kendi çıkarlarının köpekliğine soyunmuştu.
Hikâye:
Şair
Hayyâle’nin işi gücü kendi egosunu tatmin edecek hallere girip çıkmakmış. Bu
yolda bulabildiği bütün münasip nâ-münasip yolları yürümekten çekinmez, atmadık
taklalar, yemedik herzeler bırakmazmış. Bunca çabanın sonunda, zafere ulaştığı
pozisyonlar olurmuş elbette. Mesela, birkaç parlak şiir cümlesiyle etkisi
altına aldığı yeniyetmeler onu pışpışlayıp dururlar, şiirlerine nazireler
yazarlar, eserlerini elden ele gezdirirlermiş. Böylece hem kendilerinin hem de
üstadları Hayyâle’nin nefsini köreltirlermiş:
“Üstâd-ı
azamımız sen çok yaşa!”
“Bizi hayal
havuzunda yüzdürenimiz binler yaşa!”
“Şiirdeki
pir-i muganımız el-hak yaşa!”
Bu böyle
devam edecek değil ya, gün gelip ses soluk, şak şak alkış kesilince bizim Şair
Hayyâle’ye bir haller olmuş.
Mantıken
düşünürseniz, bu hallerin aradaki gelenek bağına göre pek de tabiî olduğuna
kanaat getirirsiniz. Çünkü eski yeniyetmeler şimdi kendi üstadlıklarının
postuna oturmuş vaziyettedirler.
Fakat
şaşkınlık içine düşen Şair Hayyâle akıbetinin mesuliyetini kendi küçük
ahmaklığında arayacağına sağa sola sataşmaya başlamış.
Hikâye şöyle
bitiyor: Şaşkın Hayyâle, karşısında eski düşmanlarıyla birlikte, köpeksi
ahlâkla beslediği eski çömezlerini de bulmuş… Tabii, artık her bir eski çömeze
karşı “Et tu, Brute!” cümlesini kullanma yani son nefesi verme zamanı gelip
çatmıştır...
(İlk kez 4 Ekim 2007'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)
5 Eylül 2019 Perşembe
YÜKSEL CADDESİNDE
Yüksel Caddesinde ağaç doğrama
Dip çöküş vadisi yüksek kanama
Emniyetteyiz ya nedir muradın
Kalbimde Ankara yaralı yama
Bir zaman griydi ne zaman diri
Şaşırdı Müslüman kimin kiriydi
Kibir evliyaymış ahali şaşkın
Ölüydü Ankara an kara şimdi
Sözün başı sonu her dem sükuttur
Söylesem her birin hiç umut yoktur
Darüşşifa olsun cehennem ona
Ankara nicedir nemenem kurttur.
Ankara, 4 Ekim 2018
4 Eylül 2019 Çarşamba
ŞİMDİ BİR DALGALARA BİNMEK
şimdi bir dalgalara binmek gelir içimden
şimdi rüzgâr delişmen efkâr
delisoğuk sokaklar sıcak içilir
doğurgan ağaçlar şimdi
bilinir
koşaradım hareketlidir
şimdi bir dalgalara binmek gelir içimden
amuttan iniş zamanındayız çocuklar
elektriği bedenimizde yokediş zamanındayız
fotoğraflarını yırtmak şartıyla yarınki gün
çiçekçedir acılar
çekilir
şimdi bir dalgalar binmek gelir içimden
İzmir, Aralık 1985
(Max Jacob'un Ülkü Tamer tarafından hazırlanan ve Yeditepe Yayınlarınca yayımlanan Seçme Şiirler, -İst., 1965- kitabının arka iç kapağına kurşunkalemle...)
şimdi rüzgâr delişmen efkâr
delisoğuk sokaklar sıcak içilir
doğurgan ağaçlar şimdi
bilinir
koşaradım hareketlidir
şimdi bir dalgalara binmek gelir içimden
amuttan iniş zamanındayız çocuklar
elektriği bedenimizde yokediş zamanındayız
fotoğraflarını yırtmak şartıyla yarınki gün
çiçekçedir acılar
çekilir
şimdi bir dalgalar binmek gelir içimden
İzmir, Aralık 1985
(Max Jacob'un Ülkü Tamer tarafından hazırlanan ve Yeditepe Yayınlarınca yayımlanan Seçme Şiirler, -İst., 1965- kitabının arka iç kapağına kurşunkalemle...)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)