26 Eylül 2019 Perşembe

BEYİT

Gölcük'ten Silivri'ye
Depremdir hep Türkiye.

Ankara, 26 Eylül 2019

DÜŞEN TARİH

Zilzal ikaz olmalı herhal
Filhal tövbe diyoruz derhal

Ankara, 26 Eylül 2019

24 Eylül 2019 Salı

İLHAN BERK'İN ŞİFALI OTLAR KİTABINDA ŞİFA ARAMA!


İlk baskısı 1982’de yapılan Şifalı Otlar Kitabı (YKY, İst., 2004) İlhan Berk’in nesir kitapları arasında ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulur. Bitkileri çeşitli yönleriyle anlatan İlhan Berk, kitabının temeline “Alternatif Tıp” sahasına ait farklı kitapları yerleştirmiş, oralardan yaptığı ‘ç-alıntılarla’ ilginç bir deneye girişmiştir. Kitaba kaynaklık eden yayınlardaki üsluptan olsa gerek, İlhan Berk bu çalışmasında bol bol dini gönderme yapar. Bu göndermeler arasında İslâmî ‘görünümlü’ olanlar hayli fazladır. Fakat iyice bakıldığında, İslâm’a aykırı yaklaşımlara da rastlanır.
İlhan Berk, kitabının başına dini bir söylem havası taşıyan bir epigraf yerleştirir: “Şifalı otlar bulucuları gibi ben de kitabıma Yukarı’nın adıyla başlarım.” Şair burada ‘Tanrı’yı  “Yukarı” kelimesiyle ifade etmiştir. Kitabın “Başlama” adlı girişinde ise daha açık bir tutum takınılmıştır. İşte Allah’a yaptığı yakarıştan bir bölüm: “Bu yeryüzü ki senindir, başkaca hiç kimsenin değildir ve orasını denizler, karalar, ormanlar, göklerle çevirip bütün yaratıkların, bütün canlı cansızın yurdu yapıp hepsinin de zengin demeyip fakir demeyip güzel hallerini alınlarına yazıp türlü nimetlere de boğup o yüzü nice güneşler görmüş adı güzel Muhammed’i ve de onunla her sayfası güzel harflerle donanmış kitaplar kitabı Kuran’ı da yol göstersin diye bu dünya denen –çatısız, direksiz- yere indirip sonra da kullarının günleri çeşitli bitkiler, hayvanlarla bu dünyada –eski bir ev sahibi gibi- güzel sağlık içinde geçsin diye ‘Lokman’a hikmet verdik’ deyip, her şeyi de bizim kılıp o güzeller güzeli yukarıki yerine çekildin.”
“Otların, Hayvanların Padişahı Lokman Hekim Üstünedir” başlığına koyduğu dipnotta Lokman Hekim’i anlatan İlhan Berk, kitapların “ondan Halil İbrahim Peygamber kuşağından” diye bahsettiğini, “Tanrı’nın sevgili kulları arasına karışıp birçok peygamberle görüş”tüğünü, “Hz. Davut’un ateşli elinde meydana gelen kalkanı sabırla seyret”tiğini belirtir.
 “Adamotu”nda, bu otun Tevrat’taki karşılığını da veren İlhan Berk, padişahlardan bahsettiği bir cümlede, onları “Tanrı mezarlarını aydınlatsın” şeklinde selamlar. Aynı metinde “Hz. Süleyman”, “Havva Anamız”, “Âdem Babamız” şu cümleler içinde kullanılır: “Hz. Süleyman’ın da kurdun kuşun dilini bilmesinin, yüzük taşının altına koyduğu bir atamotu kökünden geldiği söylenir. Havva Anamız da, Âdem Babamıza adamotuyla yanaştığı için onun aklını başından almıştır.” Bu arada, kitabının girişinde Allah’a yakaran İlhan Berk, “Adamotu”nun sonunda farklı şeylere dua etmektedir: “- Ey gece! Ey sır küpü gece! Ve ey yerin altındaki üç başlı zebani! Hep duyun! Ey kara yer, sen sihirbazlara şifalı otlar sunarsın.”
“Ayva” adlı metinde Hz. Peygamber’e şöyle atıf yapar: “Dünya nimetlerine hiçbir zaman gözlerini kapamayan Hz. Muhammed –Tanrı’nın selamı üzerine olsun- otlara değin uzanan insanlığını ayvadan da esirgememiş: / -Ayva yiyiniz! buyurmuştur. / Böylece de ayva kutsallığa bürünmüştür. Müslüman bir meyve olup çıkmıştır. Öyle ya, yalnız insanlar, kentler, mahalleler, sular, kokular Müslüman olmaz ya? Ayva da olacaktır elbet.”
“Defne” metninde de Hz. Muhammed’e atıf yapan İlhan Berk, O’nun bu bitki hakkında konuşmadığını belirtir: “Ta eski çağlardan beri bilinmesine karşın, nedense sevgili Peygamberimizin sağlık öğütlerine girmemiştir. Bir çöl insanının sözlüğüne nasıl girsin, demeyin. İnciri, narı, zeytini nasıl soktuysa, isteseydi, onun için de bir ayet düşürürdü.”
“Ebegümeci”nde bu bitkiye “kutsal bitki” denildiğini kaydeden İlhan Berk, “Elma”yı ise “cennet meyvesi” olarak anlatır: “Değil mi ki bu cennet meyvesini Havva Anamız, Âdem Babamıza sunmuş; böylece de insanoğlunun tarihiyle yeryüzünün çizgisi değişmiştir.” “Gül” başlıklı yazıda sözü Peygamberimize getiren İlhan Berk, bir kaynağa atıf yaparak, “O. H. Mürşit Efendimiz de, Peygamberimiz onu yüceliğinden, güzelliğinden yaratmıştır, diyecektir. Peygamberimizin –Tanrı’nın selamı üzerine olsun- kokusunun da onda olduğunu ekleyecektir.”
“İncir” adlı metinde Hz. Muhammed ve Hz. Âdem’e atıflar yapılmıştır: “Bütün meyvelerde dişilik bulan D. H. Lawrence, incirde sesini daha bir yükselterek ‘İncir çağlar boyu dişilik yarığının adı olagelmiştir’ de. Biricik peygamberimiz de (A. S. V.) (?!) (bilinmez aynı nedenden mi) onu övmekten kendini alamamış, ‘İncirden az bile olsa yiyiniz. Çünkü ben cennetten indirilmiş bir meyveyi söylemiş olsaydım, o meyvenin incir olduğunu söylerdim’ diye buyurur. (…) … incir, dişilik belasıyla yıkana, yoğrula, gide gele, kendine, tarihte bir yer ayırtmayı bilmiştir.”
“Kabak” metninin girişinde “Eski şifalı otçular kabağı anlata anlata bitiremezler. Dinsel bir büyü bulurlar onda.” diyen İlhan Berk, sözü Hz. Muhammed’e getirir: “Bu belki de peygamberimizin onu çok sevmesindendir. Değil mi ki peygamberimiz, ‘Kabak dimağı geliştirir. Aklı artırır’ diye buyurmuştur.” “Nar” yazısında Hz. Muhammed’e atıf yapan İlhan Berk, şunları söylemektedir: “Meyveler içinde en zengin mitologyayı narın oluşturduğunu biliyor muydunuz? Sevgili Peygamberimiz nar için bir hadis düşürerek ‘Narı içindeki zarı ile yiyiniz, muhakkak ki o mideyi temizler’ diye buyurmuştur. Yalnız bu kadar mı? Onu, eskiler de Muhammed’in dişlerine benzeterek, yere düşürülmesinin, hele hele çiğnenmesinin günah olduğunu da söyleyerek ölümsüzleştirmişlerdir.”
“Pelin”de yazar, Allah’ı şöyle anar: “Ölü yeşili ya da gümüşsü, gri yeşil diyorum ben ona. Sevgili Tanrımız onu eline alıp bir kanaviçe işler gibi işlemiştir sanki.” “Üzüm” başlıklı yazıda ise Nuh Peygamber ve Hz. Muhammed’e atıflar yapılır: “… üzümün Nuh Peygamber zamanında da bilindiği”ni aktaran yazar, şunları kaydedecektir:“… üzüm Hz. Muhammed’in de gözünden kaçmamış:/ - Kuru üzüm ne güzel yiyecektir! / diye, ona da bir dipnot düşürtmüştür. Sevgili Peygamberimiz üzümün bu güzelliğini saptadıktan sonra da ‘Kuru üzüm ağız kokusunu –bu belayı-güzel eder. Balgamı giderir’ diyecektir. Onun, üzümün kurusunu bile böyle övdüğüne göre, yaşını varın siz düşünün!”
Şifalı Otlar Kitabı’na bir “Bitirme” yazan İlhan Berk, başta da kullandığı gibi Allah için “Yukarı” ifadesini kullanır. Metnin sonunda ise “En iyi bilen Tanrıdır” ifadesini kaydeder.
İlhan Berk’in dini literatürden aşırma yoluyla bir deneye girişmesi kimi Müslüman yazarları yanıltmıştır. Onlar, Şifalı Otlar Kitabı üzerinden İlhan Berk’te keramet aramışlardır. Oysa yaptığımız şu sondaj çalışması da gösteriyor ki İlhan Berk’in dini atıfları genellikle sağlıksızdır. İstinadı sağlam olmayan materyallerle ördüğü Şifalı Otlar Kitabı’nda şifa aramak, beyhude çabadır.
(Bu yazı, 1 Kasım 2012 tarihli Milli Gazete'de yayımlanması amacıyla hazırlanmıştır.)


19 Eylül 2019 Perşembe

RONİ GİBİ DÜŞÜNÜYORUM...

Geçenlerde Margulies’i bir edebiyat töreni fotoğrafında görünce, zihnen işbu yazının nihai kararını verdim.
Dört beş kişilik bir panel masasını yansıtıyordu gördüğüm fotoğraf. Margulies, masanın en sağında, sanki oraya istemeyerek oturmuş bir ayrıksılık içinde, kollarını göğsüne bağlamış halde…
Mensubiyetine ayrılan bir kişilik kontenjan sandalyesine ilişivermiş bu sembolik görüntü, bakın beni nerelere götürdü…
Nereye olacak, şairin vaktiyle söylediği bazı mühim satırlara…
Onun, önce dergilerde, daha sonra Şiir, Yahudilik Vesaire (Kanat Yay., İst., 2004) adlı kitabında dile getirdiği dikkate değer ifadelere…
Mesela “Attilâ İlhan ve Bizim Kuşak” adlı yazısında, genel piyasaya hâkim şiirler için “Ne başı, ne sonu olan, hiçbir şey anlatmayan, hiçbir şey söylemeyen, ayakları hiçbir yere basmayan şiirler” yargısını verdikten sonra, bu yolda metinler oluşturanların anlayışını “söyleyecek bir şeyi olmayanların şiire ettikleri bir hakaret” olarak adlandırıyordu.
“Görüşsüzlükleri, yaramaz zekâları, toplumsal vurdumduymazlıkları ve anlamsız şiirleriyle” ortalıkta arzı endam edenlerin yargılandığı bu yazıdan sonra gelen “Şiir, Hakaret ve Eleştiri” başlıklı metinde de konu devam ettirilir: “Bir yaramaz çocuk edasıyla biçim ilginçlikleri, zekâ oyunları yapıldığını, anlaşılırlıktan ve okurdan tümüyle uzaklaşıldığını ve anlamın, içeriğin tamamen yok olduğunu gözlemliyorum. Üstelik çok zaman bunların bir çağı, bir düşünceyi veya içeriği daha iyi yansıtabilmek için değil, sırf ilginçlik olsun diye veya hatta (yine en aşırı şekliyle ifade edersem) şairin söyleyecek bir şeyi olmadığı ve bir şey söylemiyor olduğunu gizlemek için yapıldığını düşünüyorum.”
Margulies’in gayet manidar olan sözleri “Oyun, Sanat ve Savaş” adlı yazıyla pekişir. Bir derginin “Oyun” dosyalı nüshasını ele alan yazar, karşılaştığı manzaraya haklı olarak öfkelenir. Çünkü, o tarihlerde (2003) gerek Türkiye’de gerekse dünyada can alıcı pek çok hadise cereyan etmektedir. Özellikle Amerikan emperyalizminin Irak’ta giriştiği işgal ve katliamlar dünyayı kasıp kavurmaktadır. Ve böyle bir zamanda, bu yaşananlardan tek bir satır dahi bahsetmeyip kendisini “eğlence ve haşarılık” konvoyuna dâhil eden bir edebiyat dergisini varlığı kahredicidir…
Margulies’e göre, o günler piyasasına hâkim olan şairler de bu derginin formatıyla özdeş bir tutum içerisindedirler. Hayatla, dünyayla, insanla ilişkisi koparılmış olan şiir, “İçi boş, ne kokan ne yaşama bulaşan, hiçbir okuyucunun aklında ve yaşamında hiçbir yankı uyandırmayan, hiçbir etkileşim yaratmayan ve dolayısıyla şairin kendisinden başka kimseyi ilgilendirmeyen bir şiir”dir.
Margulies’in bahsettiğim bu düşüncelerini günümüz edebiyat (şiir) hayatıyla mukayese etmek mümkün mü?
Bence böyle bir zahmete katlanmanın lüzumu yok. Tıpkısının aynısı bir manzarayla karşılaşacağınızdan şüpheniz olmasın!
Aksini düşünün isterseniz siz, benin görüşüm bu. Margulies gibi düşünüyorum.
Sebebi gayet açık: Bırakın dünyayı, memlekette olup bitenlere ve bunlar karşısında şair ve yazar arkadaşların yazıp çizdiklerine bakın:
Büyük mahkemelerin aldığı kararlara bakın önce:
Üniversite adayı gençlerin oynanan dünyalarına mesela, ÖSS ve başörtüsü kısıtlamalarına…
Sivil hayata vurulan darbelere bakın, mesela parti kapatmalarına, ağır işleyen insanî açılımlara vurulan prangalara…
Karanlık merkezlerden idare edildiği izlenimi veren silahlı saldırılara bir göz atın…
Birtakım siyasî oluşumların (partilerin) ortalığı kaosa götürmeye dönük çabalarına sonra…
Bir de şair ve yazar arkadaşların tutumlarına…
Evet, şiir şölenleri, edebiyat panelleri, sempozyumlar, festivaller birbirini kovalıyor… Ne güzel, dergilerimiz dört başı mamur bir vaziyette aydan aya yayınlanıyor… İyi de, hani, nerede hayatın şiiri, azmin hikâyesi, hürriyet fikrinin şaheseri?..
Velhasıl, Roni’nin fotoğraftaki duruşuna ekliyorum kendimi; toplu görüntüye girmemek yolunda döndürüyorum dilimi…

(İlk kez Milli Gazete’de 17 Aralık 2009’da yayımlanmıştır.)

Roni Margulies'in "Hümeyra" şiirini dinlemek için tıklayınız.


YENİ ÖZGÜRLÜKÇÜ SİVİL DİKTATÖRLÜKLER!

Büyülü bir “hapishane”den söz edeceğim. İnternet ortamında yaşıyor. Onu  “hapishane” olarak yaftalayan ben değilim. Fiilleri doğuruyor.
Farkındayım, hayatın pek çok unsurunu içine alan, diğer bir ifadeyle yeni bir “hayat alanı” konumuna gelen “net” aleminin herhangi bir boyutunu “menfî” bir konumda görmek, göstermek kişiye zarar verir. Dikkatli olmalıyım.
Öyleyse hemen belirteyim, beni “kötümser” kılan şey, TC hukuk literatürüne kaydedilen “Bilişim Yasası”nın “asık yüz”ü değildir. Demek ki, kanun kuvvetlerinin yoğun işlerine yeni işler katacak olan bu yazılı yaptırımlar “sistemi” üzerinde kalem oynatmayacağım ortaya çıkmıştır. Bu konuda, farklı maksatlara hizmetkârlık eden “STK”ların çoktandır belli bir mukavemette bulunduğunu, bazı yüksek rütbeli köşe yazarlarının da zaman zaman ikaz dolu satırlar kaleme aldığını hatırlatırsak, meseleyle ilgilenmediğimiz anlaşılacak ve işimiz kolaylaşacaktır.
Öyleyse nedir derdimiz?
Derdim, eğer dertse,  “net”te hortlayan “tek adam” yönetim bölgeleriyle ilgilidir. Hayır, mesele resmî, hukûkî veya herhangi kamusal bir fetiş unsuruyla bağlantılı değildir. Görünüşte ve ilkesel olarak, tamamen daraltılmış (farazî) “özgür” bir  “harita” içinde hüküm sürmektedir: “E- Groups” adlı ortak ve açık mektup güzergahlarında!..
Tabii, burada sıradan “gruplar” üzerinden satır kotardığım zannında olanların “kıs” gülüşlerine göz kulak olunmamalı. Onların yanılgıları kendilerini bağlıyor. Şöyle ki, bende endişe oluşturan “E-Groups” ortamlarının niteliği farklıdır. Sözgelimi, “tek seçici”leri vardır bu dediklerimin. “Mederatör” unvanlı “şef”ten başlayarak bütün grup üyeleri “ulusal” edebiyat kümesinin elemanları arasından derlenmiştir. Seçim (imalat) hatası olanlar hariç, üyelerin çoğunluğu “etkisiz” eleman konumundadır. “Tek seçici” ve himayesindeki “etkisiz” topluluk bizde  rahatsızlık oluşturadursun, kahraman “medaratör” için problem “hatalı seçim” unsurlarıdır. Onların grup içinde sergiledikleri uyumsuzluk…
Peki, bu problemi nasıl çözebilir “şef”? Şu örneklerde olduğu gibi mi?
“Beyler, grubu kapatıyorum, artık keyif yapmak istiyorum. Söyleyecek sözü, paylaşacak şiiri olanlardan özür dilesem mi? Hayır, bu kadar!”
 “Savaşla ilgili mailler burada bir son buluyor. (…) Savaşla ilgili mailleri engelliyorum bir süre dinlensin kafamız. (…) Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. (…) Bomba! Nokta. Tartışma olsun istemiyorum grupta. Ruhum daraldı artık, barış konusunda bile anlaşamıyoruz. (…) Bu konuyu burada kapayalım.”
“Bu grup birilerine hesap vermek için oluşturulmadı. Amacımız şair yazar avutmak değil. Artık problem oluşturan grup üyelerinin mesajlarını denetleyip sisteme aktaracağım.  Uslanmayanı men edeceğim.”
Memleketin farklı edebiyat kesimlerine ait “e-grup”larının meşhur (şair-yazar) “medaratör”lerince tuşlanan bu ve benzeri satırların hissi dalgalanmalar oluşturmaması mümkün mü? İşin kötüsü, bu dalgalanmaların sonunda, merkezî (resmî) Türk edebiyatının mahiyeti ile ilgili ilginç tespitlere ulaşıyor insan: Mesela, edebiyat seçkinlerinin “e-grup”larında şahit olduğumuz yasakçı, tek tipçi zihniyet kirli dişleriyle sırıtıp dururken,  en azından düşünce meseleleri açısından, “Bilişim Yasası”na ihtiyaç var mı?
Ulaştığım tespitlerden bir diğerini, belki de en önemlisini bir soruyla gündeme getirebilir miyim: Acaba, merkezî otorite ile (e-gruplara da) hâkim edebiyat dizgesi arasındaki uyum aynı düzlemde mi yürüyor? İkisi arasındaki tek farklılık, ilkinin kendisini de mağdur eden şaşırtıcı üç boynuza (yahut ‘teslis’e) bağlanması, ikincisininse kendinden menkul bir ‘tevhid’e (‘edebiyat’a) sırt dayaması olabilir mi?

(İlk kez Milli Gazete’nin 17 Ağustos 2006 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.)

İKİNCİ YENİ: STATÜKONUN ŞİİRİ (Mİ?)

Şair Mustafa Oğuz henüz mürekkebi kurumamış bir yazısını gönderdi. İkinci Yeni’nin “yeniliği”, daha doğrusu bu hareketin “yeni olmadığı” üzerine bina edilmiş bir yazıydı. Getirdiği dayanaklar tutarlıydı. Sanırım yakında meraklı her okura ulaşacak bu yazı. Bu yüzden ayrıntılarına girmiyorum. 
Mustafa Oğuz’un yazısı bende yeni dikkatlerin uyanmasına sebep oldu. Bunlar, İkinci Yeni şairlerinin zihniyetiyle ilgili hususlardı. Gerçi Oğuz bu konu üzerinde de duruyordu.  Fakat onun söyledikleriyle benimkiler arasında birtakım farklılıklar olacağından, işime devam ediyorum…
Ben, bu yazımda İkinci Yeni şairlerinden Turgut Uyar’ın nesirlerine yansıyan zihniyet üzerinde duracağım. Bunun için de dar bir alanda, kısa sorgulamalara gireceğim. Bu alan, şairin resmî ideolojiyle olan ünsiyetiyle sınırlıdır.
Burada kullanacağım malzeme hakkında da küçük bir bilgi sunayım. Alaattin Karaca’nın yenilerde derleyip  yayınladığı “Korkulu Ustalık” (YKY, İst., 2009) adlı kitabı kaynak olarak kullanıyorum.
Turgut Uyar’ın resmî ideolojiyle ilgili yargılarını net olarak ortaya koyan ilkyazı kitabın 91. Sayfasındaki “Devrimleri Sevmek” başlıklı metindir. Uyar’ın A. Turgut imzasıyla yayımladığı bu yazı 10 Kasım 1957 tarihli Pazar Postası’nda yer almış. Pazar Postası bilindiği gibi İkinci Yeni hareketinin hayat bulduğu dergidir. İlgili yazıda Turgut Uyar, günün anlam ve önemine binaen, genel atmosfere hâkim olan yargılara has bir nitelik taşıyan düşünceleri dile getirmiş. Yazıda yer yer İnkılap Tarihi öğretmeni üslubuna yaklaşılması ise ayrıca belirtilmelidir…
Turgut Uyar’ın resmî ideolojiyle aynı noktada buluştuğu bir başka yazısı “Dil Sorunu” (s. 318) başlıklı metindir. Forum dergisinin Temmuz 1960 tarihli 151. Sayısında yayımlanmış olan bu yazıda “27 Mayıs 1960’ten sonra yeniden aydınlığa, diriliğe kavuşa sorunlarımızdan biri” olan, “dil sorunu” üzerinde durulmaktadır. 27 Mayıs darbesinin hemen sonrasında yazılan bu yazıda Turgut Uyar, egemen ideolojiye net bir şekilde bağlılığını sergilerken, yıllardır söylenegelen cümleleri tekrar etmekten de bıkmış görünmemektedir. Bunu bir alıntı ile görünür kılalım: “Bize göre dilimizin gelişmesine, arılaşmasına ilk önemli saldırış 1950 seçimlerinin hemen ertesinde, ezanın Arapça okutulmasına izin verilmekle başlar.”
Milli Birlik Komitesi’ne selam durduğu bu yazısının dışında Turgut Uyar’ın resmî anlayışla örtüştüğü satırlara, Türk Dili dergisinin 1 Nisan 1968 tarihli 199. Sayısındaki “Dergilerde”  başlıklı metinde rast gelinir. Burada, dil bağlamında, resmî anlayışa aykırı tutum sergileyenler yargılanır.
Turgut Uyar’ın konu çerçevesinde başka cümleleri de vardır. Fakat bunlardan en ilginci, onun “Bir Şiirden” adlı kitabında da yer alan (ki bu kitap maalesef elimizdeki yazılar toplamına tamamen dercedilmiştir.) “Yahya Kemal Beyatlı” adlı metindedir.  Bu metinde, Beyatlı’nın “maziye bağlı” oluşunu tersinden okur. Turgut Uyar’a göre Beyatlı bu tutumuyla, resmî ulusçuluğu “uyandırmak, güçlendirmek, bir ulusa, ulus olma bilincini vermek” konusunda “bilinçsiz” bir şekilde yarar sağlamaktadır. Dolayısıyla Yahya Kemal’in bu yönünden memnun kalmak lazım gelir…
Turgut Uyar’ın nesirleri üzerinden yaptığımız mini sorgulama bizi İkinci Yeni’nin statükocu bir yapı olduğu gerçeğine götürür mü? Sanırım, evet. Fakat diğer İkinci Yeni şairlerinin metinlerini, kuşkusuz en başta şiirlerini incelememiz gerektiğini de belirtmeliyiz. Bu yazıyı başlangıç kabul edelim…

(İlk kez, Milli Gazete’nin 16 Nisan 2009 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.)

BURSA BURCUNDA BİR DÖNEM...

Gerek tarihteki kimliği gerekse bugünkü yapısıyla Bursa dünyanın başta gelen bilim, kültür, sanat, siyaset ve ticaret merkezlerinden birisi olmuştur. Bursa’nın geçmişten gelen bu kimliği, dinamik duruşlarla geleceğe uzanacak, böylece şehrin bugüne renk veren, şekil veren Bursalıları da soylu birer aktör olarak geleceğin altın sayfalarına yazdıracaktır.
Malum olduğu üzere şehirlerin kimliğinde maddi donanımların yanı sıra, manevî dinamikler de önemli rol oynar. Bu bağlamda Bursa’nın kütüğüne kayıtlı onlarca şair, yazar, düşünür, bilim ve din adamı sayılabilir. Bunlar sayesinde Bursa, bilim, kültür, sanat ve edebiyat alanlarında önemli bir yere sahip olmuştur.
Bursa’nın elde ettiği zengin birikim, Bursalılar adına elbette bir övünç vesilesidir. Fakat hiçbir övünç hâli, mevcut birikim ile sınırlı olamaz. Zira başarı daima bir başka başarıyla pekiştirilmelidir. Başarıda süreklilik adını verebileceğimiz bu durumu, Bursa’nın bilim, kültür, sanat ve edebiyat hayatı için önemli bir hareket noktası olarak görmekteyiz.
Çok şükür, bizim çerçevesini çizmeye çalıştığımız hassasiyet bugün Bursa’da belirli bir karşılık buluyor. Sözgelimi, belirli bir entelektüel birikim sahibi olan insanların bahsettiğimiz dinamizm alanlarına yönelik ilgileri, talepleri, yönlendirmeleri takdire şayan. Bundan daha önemlisi ise, bu ilgileri, talepleri, yönlendirmeleri dikkate alan yerel yönetimlerin Bursa’da işbaşında olması, bunların yerinde ve zamanında sözkonusu etkinliklere müdahil olması…
Yerel yönetimler bahsinde atıf yaptığımız kurum elbette Bursa Büyükşehir Belediyesi… Fakat burada Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin bilim, kültür, sanat ve edebiyat alanlarında gerçekleştirdiği faaliyetlerin genel bir raporunu yazacak değiliz. Bunu yapmaktansa, sadece bir merkezde, İbrahim Paşa (Mahkeme Hamamı) Kültür Merkezi’nde ne gibi hizmetler üretti, bunlara bakacağız.
Bu sezon dördüncü* hizmet yılına giren bir kültür merkezidir İbrahim Paşa.
Bursa Büyükşehir Belediyesi, dört yıldır bu mekânda şehrin bilim, kültür, sanat ve edebiyat hayatına pozitif birikimler sunuyor.
Başka yerel yönetimler ve kamu kurumları için de mümtaz bir örnek teşkil edeceğini düşündüğüm bu birikiminlerin oluşumunda Bursa Büyükşehir Belediyesi adına Bursa Kültür AŞ’nin büyük bir payı var.
Dört yıl kadar önce*, Kültür AŞ’nin Genel Müdürü Rıfat Bakan’ın engin öngörüsü ve değerli iki şair dostun, Adem Turan ile Sıddık Ertaş’ın İstanbul’dan gelerek el verdikleri “Pınarbaşı’nda Şiirin Atları” etkinliği bahsettiğimiz birikimin ilk adımını teşkil ediyor. Bu ilk adımda Bursalılarla bütünleşen şairler arasında Arif Ay, Mustafa Özçelik, Nurettin Durman, Mehmet Atilla Maraş, Cumali Ünaldı, M. Ragıp Karcı, Nurullah Genç, Osman Sarı, Metin Önal Mengüşoğlu yer aldılar.
Şehrin tarihi Pınarbaşı semtinde, bir park çay bahçesinde başlayan bu ilk hamle 2012’de şimdiki mekâna taşındı. Şehir merkezinde, bir viraneyken restore edilen Mahkeme Hamamı’nın bir bölümünün kültürel etkinliklere tahsis edilmesiyle oldu bu gelişme, ilerleme. Önce Burfaş, ardından daha güçlü bir şekilde Kültür AŞ bu mekânı Bursa Büyükşehir Belediyesi adına kültürel amaçla yönetmeye başladı. Özellikle Bursa Kültür AŞ’nin İbrahim Paşa Kültür Merkezi’ni sevk ve idaresi mükemmeldi.
Şair, yazar, fikir adamı Metin Önal Mengüşoğlu’nun rehberliğinde yürütülen çalışmalar hızla genişledi, büyüdü.
2012-2013 sezonunda iki haftada bir olmak üzere, her ay tekrarlanan iki önemli etkinlik dikkat çekti İbrahim Paşa’da.
Mengüşoğlu’nun sunumuyla gerçekleşen ve adını Yunus Emre’den alan “Hece Taşları” ve Cevat Akkanat’ın yönetiminde gerçekleşen “Edebiyat Akşamları” programlarıydı bunlar. Mengüşoğlu Hece Taşları’nda Yunus Emre, Mehmet Akif, Necip Fazıl gibi fikir ve edebiyat dünyamızın önemli isimlerini anlattı. Ayrıca Divan şiiri ve Halk şiiri ile ilgili sunumlar da gerçekleştirdi.
Edebiyat Akşamları’nın misafirleri arasında ise Ahmet Kekeç, Cemal Şakar, Yıldız Ramazanoğlu, Ümit Aktaş, Cahit Koytak, Turan Karataş, Hicabi Kırlangıç, Mikail Bayram yer aldılar. Ayrıca münferit programlar da gerçekleştirildi İbrahim Paşa’da. Atasoy Müftüoğlu’nun verdiği konferans gibi…
2013-2014 kültür sanat sezonunda ise İbrahim Paşa’daki etkinliklerin sayısı haftada bir olmak kaydıyla ayda dört etkinliğe ulaştı. “Türkiye’de İslamcılık Tartışmaları”, “Bir Bilge Bir Şair” ve “Güncelden Geleceğe” bu sezonun yeni programlarıydı. Edebiyat Akşamları ise ikinci yılına giriyordu. Buna göre Türkiye’de İslamcılık Tartışmaları’nda Metin Önal Mengüşoğlu, Yasin Aktay, Ramazan Kayan, Ercan Yıldırım, Zübeyr Yetik, Ergün Yıldırım, Bilal Sambur, Cevat Özkaya konuşmacı olarak yer aldılar.
Güncelden Geleceğe’nin misafirleri arasında ise Hatem Ete, Cafer Solgun, Nevzat Çiçek, Burhanettin Can, Tayyar Arı, Ahmet Faruk Ünsal gibi isimler konuştu.
Bir Bilge Bir Şair’in sunumunu Metin Önal Mengüşoğlu yaptı ve dinleyicilerine Mehmet Âkif, Ali Şeriati, Said Çekmegil, Aliya İzzetbegoviç, Sezai Karakoç gibi önemli şahsiyetleri takdim etti.
İkinci yılına giren Edebiyat Akşamları’nın misafirleri arasında ise şu şair, yazar veya akademisyen edebiyatçılar yer alıyordu: Bünyamin Doğruer, Fadime Özkan, Selim Temo, İlhan Genç, Ali Emre, Ali Osman Gündoğan, D. Mehmet Doğan, Mücahit Koca, Hikmet Zeyveli…
İbrahim Paşa’da bunlardan başka önümüzdeki yıl beşincisi düzenlenecek olan Naat Şiirleri Şöleni üç sezondur yapılagelmektedir. Bu şölende şimdiye kadar yer alan şairler arasında Bahaettin Karakoç, Mustafa Özçelik, Nurettin Durman, Adem Turan, Tayyip Atmaca, İbrahim Eryiğit, Şeref Akbaba, Özcan Ünlü, Hüseyin Kaya, Celal Fedai, Rasim Demirtaş, Murat Soyak, Abdurrahman Adıyan, Mustafa Oğuz, Yunus Emre Altuntaş, Murat Şahin yer aldılar.
2014-2015 kültür sanat mevsiminin başladığı şu günlerde* İbrahim Paşa Kültür Merkezi yeni etkinliklere mekân olmaya hazır. Bu sezonda geçen yıllardan devam eden iki programın, Edebiyat Akşamları ve Güncelden Geleceğe’nin yanısıra, üç program daha icra edilecek: “Kavramlar Anlamlar”, “Hür Tefekkür Mektebi” ve “Gençlerle Başbaşa”… Böylece ayda beş program olmak üzere, her ayın bütün Çarşamba akşamları ve her ayın son Cuma’sı İbrahim Paşa’da dolu dolu yaşanacak. Hemen belirteyim, bu programlardan beni en çok heyecanlandıranı kendi sunduğum Edebiyat Akşamları değil artık. Sonuncusu, yani Gençlerle Başbaşa! Zira gençler konuşacak o programda, bakalım neler söyleyecekler…
Bu arada, buraya kadar sayıp döktüğümüz programların ses kayıtlarının çözülmekte olduğu, bunların önümüzdeki aylarda tek tek kitaplaştırılacağını da kaydedelim…
Sonuç: Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin yüz akı olarak son dört yıla damgasını vuran bu programların benzerlerini keşke bütün yerel yönetimler, kamu hizmeti yapan büyük kurumlar, sivil toplum örgütleri gerçekleştirebilse…**

*Metnin güncelliğine müdahale etmedik. Sonraki çalışmalar ayrıca değerlendirilebilir.  

** Bu programlardan Edebiyat Akşamları’nın video kayıtlarını youtube kanalımızda ilgililerinin dikkatine sunmaya başladık. Buradan ulaşabilirsiniz.

Kaynağında "Bursa'nın Kültür Merkezi: İbrahim Paşa Kültür Merkezi" adını taşıyan işbu yazıyı Bursa'da Zaman dergisinden okumak için tıklayınız.


18 Eylül 2019 Çarşamba

DENİLSİN

karşılaştırmalı faşizm çalışmaları dersi senin dersin
adlin aksine hareket eden bir hocalık derdindesin
tek taraflı tabanca eli silahlı dili intikam ve kin için
içini yer bitirir amansız vampir denilir sana denilsin


Bursa, 13 Kasım 2016

12 Eylül 2019 Perşembe

POKER'İN KÖY SİNEMASI

Türk sinemacılık tarihine küçük bir katkı yapmak istiyorum…
Sinemanın sadece şehre ait bir sanat olduğunu kim iddia ederse, onun bilmediği bir şey var derim: Bizim çocukluğumuzda, yaşadığımız küçük beldenin bir sinema cenneti olduğunu…
70’li yılların sonlarından söz ediyorum. Yaz aylarından, harman sonundan.
Bugünün film festivallerine can verenler ibret alsın! Hele ki tüccar sinema salonu sahipleri! Periyoda bakın; filmler haftada bir değil, günlük değişiyor. Her gün iki film birden: Haftada on dört film!
Akşam ezanı olduktan kısa bir süre sonra, sokağa çıkıyor bütün çocuklar. Pokerin evine doğru gidiyorlar, yani sinemaya!
O gün gösterilecek filmlerin afişleri bir gün öncesinden belirli yerlere asılmıştır, sözgelimi kahveye, merkezî konumdaki birkaç evin duvarına.
Afişlerden günün filmiyle ilgili bir şeyler öğrenen çocukların dilinde gün boyu dolaşan sözlere bir bakmak gerekir:
-Bugün Battal Gazi’nin filmi oynayacak!
-Yok be, Battal Gazi değil onun adı, Cüneyt Arkın. O senin söylediğin dünkü filmin adı. Bugün, o filmi oynayan aktör başka bir filmde görünecek!
Bu konuşmalar uzayıp gidecek. Ta ki film gösterimi başlayıncaya kadar. Film ne zaman başlarsa, konuşmalar da o zaman kesilecek, hüküm, iyi ile kötünün mücadelesine geçecek…
Küçük köyümüzün halkı, kadınıyla erkeğiyle bu filmleri izlemeye gelirdi. Zaten sinema perdesi bir bahçeye kurulmuştu. Kadınlar bahçe içindeki evin balkonundan seyrederdi filmi, erkekler ise bahçede, toprağın üzerine oturarak…
İyiyle kötünün mücadelesi kızışınca bizim sinema bahçesinin ortamı da kızışırdı. İyiliği savunan oyuncu bir kahramanlık gösterdiği sırada hemen bütün herkes zevkten dört köşe olur, büyük bir alkış tufanı kopar. Hele ki kötü olan karşı tarafı alt ederse bağrışılır, tempo tutulur:
-Yaşa be, ha şöyle, vur vur vur!
Film sıcak bir ortam içinde ilerlerken, birden bahçe ve perde kararır. Cereyan kesilmiştir, elektrik ne arar, jeneratör iflas etmiştir!
 Bağırış çağırışların rüzgârı bu kez hedef değiştirmiştir. Islıklarla birlikte Poker’e sitem okları gönderilmeye başlanır. Olacak iş midir tam da filmin en canlı yerinde böylesi bir arıza!
Tamir bakım işleri gerçekleşene kadar yorumlar yapılır, oyunun geleceği ile ilgili tahminlerde bulunulur…
Tabii filmin her kesilişi aynı sebebe bağlı değildir, kimisi de kopuştan kaynaklanmaktadır. Film şeridi, kim bilir hangi zayıflatıcı etkenden ötürü kopardı. Bir gösterimde birkaç kez yaşanan bu manzara, sabrımızı zorlasa da, elden bir şey gelmezdi…
Kopan filmlerin işimize yaradığı da olurdu. Bunları yapıştırma ameliyesinde bulunan Poker, bazı parçaları atardı. Çocukların işi ne, onları alır, başka oyunların oyuncağı yapardık!
Sinema bahçesinin ortamını anlattım, peki bu bahçeye girişin bedeli ne, merak ettiniz mi? Tek kişi 2,5 lira! Balıkesir’deki sinemalarla oranlayacak olursanız hayli pahalı, fakat olacak o kadar… Sonra, bu bedeli ödeyemeyenler için başka alternatifler de var: Poker bazı sinemaseverlere bir iyilik yapıp bahçeye bedava alıyordu. Bir kısım kurnazlar ise bahçeye kaçak yollardan girerek, sözgelimi duvardan atlayarak bedavacı olmak isterdi. Tabii bunların çoğu kuyruğu kısmış bir vaziyette kapı dışarı edilirdi.
Poker’in birkaç yaz evinin bahçesine kurduğu bu sinemadan ben oldukça faydalandım. O dönemin usta oyuncularını bu sinemada tanıdım. Haftada birkaç kez gittiğim bu filmler benim edebiyatçı kimliğime katkı yapmıştır sanırım…
Bu yazı, sinema tarihinden sonra, edebiyat tarihimize de bir katkı oldu…

6 Eylül 2019 Cuma

BUZDOLABINDAN ÇIKARILAN CİN!

Yıllar önceydi. İşim gereği, Balıkesir’den Ankara’ya gidiyordum. Oradan da otobüsle Kırıkkale’ye geçecektim. Önce zorlu bir tren yolculuğu. Gece yarısında hareket ediyoruz ilk noktadan.  Dursunbey, Kütahya, Eskişehir, Polatlı, Sincan, Ankara… Sekiz saatlik bir yol. Dokuz, hatta on saate çıkabilir. Genellikle böyledir. Zorlu dedim ya…
Benim gibi,  ömrünün ilk çeyreğinde yaptığı bütün yolculuklar raylar üzerinde geçenler için dert değildir trenin tehiri. Bu gecikmeler, kimileyin yaşanılan zamanı kahreden bir zehir gibidir, fakat yine de katlanılır. Adettendir, en küçük bir memnuniyetsizlik bile, içte, sadece sinede çekilir.
Ülkü Tamer’in “Türkü Söyleyen Adam” şiirindeki şu mısralar böylesi tren yolculukları için yazılmıştır sanki:
“Daya başını vagon camına
Türkünle çek treni
Yolcular sesine yabancı değil.”
Fakat ben o günlerde bu şiirden haberdar değildim. Değildim ama, bu şiirde treni çekmeye aracı olan türküye benzer türküleri bilirdim. Bilir, söylerdim:
“Ankara'nın tren yolu
Gahi eğri gahi doğru”
“Uzar gider demir yolu
Gözlerim yaş dolu dolu”
“Oy kara tren
Götür beni yara tren
Yüreğimde yar hasreti
Götür beni yara tren
Hasretliği bitir tren.”
“Gazelliden geçti tren bozuldu
Alnımıza kara yazı yazıldı.”
Türkü repertuarımın trenlerle ilgili olan kısmını daha fazla açığa vurmayayım. Bakarsınız Ulaştırma Bakanlığı veya TCDD yetkilileri arasından birileri çıkar da, daha yenilerde icat ettikleri 18 türkülük albümü yetersiz görüp yeni bir derlemeye girişiverirler. Oysa ben onların rahatını bozma taraftarı değilim. 
Bu yüzden türkü faslına nokta…  “Türkü Söyleyen Adam”dan iki mısra daha okuyup, en başa, zorlu Ankara yolculuğuma döneceğim:
“Bir uzun hava yarıştır telgraf telleriyle
Rayların mekiğiyle bir ağıt doku.”
Söz konusu seyahatimin Eskişehir noktasındayken iki yeni yolcu bindi trenimize. Gecenin sabaha dönmeye başladığı saatler… Solumdaki koltuklar onlara ait.
Yaşlı iki yolcu. Uzun zamandır görüşmemişler de, sanki bu yolculuk onları buluşturmuş gibi. Söyleşmelerinden, dertleşmelerinden anlıyorsunuz bunu. Ahlar vahlar arasında, geçmiş zamanın tatlı yahut acı sahnelerini yaşıyorlar. Vaktiyle, aynı iş kolunda, birlikte çalışmışlar. Kışlada rütbe makamında bulunmuşlar, apolet yükseltmişler. Şimdilerde ise “E” halindeler, yani “emekli” konumundalar. Gecenin bu evresinde yüksek perdeden yapıp durdukları konuşmalardan anlaşılıyor bütün bunlar ve dahi şunlar:
Hayat arkadaşları terk-i dünya etmiştir. Çoluk çocukları ise çoktan kopup gitmiştir. Kendi başlarına kalmışlığın, hayatı tek başına yaşama mecburiyetinin ıstırabı içindedirler. En başta, vaktiyle hanımefendiler yahut onların emrindeki “hizmetkârlar” tarafından yapılan bazı işler, sözgelimi, yemek yapma, bulaşık ve çamaşır yıkama, giysi ütüleme gibi zaruri şeyler hayatı çekilmez kılmaktadır. Bunlara buldukları çareler yok değildir gerçi. Mesela ikiliden birisi yemeğini dışarıda yemektedir. Bu iyi bir çözüm değildir, çünkü hazır yemek ev yemeğine benzememektedir. Diğerinin bu konudaki çözümü ise daha ekonomiktir. Yemeği kendisi yapmaktadır. Zira öğrencilik yıllarında yatılı mektepte okumuş, o günlerde yemek yapmayı öğrenmiştir. Uzun yıllar bu yeteneğini kullanmamış olsa da iş başa düşünce hatırlamış, körelen marifetini canlandırmıştır. İşte bu ikinci “E”, yemekleri yaparken tencereleri bolca doldurmakta, yemeği çokça yapmaktadır. Böylece, bir kez pişirdiği yemeği, buzdolabını da kullanarak, değişik aralıklar içinde, birkaç öğünde yiyebilmektedir. Gerçi bu çözüm yolunun da bazı sıkıntılar doğurduğu vakidir. Mesela, yemeğin bozulmasını kimi zaman buzdolabı da engelleyememektedir. Bu yüzden bozulmuş yemeklere kaşık çaldığı bazı öğünler de olmuştur…
Yolculuktaki iki yan komşumun hikâyeleri belli bir düzen halinde sabaha kadar sürdü gitti. Karşılıklı anlatımlarda pek çok ilginç husus, nice hayret verici hayat sahnesi,  kederli yahut sevinçli yaşama serüveni dönüp duruyordu. Bu yüzden, misafir kulağım beni uyutmadı. Olsun, o gece benim uykuma mal olan bu esrarlı muhavereden pek çok şey öğrendim sonuçta. Uykusuzluk buna değerdi…

***
Şimdi, sözü bağlama zamanı. Bir tren yolculuğu ile başlayıp türkülerle yol aldığımız, sonra iki “acıklı” emekli hikâyesine daldığımız bu yazıyı nereye bağlayacağız?
Okuyucu belki de kızacak bana, oldu mu ya diyecek, bu anlattıklarınız şu anlatacaklarınızla bağdaşır mı?
Evet, ikinci “E”nin yemek bahsinde bulduğu çözüm noktasına atıf yapacağız: Buzdolabına konulan ve sırası gelince sofraya konulan yemek bahsine. Bu bahsin “bozulmuş” sıfatıyla anılan kısmına…
Diyeceğiz ki, benzeri bozulmuşluk ve kokuşmuşluklara Türkiye siyaset arenasında ne kadar sık rastlıyoruz. Daha geçen hafta gördük birisini. 28 Şubat darbecileri arasında rol alan bir “E” siyasetçi, “Demokrat” bir “Pehlivan” unvanı aldı.
Doğru, bu kez buzdolabından çıkan yemek değil, “cin”di. Üstelik “tonik” de vardı üst rafta, yedekte. Fakat ikisi de bozuktu, kokuşmuştu. Üstelik millet de bunu biliyordu ve “yemez”, içmezdi. Yahut yer ve içerse...

(İlk kez 28 Mayıs 2008'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

İT GÖZÜ

Bu seferki, örneğine sıkça rastladığımız köpek haberlerine benzemiyordu. Onlar genellikle haberciliğin alfabesine binaen ve haber sıkıntısı çekilen zor zamanlarda, sayfalarda boş yer kalmasın diye yayınlanıyordu: “Adam iti ısırdı!”
Oysa, elimizdeki gazeteden okuduğumuz haberin nabzı başka atıyordu. Sanki bir hinoğlu hinliğin üzerine bina edilmişti. Kurgusundan üslubuna, hatta görsel desteğine (fotoğrafına) kadar, farklı kokular sızdırıyordu: Hiçleyici, tahakküm edici, alçaltıcı, alaycı, zulmedici…
Basının ve bağlı olarak kameranın, fotoğraf makinesinin, mikrofonun, zihnî bir tecavüz mekanizması halinde “kaba” bir dördüncü “kuvvet” kılındığı demler az yaşanmamıştır. Gerçi bu dünya içinde bulunanlardan pek çoğu, ellerindeki “organ”ın bu şekilde kullanılmasını üzüntüyle karşılamış olsalar da, son aşamada seyirci kalmaktan öte bir duruş sergileyememişlerdir. Dolayısıyla, burada ele aldığımız örnek haber ve eklentileri, olan bitene “üzüntü makamı” konumunda dahil olan sahici emektarlarla da bir miktar ilgilidir: Böyle hallerde seyircilik de suçtur!
Şöyle devam edelim, haber alma verme sistemi ve sistemin aletleri, silahla eşdeğer bir niteliğe bürününce, ister istemez taciz ve tecavüz nesnesi olmaktan öte bir kisveye bürünmüyor. Mesela, böyle bir sahne, sosyolojik kayıtlara postmodern darbe olarak geçen süreçte, Mamak Köprüsü üstünden ve hemen aşağıdaki İHL bahçesinden çılgın “zoom”lamalar ile sunulmuştu.  Bir örnek olsun diyedir, atlamadan geçmek olmaz: Son günlerde, yeni bir göreve atanan bir devlet adamının ev kapı girişinden alınan fotoğraf karesi de, aynı “sempatik” niyetin farklı bir kaydına denk düşüyordu.
Böylece, bir “sabit”in “ispat”ını gerçekleştirdikten sonra, ikinci paragrafımızda işaret ettiğimiz habere dönelim. Bu kez eline silah verilen bir köpektir: “Bush’un Köpeğinin Gözü Hizasından Beyaz Saray”.
Kolayca anlaşılacağı gibi, kameranın zâhirî yönü her ne kadar Beyaz Saray’a dönük olsa da, maksat daha sonra hasıl olacağından, esasta okuyucunun beynine yöneliktir.
Ajanstan özenle alınan bu haber gazetenin eteğine iliştirilivermiştir. İyi ki sürmanşet yapmamışlar diyesiniz geliyor, haklısınız. Fakat, alay etmek, tahakküm etmek, dumura uğratmak, zihnin altını üstüne getirmek için bu da yeter değil midir? Üstelik, haberin devamında şunlar da kayıtlıdır: “Bush’un köpeğinin gözleri hizasına takılan minik kamerayla, Beyaz Saray’ın görüntüleri kayda alındı.”
Sahi, çocuklarımızın Toni adını vermesi muhtemel bu eniğin gözleri hizasından Beyaz Saray nasıl görünüyordur dersiniz?
- Dev gibi?!
- Nurdan bir alev gibi?!
Biz bilmiyoruz, ne kadar merak etsek de boşuna.
Fakat, ilgili mekâna Toni’nin gözüyle bakanlar ipucu verebilir. Zira, onların keskin gözleri millete tepeden bakmayı tercih etmektedir.

ÂKİF KENDİ ŞAİRLİĞİNİ NASIL GÖRDÜ?

Âkif’in kendi şiiriyle ilgili ilk tespiti, Safahat külliyatının ilk kitabının girişindedir. Birinci Safahat’ın bu girizgâh metni, aynı zamanda okura yapılmış bir ithaf gibidir. Şair burada sade bir seslenişin akabinde, şair şiiriyle ilgili hükümler verir. Fakat dikkatle okunursa bu metin sadece şairin kendi şiirine dönük hükümlerle sınırlı değildir. Aynı zamanda, bir şiirde hangi unsurların bulunması lazım geldiğine dair ipuçları da verir: Şiir, evet, ‘samimi’dir, ‘hüner’lidir, ‘sanatlı’dır, ‘hisli’dir, hatta Âkif’in ‘dili’ olmayan ‘kalbi’ne tercüman olursak, ‘anlatılamayan’dır. Okuyucuya dönük bu ‘ithafname’ her ne hikmetse, pek çokları tarafından Âkif’e mahsus bir ‘itirafname’ olarak takdim edilmekte, nihayet onun şairliğine halel getirici bir sunumla tahlil edilmektedir: “Bana sor sevgili kâari’, sana ben söyliyeyim,/Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım:/Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;/Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım./ Şi’r için ‘göz yaşı’ derler, onu bilmem, yalnız,/ Aczimin giryesidir bence bütün âsarım!/ (…)”
Âkif’in çokça tartışılan şiirlerinden birisi olan “İ’tirâf”, dört mısradan oluşan bir metindir. Şairin Birinci Safahat’ındaki son şiir olan bu metin, şairin bizzat kendisi tarafından o döneme kadarki kendi şiirlerine yönelik olarak yaptığı öz değerlendirmedir: “Safahât’ımda, evet, şi’r arayan hiç bulamaz;/Yalınız, bir yeri hakkında “Hazîn işte bu!” der./Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya?/Üçbuçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!”
Metnin künhüne vâkıf olmayanlar şairin bu “İ’tirâf”ını bütün (7 kitaplık) Safahat külliyatı için ve menfî bir üslûp içinde ele alırlar. Oysa, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu metin Birinci Safahat’ın sonunda yer almaktadır. Ayrıca, bu metinde şairin şiir söylemekteki yüksek gücünü de fark edemeyenlere şunu soralım: “heder olmuş koca bir ömrün” “hazin”liğine tekabül eden Safahat’ın o “bir yeri” hangi saf şiirlere tekabül eder?
Safahat’ın dördüncü kitabı olan “Fâtih Kürsüsünde”nin (ki eser bütünüyle “Hamâsî şairimiz Midhat Cemal’e” ithaf edilmiştir) ilk parçası olan “İki Arkadaş Fâtih Yolunda” manzumesinde sohbet ederek Fâtih’e doğru yol alan iki arkadaş, bir ara sözün kullanılışı konusunda konuşmaya başlarlar. Burada karşımıza çıkan anahtar kavramlar, “nükte”, “hayâl”, “hakîkat”tir… Şairin tercihi sonuncusundan yanadır: “- Sabahleyin yine bir hayli nükte fırlattın!/Hayâli bol bol akıttın, serâbı çağlattın!/-Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim…/İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim./Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:/Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!/“Odun” dedin de, tuhaftır, ne geldi aklıma, bak: / (…)
Aynı metinde Fatih Camii bağlamında mimarî, fen, hendese gibi hususlar üzerinde konuşulurken,  konu sanatta üslup meselesine de gelir Sanatta aslolanın üslûp olduğu fikrinin verildiği bu metinde, ecdadın bu yolda güzide eserler yaptığı ve bunların örnek alınması gerektiği bildirilir: “- Nasıl şu banka güzel bir binâ mı? /-Pek o kadar/ Fena değilse de, nisbetle, bir biçimli duvar/Mesâbesinde kalır câmi’in yanında… /-Garib!/Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehîb!/-O başka… Sorsalar üslûb için “şudur” denemez./Asâlet olmalı san’atta evvelâ… Bu: Melez!/Hayır, melez de değil… Belki birçok üslûbun/Halîta hâli ki, tahlîle kalkışılsa: Uzun!/Necîb eser arıyorsan: Sebile bak, işte…/Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,/Safâ-yı fıtratı şâhid ki: Tertemiz aslı;/Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı!/Görüp bu cûşîş-i san’atta rûh-i ecdâdı,/Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı!”
“İki Arkadaş Fâtih Yolunda” başlıklı metnin sonlarında Fâtih semtindeki su kemerleri üzerine konuşmaktadırlar.  Bu çerçevede su kemerlerinin üstün nitelikleri anlatılır. Fakat sanatın mehareti henüz bitmemiştir. İnce hesaplarla oluşturulmuş ölçülü eserler vücuda getirilmiştir: “Fakat mehâret-i san’at bununla bitti mi ya?/Hayır! Görülmelidir ayrı ayrı maksemler:/Bakınca hayret edersin… Ne ince iş, ne hüner!/Hakîkaten şaşacak şey… Ne vâkıfâne hesâb!/Su öyle bir dağıtılmış ki… (…)”
Beşinci kitap olan “Hatıralar”ın bir parçasında (Âl-i İmrân suresi 173. ayet mealiyle başlayan bölüm) sanatının aslî kaynağını ortaya koyan şair şöyle seslenmektedir: “Cebânet, meskenet, dünyâda sığmaz rûh-i İslâm’a… /Kitâbullâh’ı işhâd eyledim – gördün ya- da’vâma./Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:/Ne müdhiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın/O vicdan nerdedir, lâkin? O îman kimde var? Heyhât!/Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyyât!”
Asım’ın ilerleyen sayfalarında “şairlik” Hocazade’yle Köse İmam arasında, Hocazade’nin diliyle ve bir latife halinde şöyle gündeme gelir: “Beni gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem,/Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma, Köse’m.”
Bu latifenin kullanıldığı bölüm, memleketteki mektep ve medreselerin menfi durumuyla ilgili kanaatlerin Hocazade tarafından tenkid edildiği bölümdür. Kendi şairliği ve Köse İmam’ın ilmi de bunlardan arınmış değildir.
Âkif’in (veya eserindeki şair kahramanın) kendi sanatıyla ilgili çeşitli vesilelerle dile getirdiği manzum metinlerden yola çıkarak şu tespiti yapabiliriz: Şairimiz samimi, hisli, yüzü hakikate dönük, orijinal üslup sahibidir. İnce ve ölçülü sözleri, hamasetle söyler. Devrinin ruhundan etkilenmiş, bununla birlikte Kur’an’ı temel kaynak olarak almıştır.

(İlk kez 25 Aralık 2014 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

ÖLÜ VE KOKUSU

Zosima dedenin hayata vedaını anlatan bölümü, Karamazov Kardeşler’in hayranlık uyandıran halkalarından birisidir. Dostoyevski’nin bu sevimli papazı, romana ad veren Karamazovlar’dan Alyoşa’ya (Aleksey Fiyodoroviç Karamazov; ki Zosima dede ona her bakımdan nüfuz etmiştir.) kendisiyle ilgili verdiği bilgelerden sonra “Tanrının huzuruna” çıkar. 
Kutsal kitabın emri üzerine, rahiplere ve ömrünü perhizle geçirenlere tatbik edilen ince temizlik ve özgün kefenlemeden sonra, her mevta gibi Zosima da tabuta yerleştirilir. Fakat beklenenin aksine, Zosima’nın ölü bedeni hemen asıl tören yeri olan kiliseye götürülmez ve bütün gün, sağlığında meskun olduğu hücrede tutulup ziyarete açılır.
Belirtmekte fayda var, Zosima dedenin hayattayken gösterdiği en önemli “keramet” hastaları iyileştirmektir. “Halk”ın Zosima dededen beklediği “sağaltım” onun cansız bedeninden yahut “uçmağ”a giden ruhundan da “beklenilir” olmalı ki, yas mekânına tedavi amacıyla gelen veya getirilen hastaların sayısı hayli artmıştır. Bu durum cenaze törenini idare etme görevini üstlenen Peder Paisiy’i çileden çıkarmış olmakla birlikte, onun da elinden bir şey gelmemektedir.
Zosima dede için okunan dualar, düzenlenen ayin ve törenler geleneklere uygun bir şekilde devam ederken zaman da hızla ilerler. İşte ne olduysa ilerleyen bu saatlerde olmuştur. Karamazov Kardeşler’in bu bölümüne romantik bir müdahalede bulunan Dostoyevski, şöyle der: “Öğleden sonraydı. Daha saat üç olmamıştı ki, geçen kitabın sonunda söz ettiğimiz o olay meydana geldi. Bu, hepimiz için o kadar beklenmedik ve herkesin düşündüğüne o kadar aykırı bir şeydi ki, tekrar ediyorum, olup bitenler bugün bile kentimizde ve tüm çevrede hâlâ tüm ayrıntılarıyla ve heyecanla, sanki bugün olmuş gibi olağanüstü bir şekilde canlandırılarak anlatılır.”
Dostoyevski’nin bizzat araya girerek anlattığı “o olay”, Zosima’nın cansız “vücudunun çürümeye başlaması” ve çevreye “kötü bir koku yayması”dır.
Bu beklenmedik olay, kısa zamanda bütün şehre yayılır. Hatta, “dine bağlı olsun olmasın herkeste bir kuşku” uyandırır: “Dine bağlı olmayanlar buna sevindiler. Dine bağlı olanlara gelince; onların arasında da bu işe dinsizlerden çok daha fazla sevinenler oldu. Çünkü (ölen dedenin bir gün öğüt verirken dediği gibi) insanlar doğru yolda olanın alçalmasından, utanç verecek bir duruma düşmesinden hoşlanırlar.” Birbirine rakip kişi ve kitleleri karşı karşıya getiren bu olay, cenazeyi ziyaret etme oranını azaltmak yerine artırır. İşte yazarın bir başka müdahalesi: “Kesinlikle şunu söyliyebilirim ki; asıl saat üçten, o insanları yanlış düşüncelere yönelten olay meydana geldikten sonra manastıra bağlı olmayan ve dışardan gelen ziyaretçilerin akını daha da şiddetlendi. Belki de o gün manastıra gelmeyi akıllarından bile geçirmeyen, belki de oraya gelmiyecek olan birçok kişi şimdi mahsus geliyorlardı; bunların arasında mevkileri önemli bazı kişiler de vardı.”
Sözkonusu olay başta rahipler olmak üzere farklı kesimler arasında tartışmalara yol açar. Dostoyevski olan bitenleri romanın müteakip sayfalarında hararetle anlatır: Düşünceler çatallaşır, sükûnet dağılır, huzur kaçar…
*
Karamazov Kardeşler’in bu bölümü ibretlerle doludur. Rusya ve pek çok Doğu ülkesi gibi, Türkiye’de de sıkça karşılaştığımız benzeri manzarayı bu kısa roman parçası üzerinden yorumlamamız, yargılamamız mümkündür: Kendilerine “halk” denilen “kitlelerin”, bir vesileyle, ölülerden veya ölümlülerden “medet” ummaları başka nasıl (m)izah edilebilir?

(İlk kez 16 Kasım 2006'da Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

CEMAL SÜREYA: ELBET İNANIYORUM TANRIYA AMA…

1950’lerin ortalarından itibaren Türk Şiiri’nin girdiği bir merhaleyi temsil eden İkinci Yeni Hareketi, İlhan Berk(1916-2008), Turgut Uyar(1927-1985), Edip Cansever (1928-1986), Cemal Süreya (1931-1990), Sezai Karakoç  (1933), Ece Ayhan (1931-2002), Ülkü Tamer (1937)  gibi şairleriyle Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın en etkili edebî hamlelerinden birisi olmuştur.  
Garipçiler eliyle şiirin sıfır noktasına indiği bir süreçte gelerek şiirdeki tıkanıklığı açması, devrinin ruhunu yansıtmadaki başarısı ve kendinden sonra gelen kuşakları etkileme gücü ile bugün de hâlâ yoğun bir şekilde ilmî ve edebî araştırmalara konu olmaktadır İkinci Yeni…  Bununla birlikte, hareketin şairleri, Sezai Karakoç hariç, şimdiye kadar dinî unsurlar bakımından yeterli bir incelemeye tabi tutulmamışlardır.
Oysa, bu şairlerin gerek şiirlerinde gerekse şiir dışı (Deneme, eleştiri, fıkra, günlük, hatıra, mektup, mülakat, vb.) eserlerinde dinî unsurlara pek çok atıflar yapılmaktadır. Öyle ki, bu alanda atılacak bir adım, büyük birikimler içeren bir eserin vücuda gelmesine yarayacaktır.
Bu galip zannımızın bir parçası olarak, kuşkusuz bir gazete köşesinin imkânlarını da göz önünde tutarak, zaman zaman İkinci Yeni şairlerini burada ele alacağız.
Bu çerçevede, işbu yazımızda olduğu üzere, konumuzu olabildiğince daraltacağız: “Cemal Süreya Şiirinde Allah” gibi…
Konumuzu böylece sınırlandırdıktan sonra, şu anahtar malumatı da verelim: Cemal Süreya’nın bütün şiirlerini içeren “Sevda Sözleri” (YKY, 2. Bas., İst., 1996) adlı kitabında “Allah/Tanrı” ile ilgili olarak şu sayfalarda atıflar yapılmaktadır: 33, 35, 52, 61, 85, 100, 208, 212, 279, 296. 
Şimdi sıra, bu atıfların hangi vesilelerle ve ne şekilde yapıldığıdır.
Cemal Süreya kimi zaman günlük hayatta çok defa karşımıza çıktığı şekliyle, deyimler, klişe sözler halinde zikreder ‘Allah’ı. “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” (s. 33) başlıklı manzumede böyle bir durum vardır: “Dicle kıyılarına tiren varınca/Büyük bir gökyüzü git allahım git”
Aynı tutum “Terazi Türküsü”nde (s. 52) de söz konusudur. Üç dörtlükten oluşan metnin her dörtlüğü şu iki dizeyle (nakarat olarak) tamamlanır: “Doldur doldur Allah’ı seversen/Anası satılsın burjuvazinin”
Cemal Süreya’nın “Hafta Sekiz” (s. 279) adlı manzum metnindeki şu kullanım da böyledir: “Âşıkane cümlelerle filân hep/Bir değil, on değil, Allah’ın her gecesi/Karım beni gölgemle aldatıyordu…”
Bu tarz kullanımın bir benzeri, seslenme edatı (ünlem/nida) olarak Allah’ı telaffuz etmektir. “Sımsıcak, Çok Yakın, Kirli” (s. 85) başlıklı metinde olduğu gibi: “Tanrım! Tanrım!/Neler öğrenmiyor ki çetrefil güz”.
Cemal Süreya’nın bazı metinleri ise Allah’a olan uzak mesafesine delil olacak mahiyettedir. Onun “Onların Yani Sizin” (s. 35) adlı manzumesinde bu bilinçli aykırılığı görmek kolay olsa gerek:
“Sizin, yani onların hayatlarına/Allahlar girmiş, Allahlardan kurtulamıyorlar/Allahlar, yani çarşıda, pazarda, yani evde/Yani arabalarına taş koydukları caddelerde/Bir dilim jandarma ekmeği kürekte, kürek denizde/Yani sızlayageldiği şey öbür taraflarının/ Yani gölgesinden ölümü görmüş gibi korkulan/Allahlar, yani yine yanıldıkları”
Dikkatlerden kaçmayan bu tercih “Göller Denizler” (s. 296) manzumesinde şu görünümü alır: “Ölüm mü,/Bir gölün dibinde durgun uykudasın//Denizler?/ Tanrılar karıştırır durur denizleri..”
Bu iki metninde Allah’ı Antik Yunan-Latin mitolojisinin algı sınırları çerçevesinde bir yaklaşımla diline alan Cemal Süreya, benzeri bir edayla olmamakla birlikte “1994 Eliyle, Samanyoluna” (208) adlı manzumesinde hafif bir üslup kullanır. Altışar dizelik iki bentten oluşan metnin ikinci parçasını okuyoruz: “Ama kadınlar, Tanrım,/Öyle sevdim ki onları/Gelecek sefer/Dünyaya/Kadın olarak gelirsem,/Eşcinsel olurum.”
İşbu yazımızla amacımız edebiyat tarihine mal olmuş bir şahsın iman telakkisini sorgulamak değil. Bununla birlikte bizzat Cemal Süreya, kendi eliyle bize bu doğrultuda malzemeler sunuyor. İşte bunların sonuncusu: “Türkü” adlı (s. 212) metnini şöyle bitirmiş: “Sanmasınlar inanmıyorum/Elbet inanıyorum tanrıya/Herkesin kendi tanrısı var/Sen ölünce ölüyor o da.”
Cemal Süreya şiirine yaptığımız bu küçük sondaj şunu gösterir mi? Şiir sadece şiir değildir.  Farklı bir cümle mi kurmuş oluruz bilmiyorum, şöyle soralım, şairin dini imanı yoktur diye kim demiş?

(İlk kez 9 Şubat 2012 tarihli Milli Gazete'de yayımlanmıştı.)

KÖPEKLER, ŞAİRLER, BRUTUSLER...

Sizin de ilginç huylarınız vardır, garip alışkanlıklarınız, tuhaf ilgi alanlarınız. Akla hayale gelmeyecek şeylerdir bunlar başkaları için. 
Benim var. Böyle dedim ama, hepsini söylemeyeceğim. Bildiğiniz bir tanesi üzerinden yürüyeceğim: İte puşta dair ıvır zıvır malzemeyi derdest edip biriktirmek, yeri ve zamanı gelince onları edep dairesi içinde memleket edebiyatına kazandırmak…
Her ne kadar küçük bir sürç-i lisan ile, itin yanına puştu eklemişsek de, tashih edelim, puşt lafın gelişi. Ona dokunmak harcımız değil…
Puştu layık olduğu üzere başımızdan defettikten sonra, gelelim bu yazının malzemesini işlemeye:
Elimizde bir haber var; bir dergide (N. G. Kids, Haziran 2007, s. 17), ilginçlik adına kullanılmış: “Chihuahua kırması Midge evcil bir kedi kadar küçük, ama yasadışı uyuşturucu maddeleri koklayarak bulacak kadar büyük bir burnu var. O sertifikalı bir polis köpeği.” Okuyanda, bu işte bir tersliğin olduğu fikri doğacağı önceden hesaplanmış olmalı ki, haberin devamında gerekli açıklama yapılıyor: Polis köpekleri genelde büyük cinslerden seçilir; “ama bu köpekler çoğu zaman küçük yerlere giremeyecek kadar iri olurlar.” İşte Midge diğer meslektaşlarının iriliğine bir alternatif olarak “Chihuahua kırması” olarak yetiştirilmiş: “… mobilyalara tırmanıyor, emekleyerek yatakların altına girebiliyor.” Hatta “şifonyer çekmecelerine girdiği bile oluyor.”
Oldu olacak, haberi tamama erdirelim: Her iyi polis köpeği gibi cesur olan Midge’nin en iyi dostu Alman çoban köpeği Brutus imiş ve onunla halat çekme oyunu oynamayı çok sevmekteymiş…
İnsanlarla köpeklerin dostluğuna itirazım yok; iki köpeğin birbiriyle “dostluğu”na ise güvensizlikle birlikte itirazım var…
Sahiplerinin emrine kul olmuş; bu yolda birbiriyle ‘dostluk’ kurmuş iki köpeğin haberini bir tarafa bırakmanın zamanı geldi. Tam da araya Brutus’un köpekliği sıkıştırılacakken. Şu malum hadiseyi hatırlayın: Sezar’ın katline ortak olmuştu ya çok güvendiği Brutus ve şöyle demişti ya Sezar son defa: “Sen de mi oğlum Brutus!”
Tam o sırada Brutus ‘patron’unu hançerlemiş, kendi çıkarlarının köpekliğine soyunmuştu.
Hikâye:
Şair Hayyâle’nin işi gücü kendi egosunu tatmin edecek hallere girip çıkmakmış. Bu yolda bulabildiği bütün münasip nâ-münasip yolları yürümekten çekinmez, atmadık taklalar, yemedik herzeler bırakmazmış. Bunca çabanın sonunda, zafere ulaştığı pozisyonlar olurmuş elbette. Mesela, birkaç parlak şiir cümlesiyle etkisi altına aldığı yeniyetmeler onu pışpışlayıp dururlar, şiirlerine nazireler yazarlar, eserlerini elden ele gezdirirlermiş. Böylece hem kendilerinin hem de üstadları Hayyâle’nin nefsini köreltirlermiş:
“Üstâd-ı azamımız sen çok yaşa!”
“Bizi hayal havuzunda yüzdürenimiz binler yaşa!”
“Şiirdeki pir-i muganımız el-hak yaşa!”
Bu böyle devam edecek değil ya, gün gelip ses soluk, şak şak alkış kesilince bizim Şair Hayyâle’ye bir haller olmuş.
Mantıken düşünürseniz, bu hallerin aradaki gelenek bağına göre pek de tabiî olduğuna kanaat getirirsiniz. Çünkü eski yeniyetmeler şimdi kendi üstadlıklarının postuna oturmuş vaziyettedirler.
Fakat şaşkınlık içine düşen Şair Hayyâle akıbetinin mesuliyetini kendi küçük ahmaklığında arayacağına sağa sola sataşmaya başlamış.
Hikâye şöyle bitiyor: Şaşkın Hayyâle, karşısında eski düşmanlarıyla birlikte, köpeksi ahlâkla beslediği eski çömezlerini de bulmuş… Tabii, artık her bir eski çömeze karşı “Et tu, Brute!” cümlesini kullanma yani son nefesi verme zamanı gelip çatmıştır...

(İlk kez 4 Ekim 2007'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

5 Eylül 2019 Perşembe

YÜKSEL CADDESİNDE

Yüksel Caddesinde ağaç doğrama
Dip çöküş vadisi yüksek kanama
Emniyetteyiz ya nedir muradın
Kalbimde Ankara yaralı yama

Bir zaman griydi ne zaman diri
Şaşırdı Müslüman kimin kiriydi
Kibir evliyaymış ahali şaşkın
Ölüydü Ankara an kara şimdi

Sözün başı sonu her dem sükuttur
Söylesem her birin hiç umut yoktur
Darüşşifa olsun cehennem ona
Ankara nicedir nemenem kurttur.

Ankara, 4 Ekim 2018


4 Eylül 2019 Çarşamba

ŞİMDİ BİR DALGALARA BİNMEK

şimdi bir dalgalara binmek gelir içimden

şimdi rüzgâr delişmen efkâr
delisoğuk sokaklar sıcak içilir
doğurgan ağaçlar şimdi
bilinir
koşaradım hareketlidir

şimdi bir dalgalara binmek gelir içimden

amuttan iniş zamanındayız çocuklar
elektriği bedenimizde yokediş zamanındayız
fotoğraflarını yırtmak şartıyla yarınki gün
çiçekçedir acılar
çekilir

şimdi bir dalgalar binmek gelir içimden

İzmir, Aralık 1985

(Max Jacob'un Ülkü Tamer tarafından hazırlanan ve Yeditepe Yayınlarınca yayımlanan Seçme Şiirler, -İst., 1965- kitabının arka iç kapağına kurşunkalemle...)