30 Mart 2021 Salı

SALGIN SÜRECİ EĞİTİM UYGULAMALARININ KALICILIĞINA DAİR

Beklenmedik bir anda ortaya çıkan koronavirüs salgını, insanları ve devletleri hazırlıksız yakalamıştır. Süreç, bütün dünyada başta sosyal hayat olmak üzere, pek çok alanı etkilemiş, eğitim sistemleri de bundan nasibini almıştır.  

Salgın ile birlikte yakın geçmişte ütopik olarak değerlendirilebilecek deneyimler, küresel olarak tüm dünyada yaşanmaya başlanmıştır. Hayatın her alanını etkileyen salgın, özellikle eğitimde önemli sonuçlar doğurmuştur. Örneğin yüz yüze eğitime ara verilmiş, eğitime erişim ve öğretmenin mesleğini icra ediş biçimi başta olmak üzere, eğitim sisteminin birçok temel unsuru yeni biçimlere bürünmüştür.

Koronavirüs 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü tarafından salgın olarak ilan edilmiştir. Bunu müteakiben MEB 12 Mart 2020 tarihinde aldığı karar ile 16 Mart 2020 tarihinden itibaren yüz yüze eğitime ara vermiştir. 23 Mart 2020 tarihinde ise uzaktan eğitime başlamıştır. Geldiğimiz noktada (sınırlı olarak yüz yüze eğitime geçilmiş olmakla birlikte) uzaktan eğitim devam etmektedir.

Bilindiği gibi, uzaktan eğitim, farklı ortamlarda bulunan öğrencilerin, öğrenme-öğretmen faaliyetlerini bilgi-iletişim teknolojileri vasıtasıyla gerçekleşmesine imkân tanıyan bir sistemdir. Bu sistem bizde EBA, TRT EBA Kanalları ve alternatif bilişim ortamları üzerinden icra edilmektedir.    

Etkisi çok uzun zaman sürebilecek salgın ile beraber, dünya tarihinin en büyük sosyal deneyi yaklaşık 1,6 milyar öğrenciyle doğal bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu süreçle beraber uzun vadede bu tecrübelerin genel eğitim yaklaşımına yansımalarının olması kaçınılmazdır. Her kriz devamında bazı fırsatları doğurur. Bu bağlamda edinilen tecrübeler fırsata çevrilebilir. Bununla beraber, salgından ders çıkarabilmek için yaşananları eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmek ve bu bağlamda yeni politikalar geliştirmek elzem olabilir.

Yapılan araştırmalar, salgın sonrası yeni normalde, planlı eğitsel eylemler bağlamında harmanlanmış öğrenme (blended learning) uygulamalarının yanı sıra HyFlex (Hybrid Flexible) uygulamalarına doğru bir yönelim olacağını öngörmektedir. Çevrimiçi uzaktan eğitim uygulamaları özünde eğitimde açıklık, erişilebilirlik, esneklik gibi çözümler sunsa da, öz-yönelimli (self-directed) ve özyönetimli (self management) becerileri gerektirmesi yeni normalde öğrenenin hangi içeriğe nasıl erişebileceğini seçmesi bağlamında HyFlex öğrenme modelini öne çıkarmaktadır.

Bilindiği üzere, eğitim teknolojileri sadece somut teknolojilerden değil (Örn., bilgisayar, akıllı telefonlar, öğrenme yönetim sistemleri), soyut teknolojilerden de oluşmaktadır (Örn., eğitsel kuramlar, yaklaşımlar, stratejiler). Dolayısıyla yeni normalde dikkate alınması gereken noktalardan birisi de somut teknoloji odaklı çözümlerin yanı sıra eğitim teknolojilerinin doğrudan görünmeyen kısmını yansıtan soyut teknolojilerin de işe koşulması gerekmektedir.

Salgınla beraber öğrencilerin okuldan ayrılıp evlerine dönmeleri ile beraber veliler aniden yeni eğitsel roller üstlenmişlerdir. Aslında varsayım olarak bu rollere sahip olan velilerimiz, normal eğitimin kesintiye uğramasıyla beraber bu rolleri en üst dereceden tecrübe etmek durumunda kalmışlardır. Yeni normalde ebeveynlerin eğitime olan katkısı daha etkin olacaktır kanaatindeyiz.

Salgın süreci, “Öğretmen, eğitimin merkezinde bilginin sağlayıcısı mı olmalıdır, yoksa öğrenenin yanında yol gösterici, kolaylaştırıcı ve rehber mi olmalıdır?” tartışmasını sonuçlandırmıştır. Salgın gerçeği, özgüvenini kazanmış ve öğrenme sürecinin merkezinde olan öğrencilerin, kendi öğrenme sorumluluklarını kabul ederek kriz ile daha iyi başa çıktıklarını göstermiştir. Dolayısıyla öğretmenin merkezde olduğu ve öğrencinin değişen derecelerde başka bir paydaşa bağımlı olduğu eğitim süreçleri sona ermiştir. Zira, salgın sürecindeki tecrübeler, öğrencilerin daha fazla özgüven, kendine yetebilme ve eleştirel bakış açısını geliştirme becerileri kazandıkları yolundadır. Şu halde, salgından sonraki yeni normalde öğrenciler bilgi edinmede talep etmenin önemini kavramış bireyler olarak, araştırmacı yönlerini geliştirmek yönünde daha istekli olacaklardır.

Salgın gerçeği hem öğrencilerin hem de eğitimcilerin kriz süresince ihtiyaç duyulan dijital yeterlilik ve becerilere tam olarak sahip olmadıklarını göstermiştir. Salgın sırasında yanlış bilginin ne kadar hızlı yayıldığı ve ne tür sonuçlar doğurabileceği gözlenmiş, bu durum hem öğrenciler hem de öğretmenler açısından eleştirel bakış açısı geliştirebilme, doğru kaynaklara bağlanabilme ve doğru bilgiyi filtreleyebilmenin dijital bilgi çağında önemli bir beceri olduğunu göstermiştir. Eğitimcilerin yaşadıkları sorunlar düşünüldüğünde ise teknoloji, pedagoji ve alan bilgisi modelini eğitim fakültelerinin müfredatlarıyla ilişkilendirmeyle beraber eğitimcileri dijital dönüşümün gerekliliklerine göre hazırlamanın önemi ortaya çıkmıştır. Tam da bu doğrultuda, öğretmenler çağın gerektirdiği teknolojik donanıma sahip olmak için daha ilgili olacaklar, bu yönde kendilerini geliştirmek için daha çok gayret sarf edeceklerdir.

Eğitsel uygulama ve kaynakların, salgın dönemi ile beraber eğitimde açıklık felsefesi bağlamında yapılandırılması, eğitimde açıklığın gerçek değerini göstermiştir. Bu yaklaşımın salgın sonrası süreçte de etkin olacağı düşünülmektedir.

Dijital teknolojilere ulaşanlar ile ulaşamayanlar veya dijital teknolojileri kullananlar ve kullanamayanlar arasındaki farka “dijital bölünme” diyoruz.  Diğer bir ifadeyle dijital bölünme bilgiye erişebilme ve sahip olma ile tam tersi bir durumda ortaya çıkan eşitsizlik üzerine kurulu iki kutuplu bir dünyanın varlığını eleştirel bir yaklaşımla sorgulayan bir kavramdır. Salgın süreci, bu iki kutup arasındaki açıklığı kapatmak için yeni fırsatlar doğurmuştur. Ülkemizde de dijital bölünme aralığının hızla kapanacağına inanıyoruz. 

Salgın sırasında sıklıkla gözlenen durumlardan birisi de çeşitli destek topluluklarının (STK’ların) ortaya çıkıp eğitime farklı katkı sunmalarıdır. Kolektif bir iş birliğine dayalı bu sürecin, yeni normalde de yaygın bir şekilde devam edeceği kanaatindeyiz.

Yeni normalde geleneksel eğitim kurumlarının üstleneceği esnek roller ve öğrenenlerin bilgiye farklı ortamlardan erişme çabalarının informal öğrenme süreçlerinde daha fazla değer kazandıracağı düşünülmektedir.

İçerikte ve öğrenme süreçlerinde kalitenin arttırılması, eğitsel etkileşim ve iletişimin güçlendirilmesi eğitimin geleceğine yönelik yapılacak en büyük yatırım olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda, uzaktan eğitim materyallerinin kalitesinin artırılması yolundaki mevcut çalışmalar hız kazanacaktır.

Yeni normal dönemde yüz yüze öğretim faaliyetlerinin bir kısmının dijital kanallardan yapılabilir olduğu görülecektir. 

Örgün eğitim kurumlarında ders dışı faaliyetlere daha fazla zaman ayrılabilecektir.

Öğrenci-öğretmen, öğrenci-öğrenci, öğrenci-ders materyali, öğretmen-veli arasındaki etkileşimler daha nitelikli hale gelecektir.

Öğrenmenin sadece sınıf ortamında gerçekleşen bir şey olmadığı anlaşılacağından sınıf dışı ortamlarda da öğrenim olanaklarından yararlanma bilinci toplumda gelişip pekişecektir.

Eğitimde ölçme ve değerlendirme için yeni imkânlar denenecektir.

Başta da dediğimiz gibi, ütopik olarak değerlendirilebilecek şeylerdi bunlar bir süre önce. Ama artık değil. Bakalım salgın süreci daha hangi ütopik eğitim yaklaşımlarını gerçeklik dünyamıza taşıyacak. Bunlara hazır olalım. Hepimiz. Ama en çok da MEB başta olmak üzere, bütün eğitim kurumlarımız...


 

KAYNAKLAR:

BOZKURT, A. (2020). Koronavirüs (Covid-19) Pandemi Süreci ve Pandemi Sonrası Dünyada Eğitime Yönelik Değerlendirmeler: Yeni Normal ve Yeni Eğitim Paradigması. Açık Öğretim Uygulamaları ve Araştırmaları Dergisi (AUAD), 6(3), 112-142. (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1215818)

GÖREN, S. Ç. ve diğerleri  (2020) Küresel Salgın Sürecinde Uzaktan Eğitimin Değerlendirilmesi: Ankara Örneği, Milli Eğitim Dergisi, (49), 69-94.  (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1262180)

ÖZDOĞAN, A. Ç ve BERKANT, H. G. (2020). Covıd-19 Pandemi Dönemindeki Uzaktan Eğitime İlişkin Paydaş Görüşlerinin İncelenmesi, Milli Eğitim Dergisi, (49), 13-43. (https://dergipark.org.tr/tr/pub/milliegitim/issue/58895/788118)


25 Mart 2021 Perşembe

ZEYTİN

                                    Ömer'e...

Zeytin ülkesinde zeytin harmanı
Zeytin harmanında zeytinin dalı
Zeytinin dalından barış çelengi
Barış çelengini kırdı kin eli...

Bursa, 21 Mart 2021


23 Mart 2021 Salı

İTALYA KRALI CİPPUS

Ateşli boğa güreşi seyircisidir gündüzleri Boynuzlar takar ama rüyalarında geceleri Artık nasılsa kuruntu ülkesinin etkisi Belirir alnında gerçek boynuz dipçikleri Bursa, 22 Mart 2021





18 Mart 2021 Perşembe

İFRAT DEHÂ!

faili benim. mastarsın, seviniyorsun,
kıyasî bir sülasî, sınıftan geçtin,
bildin, seviniyorsun,
hayır! her ünlem eti vermez.
kargışçısın, belli! fettansın, evet!
kaç divanın mukayyedi, kaç yatağın bilinmez
beyitteki yerin nere? bildin, bildin
aferin,
       şairini bile dize getirdin.

      - markası ne gözlerinin?
      - markası ne gözlerinin?
      - üç kere…

diyecektir...


“davran! devran! davran! devran!”
umutsuz şairin böyle:
döne döne
döne döne
döne
önünde.   

İzmir, 1987

İ


AYRILIKLARDA

bıçak
keskin
ayrılık
acı

bir vapur düdüğü
deniz

asit ve karbon
kokuyor hava

sarmaşık soluyor

yokuş azgın
ve kıvrımlar
otoyol tren yolu

ağlıyorum.

hayır,
koltuklarım ve göğsüm
esinçle

kitaplar
soluğumuz
dudaklarımız
birlikte

ötüyor
kanarya

bir vapur
kalkıyor

ay
ayakta

türkü hüzün tütün
mutluluk gene de!

diz çökük
duvarlar
esrik
duvarlar

istanbullar sallanıyorlar

kalıyor
orada
o
da

bıçak
keskin
ayrılık
acı

öpüşüp de!

İzmir, 1986

HOMEROS, İŞGÜZARLAR VE HOMEROS’UN KIZI

                            -Azra Erhat ve Asiumis adlı o Yunanlı kız’a-

tanımak istiyordum homeros’u
denizde tanımak
balıklarla martılarla.
bir izmir dağında
şiirsel bir aşkla
şarap içerken

tanımak istiyordum homeros’u
ama olmadı dostlar
almadı, tanıttırmadı işgüzarlar,

işgüzarlar homeros’u tanıttırmadılar ya
homeros’un kızını
ha vallaha
alarak işgüzarları kafaya
ayarlamaktayım şu sıra.

İzmir, 1984


16 Mart 2021 Salı

AYIN ŞİİRİ: EFE DUYAN’IN “BİR CEVİZ AĞACI” ŞİİRİ

aslında unutmuştum
ne vakit bir ceviz ağacı görsem
hatırlıyorum yeniden
iki bin yedi ya da sekizde
polis bana saldırdığında
aslında utandığımı

hatırlıyorum
bir özel kuvvetçiyi yere yatırıp
tekmeyle burnunu kırdığımız yazan
o tutanağa
neredeyse güleceğimi
unutmuşum 

hatırlıyorum
kapalı bir cezaevinde birkaç hırsız, kaçakçı
ve (gerçekten) katille
dip dibe bir hafta geçirdiğimi
unutmuşum

hatırlıyorum
ne zaman çıkacağımı
bilmeden
hayatımın neredeyse bittiğinden
emin
altı ranzalı bir koğuşta
yirmi kişi dönüşümlü
uyuyarak
sonradan yaprak yeşiline dönen
ev yapımı dövmelerin inceliklerini
öğrenek
avlu duvarında bir sincap görünce
heyecandan yerinde zıplayan adamlara
hayret ederek
komşu koğuşla haberleşmek için
notları buruşturup ceviz dalları arasından
fırlatarak
ve voltası asla kesilmemesi gereken mahkumların
volta atarak yanımdan geçtiği
bir hafta geçirdiğimi
unutmuşum

hatırlıyorum
çıkarken
adettendir diye kıyafetlerimi hediye ettiğimi
ve herkesin bana aceleyle
ve samimi bir neşeyle sarıldığını
unutmuşum

hatırlıyorum
çıkmadan hapishane müdürüne yeterince saygılı davranmadığım için
tokatlanıp, uzun süre cezalı bir çocuk gibi
hazırolda bekletildiğimi
ve eğer bu yüzden çıkamasaydım
kendimi kendim gibi
davrandığım için asla affetmeyeceğini
unutmuşum

bilmiyorum hangisi daha iyi
unutmak mı hatırlamak mı

biliyorum, sincaplar
toplar toplamaz unutursa ancak
cevizlerini gömdüğü yeri
büyür
yeni ağaçlar

 

Sadece Şiir dergisindeki “Bir Ceviz Ağacı” adlı üstteki şiirine yoğunlaşacağımız Efe Duyan (İstanbul, 1981), mimarlık ve felsefeyle olan meslekî ve keyfî uğraşıları bir tarafa, Takas (2006) Tek Şiirlik Aşklar (2012) ve Sıkça Sorulan Sorular (2016) kitaplarının şairi. Biyografisine bakanlar onun şiirle ilişkisini sanırım belirli zaman dilimlerinde şairlik forması giyen bir şiir emekçisi şeklinde değil de,  hayatının her anını şiire adamış bir şiir eylemcisi olarak adlandıracaktır. Bu kanaatlerine delil olarak da, şairin, 2008’de başlayan ve dünyanın farklı noktalarındaki şiir platformlarında gerçekleşen şiirsel serüvenini sunacaklardır. Pek doğal olarak buna şiirlerinin çevrildiği diller listesini de ekleyeceklerdir. Bu deliller Efe Duyan’ı her şeyden önce küresel etkileşimler şairi şeklinde adlandırmamıza yarayacaktır. Dolayısıyla ona şiir eylemcisi diyebilmemiz için hayatına ve sanatına yansıyan şahsi ve poetik bileşenlere dikkat kesilmek daha doğru olacaktır. 

Fakat bu yazıda işimiz söz konusu dikkati kesilmek değil. Üstelik daha geniş zamana yayılmış bir okuma, tahlil ve tenkit çabası ister böylesi bir girişim. Biz ise, süreli yayınların yeni sayılarında yayımlanan şiirler arasında yer alan ve bize göre farkındalık oluşturan bir metni dikkatlere sunacağız.

“Bir Ceviz Ağacı” sekiz birimlik bir metin. Birimlerde anjambman (cümle hâkimiyeti) baskın şekilde kendisini gösteriyor. Dolayısıyla düzyazıya yaklaşan bir söyleyiş tercih edilmiş oluyor. Bu tercih, kişi, olay, yer ve zaman unsurlarıyla desteklenip pekiştiriliyor ve nihayet ortaya bir manzum hikâye formu çıkıyor. Kuşkusuz tekdüze bir kurgudan söz etmiyorum. Çünkü metinde anlatımı yapılan olay halkaları, gerek bazı dil birliklerinin birbirini olumsuzlayan kullanımları, gerekse zamanda vuku bulan geri veya ileri atlamalarla sinematografik bir sunuma bürünüyor.

Metin boyunca tekrarlanan “unutmuşum” ve “hatırlıyorum” sözcükleri şiirin kurgusuna yaptığı pozitif katkının yanı sıra, şair öznenin, perde perde anlattığı hayat-ı hakikiyye sahneleri karşısındaki psikolojik gerilimini yansıtmak gibi bir işlevselliği de yükleniyor.

Efe Duyan’ın şiirini diri tutan unsurların başında içerikteki cesur metaforlar geliyor. Bunlar genellikle şairin birebir sosyal tabiattan kesip aldığı sahneler. Dahası otobiyografik anıştırmaları da yanında taşıyor. Bu dediğimizi, “Bir Ceviz Ağacı” bağlamında sıralayalım: İki bin yedi ya da sekizde uğradığı polis saldırısı, bir özel kuvvet polisine şiddet uyguladığına dair satırların bulunduğu –ironik- bir tutanağa imza attırılması, adi suçlularla iç içe yaşanan bir haftalık cezaevi macerası, bu maceradan sunulan bazı kesitler (hayatının bittiği sanrısı, altı kişilik koğuşta yirmi kişi kalmaları, ev yapımı dövmelerin inceliklerini öğrenmesi, avlu duvarında görülen sincap ve mahkûmların buna verdikleri tepki, komşu koğuşla kurulan iletişim…), cezaevinden çıkışı, çıkış öncesi cezaevi müdürüyle yaşanan gerginlik…

Bütün bunlar her bir karesi birbirinden önemli ve bol hareketli bir kısa filmin gösterimi gibi cereyan edip duruyor. Söz konusu devamlılık varlığını, anlatılanların toplum hayatımızda sık sık yaşanan pratikler olmasına borçlu. Ve bu yaşanırlığa bağlı olarak metnin zihinlerde bıraktığı etkiye. Her ne kadar şair özne sınırları çizilmiş bir tarihlendirmeye gitse de (“iki bin yedi ya da sekizde”) anlatılanlar öncesi ve sonrasıyla toplumumuzda sürgit bir yayılıma sahip. Dolayısıyla olan biten, şairin biyografisinden sıyrılıp sosyolojimizin manzarası halinde varlığını sürdürüyor. Bu yüzden, bu şiirde olduğu gibi, önemli sosyolojik tespitler yapan, bunları cesur söylemlerle dile getiren ve dolayısıyla toplumsal risklere talip olabilen şairler, diğerlerine göre öne geçiyor.

Bahsettiğimiz durum, Efe Duyan’ın poetik algısıyla net bir şekilde uyumlu. Nitekim şiir yolculuğunun ilk dönemlerindeki bilinçli tercih onda hep görünür olmuştur. Bir alıntıyla, bilinçli tercih dediğimiz şeyi somutlaştıralım isterseniz. Sözgelimi, Kemal Özer’le birlikte imzaladıkları Takas’ın başındaki metinlere bir göz atalım. Bu kitabın sunuşunu yazan Ali Mert, 70’li yaşlarında “genç bir anıt” olan Kemal Özer ile “güneşli yirmilerinde genç bir ışık” olan Efe Duyan’ın “usta-çırak” ilişkisine dayanan işlerini şu anahtar ifadelerle kesiştirir: “… konusunu yaşamın kendisi olan ya da kaynağını yaşamdan alan bir edebiyat…” “… şiir geldi sorumluluğa dayandı görüşüne” yaslanmak, “en son umut ölür” sözüne bağlanmak. Bunlar esasen “usta”nın düsturlarıdır. Fakat “çırak” da onun bu düsturlarına bağlanmış görünmektedir. Şöyle diyor Mert: “Şiirine dair hafızamı zorladığımda, en çok, ‘boyacı çocuk’unu hatırlıyorum onun. Yaşamın içinden geldiği, gözümde o çocuğun fotoğraflarını canlandırdığı, ‘o anı yakalayıp’ yansıttığı için beğenmiştim bu şiiri. Baştan şöyle bir tutuyor, sonra sokağa atıp ‘hadi bakalım’ diye sarsarak bitiriyordu şiiri.” Ali Mert’in söylemini Takas’a “Neden Kemal Özer?” başlıklı bir metin yazan Efe Duyan’ın satırlarında da yakalıyoruz. Fakat uzatmamak babında, bu husustaki tespitleri okura havale ediyoruz. Tam da bu noktada belirteyim, okuduğum başka metinlerini de dikkate alarak söylüyorum; Efe Duyan’ın bu yaklaşımı hâlâ sürüyor. Fakat ezberlenmiş, dolayısıyla klişeleşmiş bir form oluşturmuyor hiçbir zaman. Çünkü aynen ilk ustası gibi, dinamik bir tutumla, hep arayışlar içinde...

Bununla birlikte, kimi geleneksel atıf ve tekniklere yaslandığını da görüyoruz şairin. Sözgelimi bu şiirinde daha şiirin başlığı ile birlikte –kanaatimce diğer bir ustası- Nazım Hikmet’in “Ceviz Ağacı” şiirine link atabiliyoruz. Fakat bu bir anıştırma, o kadar. Bir de her ikisinin içeriğinde yer alan “polis” sözcüğü. Yoksa gerek söyleyiş gerekse biçimsel kurgu itibariyle Nazım Hikmet’in oluşturduğu –üstelik müzikal- yapı ile benzerliği yok “Bir Ceviz Ağacı”nın. Bu yönleriyle Efe Duyan’ın imar ettiği yapı tabii ki zayıf. Üstelik “unutmuşum”, “hatırlıyorum” gibi tekrarlarla veya “bilmeden”, “uyuyarak”, “öğrenerek”, “hayret ederek”, “fırlatarak”, “volta atarak”, “çıkarken” gibi zarf fiil ekleriyle birbirine ulanan bir metni ahenk kıstasına vurmanın bir âlemi de yok.

Efe Duyan’ın yaslandığı mühim geleneksel teknik ise şiirin finalinde görünürlük kazanıyor. Burada, bir dönem toplumcu şairlerin yaptığı gibi, sıralaya geldiklerine bağlı olarak, hükmünü kesinkes veriyor. Fakat o toplumcu şairler bunu kıssadan hisse çıkarmak kabilinden yaparken, bu şiirde hüküm bir naiflik eşliğinde oluyor.

Diyebilirim ki “Bir Ceviz Ağacı”, cezaevi gözlemlerinin anlatıldığı bir bölümle de birleşerek, finalde şiirsel bir doruğa ulaşıyor. Önce şairin cezaevi gözlemlerinin bir kısmını anlattığı şu bölümü okuyalım: “avlu duvarında bir sincap görünce/heyecandan yerinde zıplayan adamlara/hayret ederek/komşu koğuşla haberleşmek için/notları buruşturup ceviz dalları arasından/fırlatarak/…” Şimdi de çoklu büyümelere kapı aralayan final dizelerine bakalım:

biliyorum, sincaplar

toplar toplamaz unutursa ancak

cevizlerini gömdüğü yeri

büyür

yeni ağaçlar

 

“Bir Ceviz Ağacı”nı, yeni büyümelere atıf yapan bir şiir olarak okudum.


KAYNAKÇA:
Efe Duyan, “Bir Ceviz Ağacı”, Sadece Şiir Dergisi, S. 5 [Ocak-Mart 2021], s. 9
http://phonodia.unive.it/people/efe-duyan [Erişim Tarihi: 23.02.2021]
https://www.efeduyan.info/ [Erişim Tarihi: 22.02.2021]
Kemal Özer-Efe Duyan, Takas, Daktylos Yay., İst., 2008. 

Not: Bu yazı matbu olarak ilk kez şurada yayımlanmıştır: İktibas Dergisi, S. 507 [Mart 2021], s. 62-64.

Bu serinin diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

12 Mart 2021 Cuma

ÂKİF İSTİKLAL MARŞI İLE DE İKAZ ETMİŞTİ

Mehmet Âkif, medeniyet coğrafyamızdaki fikir ve bilim insanları, sanatçı ve edebiyatçılar, siyasî ve bürokratik figürler üzerindeki ağırlığı yıllar geçtikçe artan abidevi bir insan.

İmanıyla, ahlakıyla, ilmiyle, şiiriyle, daha doğrusu bütün bir hayatıyla, çağları aşan bir insanlık numunesi. İlhamını Kur’an’dan, modelini Peygamber’den almış.

İnandığını tam olarak yaşamanın ve yaşatmanın gayreti içinde. Her şeyini milletine adamış bir fedakâr.

Yeni bir diriliş çağına ermek istiyorsak, onun hayatı ve eserleri önümüzde duruyor. Âkif’in oluşturduğu külliyat okunup anlaşılmayı; yaptığı rehberlik idrak edilmeyi bekliyor. Bunlara itibar ettiğimizde gerçekten özgürleşeceğiz.

Tam da bu noktada bir teklif: Şiirinden başlayarak onun işaret ettiği şuura ermek yolunda ilk adımı atabiliriz. Teklifim en başta, onun toprağından uzaklaşmış şairlere.

Âkif’e sahip çıkan ya da çıktığını iddia eden toplum liderlerine, kanaat önderlerine, dahası siyasî kadrolara da var bir teklifim: Onun fikir ve eylem dünyasına tâbî olma bahsinde samimi misiniz?

Samimiyseniz, başta iman, ahlak, hak, adalet, vicdan, emek, hilm, ötekileştirmeme, özgürleştirme, vb. olmak üzere, muvahhid bir Müslüman ve sade bir insan olarak onun hayat memat meselesi olarak gördüğü hususlarda, ona yaklaşmalısınız!

Ne diyordu Âkif’e bir şekilde öğrencilik yapmış bir şair: “Henüz vakit varken, gülüm/Paris yanıp yıkılmadan…”

***

Âkif, benzeri az görülen "mukız şair"lerdendi. Bu soy şairlerin zirve timsali. Sadece şiirleriyle değil, bütün kimliğiyle, eylemleriyle.

İstiklâl Marşı ise bu "bütün"den sadır olan özgürleştirici bir ikaz metni. 

Bu metne bağlılık için alengirli, neon lambalı, gürültülü nümayişlere ihtiyacımız yok.

Marşın şuuruna erelim yeter.

Emperyalist işgalcilere ve onların yerli işbirlikçilerine karşı yapılan "ikaz"ı yüklenen bu şuur, kişi, kurum ve yapıların zamanla içine düşebilecekleri başka olumsuzlukları da cephesine alabilecek bir dinamizme sahiptir. 

Marşı hamasetlere araç yaparak onu aslî niteliklerinden soyutlayanlar bunu bilmeli.

Yoksa ne acıklı haldir giyinmek o hüsran kilidini...

***

Marşın 100. Yılını idrak ederken, kayıt düşmek istedim.


(Fotoğraf: Muhammet Kaplan "Işıklı Mavilikler") 



10 Mart 2021 Çarşamba

NECİP FAZIL VE PAUL ELUARD'IN "SAAT 12"LERİ

Necip Fazıl (1904-1983)'ın şiirinin adı "Saat 12". 1931'de yazmış. Şiir şöyle:
Çın, çın, on iki hece,
Çaldı bir eski saat.
On ikide her gece,
Bana diyor ki, saat:
Dün, bugün, yarın, siz, biz,
Bu yayın içindeyiz;
Onu yüzyıl sayın siz.
Ömür on iki saat...
7'li hece ölçüsüyle yazılmış, iki dörtlükten oluşuyor. Dikkat edilecek olursa şair, saat üzerinden hayatın anlamını ve ömrün kısalığını tefekkür ediyor. İçe dönük bir şiir. Saatle deruni bir diyaloğa giren şair, Aşık Veysel'in "iki kapılı han"ının çıkış kapısına yapılan yolculuğu "Dün, bugün, yarın" hızlı sayımı eşliğinde anlatıyor. Üstadın şiirini şu ayetler eşliğinde okuyabiliriz:
"Ey Muhammed! Sen onlara dünya hayatının misalini ver. Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkileri (her renk ve çiçekten) birbirine karışmış, nihayet bir çöp kırıntısı olmuştur. Rüzgarlar onu savurur gider. Allah her şeye muktedirdir." (Kehf/45)
"Dünya hayatının misali şöyledir: Gökten indirdiğimiz su ile, insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü süslerini takınıp süslendiği ve sahipleri kendilerini ona gücü yeter sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz gelivermiştir, ansızın ona öyle bir tırpan atıvermişiz de sanki bir gün önce orada hiçbir şenlik yokmuş gibi oluvermiştir. Düşünen bir kavim için ayetlerimizi işte böyle açıklarız. (Yunus/24)"
Fransız şair Paul Eluard (1895-1952)'ın "saat 12"li şiiri ise "Son Gece" başlığını taşıyor. Birbirinden numarayla ayrılmış dört metinden oluşan şiirin ilk parçası oldukça çarpıcı üç bentten oluşuyor:
Şu eli kanlı dünya
Hep suçsuza yüklenir
Lokmasını ağzından alır
Verir ateşe evini
Gömleksiz pabuçsuz bırakır
Eder çoluk çocuğundan
Şu eli kanlı dünya
Bu ölü bu diri demez
Çıkarır çamuru aka uğruları bağışlar
Sözü boğar gürültüye
Şükür saat oniki on iki el ateş
Erinç getirir suçsuza
Artık yığınlara düşer gömmek
Kanayan tenini kararan göğünü
Yine yığınlara düşer anlamak
Kıyıcıların güçsüzlüğünü.
Tahsin Saraç'ın (Çağdaş Fransız Şiiri Antolojisi, Cem Yay., İst., 1976, s. 111-112) Türkçesi ile okuduğumuz bu şiirin, Necip Fazıl'ınkinin tersine dışa dönük bir dünyası olduğu ortada.
Necip Fazıl'ın aksine, çocukluğundan itibaren sosyo-ekonomik sıkıntılar çeken Eluard zorlu bir hayat yaşamıştır. Bu arada Birinci Dünya Savaşında gazla zehirlenmiş, nefes boruları kangren olmuş, İkinci Dünya Savaşı Fransız direnişinin edebiyattaki sözcülüğünü yapmıştır. Toplumsal olayların merkezinde konuşlanmak durumunda kalan Eluard, Dadaizm ve gerçeküstücülük tecrübelerini yaşadıktan sonra, yeni gerçekçilikte karar kılmış, açık ve arı duru bir dille, özgürlük şiirleri yazmıştır.
Bir bölümünü okuduğumuz "Son Gece" şiirini bu özet bilgi eşliğinde ele alırsak, bir toplumsal direniş ve özgürlük talebi şiiri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Suçsuzun suçlu, güçsüzün gariban, yoksulun mağdur edildiği bir ortamın betimlemesini yapan şair, hak hukuk terazisinin vuku buluşuna atıf yapar: "Şükür saat oniki on iki el ateş..." diye başlayan üçüncü bent, bu anlamda hayli önemlidir. Şair burada, toplum hayatını her bakımdan kötürüm eden "kıyıcıları" acı bir sonla karşı karşıya bırakır.
Şu veya bu şekilde, her iki şiir de "ölümlü" bir akıbetle karşılaştırıyor muhataplarını. Evet, akıbeti ele alış gerekçeleri farklı, fakat nihai durum aynı. Doğrudur, Necip Fazıl'ınkisi munis ve makul bir teslimiyeti hedefliyor. Eluard ise böylesi bir teslimiyete dair gündemi olmayan "kıyıcı"lara had bildiriyor.

Hadsiz "kıyıcı"lar keşke Hakk'ın işaret ettiği (Kehf/45, Yunus/24) hakikate tâbî olsalar da her iki dünyalarını karartmasalar... 

Ankara, 10 Mart 2021

ŞAİRİN GÖKKUBBELERİ

Şairin Gökkubbeleri, hazırlık aşamasında olan bir kitabın adı.
 
Vaktiyle, Diyanet Dergisi'nde yazdığım tarihi camilerle ilgili metinlerden oluşuyor. 

Matbu olarak takdim etmeden önce, işbu platformdan dikkatlere sunmak istedim.

Eğer okumak isterseniz, önce Şairin Gökkubbeleri üzerine tıklayın.

Akabinde açılacak olan sayfada her bir metnin başlığını göreceksiniz. O başlıklar sizi Diyanet Dergisi'ndeki ilgili metne ulaştıracaktır. 

İyi okumalar diliyorum. 



8 Mart 2021 Pazartesi

MUZİP ŞARKI

Nedendir biliyorum geçerken İnkılap'tan Bir şiir çiçeklendi büyüdü içim Bir hoş sarhoş sandım kendimi HMS diye esiverdi o an rüzgâr Hayat meyhaneye sığardı değil mi Orta sahasındayken tam da sokağın Sakarya'dayken yani sarsılarak birden Ge-Be-Te'ye çekmesin mi polis Dedim niye gebe bu T sayın milis Sarhoşluk numaram nasıldı ama İnkılap olmuş gibiydi İnkılap'ta Bütün gemiler kıyıya demirlemişti Gelip gidiyordu dalgalar uğuldayarak Çarpıyordu kalbime sesi hürriyetin Camekanlarda yürüyordu suretim Ankara, 6 Mart 2021


7 Mart 2021 Pazar

TÜRK EDEBİYATI DERGİSİ, SAYI: 533, ŞİİR…

Türk Edebiyatı’nda “Yaz Bitti” (Aykut Nasip Kelebek) ve “Ağrılı Gece” (Ahmet Şenol Alkılıç) şiirlerini okuduktan sonra, Yasin Mortaş’ın “Zeytin ile Gürz”üne geliyor sıra. Bu şiirde şu bölümü yenilik bağlamında ilginç sayabileceğimiz gibi, dönemsel vakıalara da şairane bir vurgu yapıyor diyebiliriz:

bir: çok kan akıttınız
iki: çok çocuk ağlattınız
üç: anne dağlarını sarstınız
dört: aşı-ekmeği yağmaladınız
beş: kanla petrol tarttınız
altı: baba yüreğini kanattınız
yedi: çok namus çaldınız
sekiz: günlere ateş bastınız (s. 10)
Dönem, alıntısını yaptığımız bu dizelerden biraz sonra gelecek olan şu ifadeyle daha net çıkıyor ortaya: “Ay Yıldızlı yumrukçu”! Doğrusu şiirsel bağlam içinde taze bir söylem değil. Zihnim bir an “Milli Mücadele” edebiyatı ile karşı karşıya kalır gibi oldu…
Dönem ruhu Erol Yılmaz’ın “Dik Dur” adlı şiirinde de tezahür ediyor. Fakat buradaki manzara bireyin iç dünyasına mahsus bir niteliğe haiz. Haksız yere hükmen mağlubiyete tayin edilmiş bir ruhun “Dik Dur” emri bu. Kendi kendine söylüyor tabii. Bir nevî manevî teyakkuz. Bilenme de diyebilir miyiz, yarınların güzelliklerine?!.
“Onların da istediği bu değil mi zaten
Küskünlük ormanına gir ve kaybol
(…)
Bük boynunu, üzül ve üzül ve üzül
Enerjiye dönüşmesin zinhar öfken
İtilmişliğin kör kuyusuna düş tarihin
Vur diline ve gönlüne kilit üstüne kilit
Paslansın on parmağındaki on marifetin” (s. 12)
Bülent Tokgöz, İlhan Kurt, Serap Kadıoğlu, Nazım Payam, Yalçın Ülker, Özcan Ünlü… Türk Edebiyatı’ndaki diğer şairler. Bir de İmdat Avşar’ın aktarımı ile Azerbaycanlı şair Ferit Hüseyn şiiri var derginin sarı yapraklarında…


1 Mart 2021 Pazartesi

“BİNGÖL ÇOBANLARI”NA NE OLDU?

Şehirler, arka bahçeleri kültür bakımından zengin olan merkezlerdir. Beni şehirlere alıp götüren işte bu bahçelerdir. Mesela Bitlis’i “Beş Minare”si, Mardin’i “Şen olan kapıları”, Urfa’yı “etrafındaki dumanlı dağlar”ı ile gönlümde büyütürken, Bingöl’ü “Bingöl Çobanları” şiiriyle kalbimin tahtına yerleştirmişimdir.

Benim bu şiiri baş tacı yapıp Bingöl’ü kalp tahtıma yerleştirmeme pek çok sebep olabilir. Hangisini sayayım?

Mesela, hatırlar mısınız bilmem, “Mahzun Çoban Şiiri”nde kullanmıştım o dönemlerden kalma bir takım yaşantıları, tabii ya, çocukluğumda çobanlık yapmışlığımdan kaynaklanan bir aynîleşme olabilir mi beni titreten?

Yahut, bir Peygamberlik mesleği ile yüz yüze oluşumuz mu beni derinden etkiledi?

Belki de sadece Kemalettin Kâmi Kamu (1901-1948)’nun “Bingöl Çobanları” şiirinin atmosferi beni kendimden geçirdi?

Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum

Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum

Bekçileri gibiyiz ebenced buraların

Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların

Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi

Her gün aynı pınardan doldurur destimizi

Kırlara açılırız çıngıraklarımızla.

İşte tam burada, karmaşık duyguların esiri olarak, bir yandan kederli kahroluş gözyaşları dökerken, diğer yandan acı bir tebessümle mahzun melûl bir boşluğa bakıyorum.

Bingöl Çobanları” şiirinin beni aynı anda bin bir hale sevk eden dünyası, birden kesif bir sisle örtülüveriyor. Sanırım şu manzara, yaşasaydı rahmetli Mehmet Kaplan’ın “Bingöl Çobanları” şiirinin tahliline “Ek” yazmasına sebep olurdu.  Haydi, sıkı durun, kıyıda köşede kalmış, kimsenin umursamadığı bir haberle karşı karşıyayız:

Sahipsiz Hayvanlar Döner Olacak… Bingöl Valisi…,  düzenlenen halk toplantısında yaptığı konuşmada, şehir merkezindeki sahipsiz hayvanlar nedeniyle Bingöl’ün adeta Hindistan’a döndüğünü ifade etti. Vali … özellikle kenar mahallelerde hayvancılık yaparak geçimini sağlayan çok sayıda kişi olduğunu, fakat bazı hayvan sahiplerinin hayvanlarına sahip çıkamadığını söyleyerek ‘Sizler bu hayvanlarınıza sahip çıkmazsanız, Ankara Büyük Şehir Belediyesinin yaptığı uygulamayı burada yapacağız. Yakaladığımız başıboş hayvanları kesip halka döner olarak dağıtacağız’ diye konuştu.”

Haber küçük, yayın organlarında kapladığı alan dar olabilir, fakat insanı alıp götürdüğü mecralar öyle mi ya?

Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek

Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek

Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı

Her adım uyandırır acı bir hatırayı!

Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda

Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam

Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda

‘Suna’mın başka köye gelin gittiği akşam.’”

Artık şiirin değil, şu basit haberin etkisindeyiz. Zihnimizi birbirinden farklı sorularla meşgul ediyor zira. Mesela, Sayın Valinin konuşmasına tehdit unsurları sokan etkenler neyle izah edilir? Bingöllüleri –en azından bahsi geçen kenar mahalle sakinlerini- sahibi oldukları hayvanlara göz kulak olmaktan, yani bir nevi çobanlıktan uzaklaştıran sebepler nelerdir? Halk, ineğini veya davarını, şehrin içinde niçin başıboş bırakmakta, hayvanını şehrin her tür olumsuz şartına (şiirdeki ifadeyle ‘kurda’) neden kurban etmektedir? Vali ve emrindekiler, sıkıntı verici bir problem haline gelen durumu çözmek için başka çareler üretemezler miydi, üretemezler mi? Hayır hayır, ben bunları bir tarafa bırakıyorum. Bu soruların cevabı kuşku yok, politik veya ekonomik bir takım izah oyunlarıyla açıklanabilir. Bu soruların karşılığı olan sorunlar, bir anket yahut raporla, hadi somut bir belge adı verelim, “Bingöl İl Özel İdaresi”nin “2007-2011 Stratejik Plânı” ile en azından kağıt üzerinde çözüme kavuşturulabilir. Mesela şöyle denilebilir: “Damızlık hayvan yetiştirmek, depolarını kurmak, suni tohumlama laboratuarları açmak, evcil hayvan sergileri ve yarışları düzenlemek, at yarışları yaptırmak”… Yani 65. ‘Yasal Yükümlülük’ maddesi olarak bunlar denilmiştir.

Canlarım, sahiden bırakıyorum bunları bir tarafa ve şu soruyu soruyorum: Haberde adı geçen taraflar “Bingöl Çobanları” şiirinden haberdar mıdır? Taraflar, yani Sayın Vali ve emrindeki yetkililer ile hayvanlarına sahip çıkmayan halk. Soruyu farklı bir kalıp içinde sorayım, Bingöllüler Bingöllülük bilincini taşıyorlar mı? Hadi bir örnek de vereyim burada, eğer bize ulaşan bilgiler doğruysa, vaktiyle Bingöl’de memuriyete alınacak olanlara “Bingöl Çobanları” şiirini ezbere bilip bilmedikleri sorulur, bilenler Bingöl’ü sahiplendikleri için, işe bir adım yaklaşırlarmış. Sahi, Bingöllülük bilincini başka nasıl test edebiliriz?

Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla

Çoban hicranlarını basar bağrına yayla

Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al

Diye hıçkırır kaval.

Yanlış anlaşılmasın, ben Bingöllülerin bu şiiri çok sevdiklerine inanıyorum. Fakat neden bu sevgi olumlu bir yankı ile tezahür etmiyor?

Gelinen noktada, bir sıkıntının olduğunu da söylememiz mümkün. Bilmem katılır mısınız, ivedilikle Bingöllülük bilinciyle ilgili hassas çalışmalara girilmeli. En başta bu şiir şehrin değişik yerlerinde sergilenmeli, matbu olarak insanlara dağıtılmalı. Hatta, yılda en az bir kez “Bingöl Çobanları Şiir Şöleni” yahut “Bingöl Çobanları Edebiyat Günleri” düzenlenmeli. Bu etkinliklerin üstesinden gelecek şair ve yazarlar da mevcuttur sanırım Bingöl’de.

Aksi bir durum yani pasif bir tutum da tercih edilebilir. Fakat bu kendi içinde bir tehlikeyi de barındırır. Mesela, mizah bu ya, şöyle bir HAYTAP duyurusu ile muhatap olunabilir: “Bingöl’de katledilen suçsuz hayvanlar için Avrupa’yı göreve çağırıyoruz!”

Gelin biz bu mizahı ters yüz edelim, “Bingöl Çobanları”nın son bölümünü Bingöllüler ile birlikte okuyalım.

Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı

Yamaçlarda her aksam batan güneşe karşı

Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an

Madem ki kara bahtın adını koydu çoban!

 

Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden

Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden

Anlattı uzun uzun.

Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun

Nadir duyabildiği taze bir heyecanla

Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla

Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına

Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına.”

Not: Bu yazı 27 Kasım 2008'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.

"Bingöl Çobanları" şiirini dinlemek için tıklayınız