30 Ocak 2019 Çarşamba

ISLIKLAMA

başımı indirmemi istiyorlardı---kaldırıyordum daha
belimi kırmamı istiyorlardı--- dikleştiriyordum daha
ağzımı kapatmamı istiyorlardı---
                                   açıyordum, açıyordum, açıyordum daha...

bol okumalı bir aşkın yolcusuyum çocuklar!
                                                                                  
İzmir, 1986

(Korku Islığı kitabımdan)

YOL-A-DAŞIM

(Diğer Adı: İstenirse Olunur Her Şey)

sürdüreceğim uyumamayı
sürdüreceğim.

ben’li olsun istemiyorum geleceğim
(haydi sen de bir savaşan.)

sözgelimi sevdiklerimi hep seveceğim.

kül demedim külü aleve seçemem
dinginsiz bir alevim.

karanlıklar içinde uyumayı seçtim
ve yalnız değilim yalnızlığa kahrederim
ve yalnız olmamalara yürekliyim.

yürüyorum işte, kollarım omuzlarda
omuzlarımda kollar.

eskil değilim, gencim, bugün ve yarın.

Balıkesir, 1985

(Korku Islığı adlı kitabımdan.)

27 Ocak 2019 Pazar

PERİCHOLE’NİN PAPAĞANI KRAL NÂİBİ

Sizi ciddi bir soruyla muhatap kılmak istiyorum: İspanya Krallığını Peru’da temsil eden Kral Nâibi Don Andres de Ribera hakkında neler biliyorsunuz?

Başkent Lima’nın bu mülki ve idari amirinin hastalığı, zaafları, müptelalıkları, vesvese, korku ve endişeleri, hile ve desiseleri ve kendisine yönelik taarruzlar karşısındaki tutumları hakkında malumatınız var mıdır?

Kurguyu açalım: Yaşlı Nâib hazretleri ayağa kalkamayacak derecede rahatsızdır. Böyleyken, Lima’nın önde gelen bir kabile reisinin kilisedeki vaftiz törenine katılmak durumundadır. İpek çoraplarına varıncaya kadar tören elbiselerini giyip kuşanmak ve yola çıkmak istese de bu mümkün olmaz. Zira bacağındaki ağrılar hepsine mani olur.

Devlet işlerini yattığı yerden yürütmek mecburiyetinde kalan Ribera, özel kâtibi Martinez ve uşağı Balthasar’ın yardımlarıyla işleri çekip çevirmeye çalışır…

Devletin eli olmayagör, nelerle iştigal edeceğin belli olmaz. Akça pakça bir yol tutturmak isterken, akçeli pekçeli işlerle içli dışlı olabilirsin. Tebessüm dolu bir gelecek vaadin varken, sevenlerine surat ekşitip diş göstermek gibi bir akıbetin bataklığına düşebilirsin. Adını tam göklere yaldızlarla yazdıracakken, içine girip götürüldüğün dalavere ve dolaplarla sefihlik çukurunda debelenip gidebilirsin. Nice devletli böyle böyle helak olup durmuştur.

Nâip hazretlerinin başına çorap örecek kişi aramaya ne hacet; Başkâtip Martinez ile artis Camila Perichole varolsunlar…

Martinez Efendi yatalak Nâip Ribera’ya şehirde olan bitenleri haber verirken, işin içine kendi heveslerini katmaktan ve patronunun vesveselerini kışkırtmaktan çekinmez. Bu uşak ruhlu utanmaz kâtip, işleri çekip çevirirken, Nâip Bey’in zaaflarını da inceden inceye terbiye eter.

Olan biteni Nâip Hazreterine anlatırken, devlet makamına gelen bir takım marazlı işleri biz de öğreniriz: Chupuisaca’daki yerel isyan, para babası Huayna Copac’ın piçine verilecek Enka unvanı ve imtiyazlar, Altamirano markizinin tiyatrocu kız Camila Perichole’nin papağanından şikayeti…

Bunlardan bir kısmı geçiştirilebilecek cinstendir ama Perichole’nin durumu hayli mühimdir. Nâip Hazretleri’nin ilk tepkisinden meselenin boyutlarını anlayabiliriz: “Bu kız Lima’da ne kadar kadın varsa hepsiyle benim aramı açacak.”

Tahmin ettiğiniz gibi, Saray mukimi Ribera’nın gözdesidir Perichole. Dolayısıyla onunla ilgili söz açıldığında, Don Andres de Ribera dayanamaz ve başka haberler bekler Martinez’den: “Öğrenmek istediğim onunla benim aramda olup bitenler hakkında söylenen sözler; artık iş o dereceye geldi ki bunun gizli kapaklı bir yanı kalmadı!” “Sakın yanlış anlama, beni aldatmasından korkmuyorum.”

Martinez bire bin katar, kıvamınca anlatır: Artis kız onu bir takım kişilerle aldatmaktadır. Yüzbaşı Hernan Aguirre, melez matador Ramon, vs…

Üçkağıtçı kâtip, bu zanlıların her biriyle Perichole arasında olan bitenlere dair hikâyeler duymuş dahası uydurmuştur.

Martinez’den duydukları Nâip Hazretlerinde öfke oluşturur. Zira ona göre özel kâtibi yalan söylemektedir. Dolayısıyla kovulması Allah'ın emridir: “Hey Allahım, yürümeye gücüm yetseydi, bastonumun altında gebertirdim sizi. Defol, rezil, yoksa pencereden atarım.”

Doğrudur, artık Ribera'nın içine şüphe kurtları üşüşmüştür. Şu halde bir sonraki sahnede Perichole’yle kıskançlık fesadı bağlamında cenk edecekleri kesinlik kazanmıştır.

Katılacağı bir törende caka satmak isteyen sanatçı kız,  Kral Nâibi’nin “Altın Araba”sını istemek üzere ‘Saray’a gelir. Martinez’in ektiği kötülük tohumlarıyla kafası hallaç pamuğuna dönen devletli âşık, ekşi bir suratla karşılar gözdesini. Bir adım sonrasında ise, içindeki alaca beleceleri dışa vurmaya başlar: Yüzbaşı Aguirre, melez matador…

Kızın sözde âşıklarını ve güya onlarla yediği haltları cepheden dile getirir kıskanç ve marazlı Nâip: “Yüzbaşı Aguirre’nin oynaşlarıyla düşüp kalkacak adam değilim ben.” “Bir meleze âşık olmak ha! Allah belâsını versin! Bugüne kadar bir dediğinizi iki etmedim… Sizin için halkın gözünden düştüm… Rezalet, İspanya kralının yerini tutan adamın, seveceği kadını salaş tiyatrolarında arayıp bulmasında!..”  

Perichole kendisiyle ilgili olarak ihdas edilen ve devletli sultanı tarafından dile getirilen “yolsuzluk” iddialarını dik bir duruşla, tahkikî bir söylemle ve ince ironilerle püskürtür: “Bütün Lima ayaklanır, birbirine girer; hele Perichole hapse girecek olsun.” “Hakaretlerinizi de, sayıp döktüğünüz acı iftiraları da sabırla dinledim; hepsini, çektiğinizi gördüğüm acılara bağışladım…”

Nihayet zihin ve gönül dünyası kıskançlık fesadından arınan Don Andres de Ribera  bakın hangi sözleri söyleyerek diz çökmüştür. İşte ikilinin ilgili diyaloğu:

“Hadi, Camila, hadi bırakalım bu lâfları… Senden özür diliyorum işte. Yanılmışım… Çektiğim acıdan, ne söylediğimi ben de bilmiyorum. Hepsi bitti… Ver elini bana… Hadi söyle…”

“Ne söyleyeyim?

“Bana kızmadığını, benim taşkınlığımı affettiğini…”

“Peki, affediyorum; beni hakikaten sevdiğine inanıyorum da ondan.”

“Hiç değilse, büyüklük göster… Benim sana güvenim var…”

Böyle olur. Görünüşte görklü olanlar sefahat çukuruna düşüp asıllarını tezahür ettirmeye görsünler. Yularlarını, urganlarını keyiflerinin eteğine teslim edip sefihliğin bataklığında batmasınlar. Vezirlerin rezilliği böyle oluyor maalesef. Fos çıktıklarıyla kalmıyorlar, fosseptikte debeleniyorlar maalesef…

Gönül ve zihin uçkurunu artis kıza teslim eden Kral Naibi, “Altın Araba”nın anahtarını da gözdesine vermekte gecikmez: “Şey yavrum, sen benim altın arabamı istemiştin galiba?...” “Bu hediyemi kabul etmezsen, sonunda, bana hâlâ dargın olduğuna hükmedeceğim.” “Bu kız beni istediği gibi oynatıyor ama, doğrusu çok seviyor beni… Ne istese, hayır diyemiyorum ona…”

Hatırlanırsa, yukarıda bir yer de Perichole’nin papağanı Kral Nâibi’ne şikayet ediliyordu. Geldiğimiz noktada, Naip Hazretleri papağan oldu Perichole’ye…

Bu dünya böyledir; kimin illete düştüğü, kimin zillete düşeceği zamanla belli olur…

Her neyse, sadade gelelim: Fransız yazar Prosper Mérimée (1803-1870)’nin yazdığı “La Carrosse du Saint-Sacrement” adlı tiyatrosu üzerinden yol almaya çalıştık. 1963’te MEB tarafından yayımlanan bu eseri Necati Cumalı Türkçeleştirmiş. Jean Renoir tarafından “La Carosse D’or” adıyla filme alındığı için, Cumalı “Altın Araba” şeklinde adlandırmış metni.

On dokuzuncu yüzyılda yazılan bu eser çağları aşan evrenselliği bağlamında yüksek tepeleri işgal eden kimi zayıf karakterli kişilerin denaetlerini didiklemiş. Yarası olanlar gocunur mu dersiniz… 

25 Ocak 2019 Cuma

ŞAİR VE KASINTILIK

Pablo Neruda (l904-l973), Şilili Marksist bir şairdi. Allende’yi desteklediği için, faşist lider Pinochet’in yaptığı darbeden hemen sonra öldürülmüştür. Hakikî Türkiye Marksistlerinin de sevdiği bir şairdir.

Neruda hatıralarında anlatır: Henüz genç bir şairdir. “Sıska ve yarı aç.” “Kara giysili bir üniversite şairi”dir. Arkadaşlarıyla birlikte “muhabbet tellalları”nın, “bıçaklı kabadayılar”ın bol olduğu bir “kabare”ye giderler. Müziğin kesilmesi iki serserinin kavgasından ötürüdür. Manzara karşısında cılız, çelimsiz şair dayanamaz ve düşünmeden, ortalığı darmadağın edenlere, karşılık vermeye girişir.

Kabadayılar birbirlerini haklar ilkin. Galip gelen, şairi sıkıştırır köşeye. Sonrasını Neruda’dan dinleyelim: 

“...Ben de ona bir yumruk attım, ama herifi bir milimetre bile kımıldatamadım yerinden. Taş bir duvar gibi.

Birden arkaya attı başını, vahşi hayvan gözlerinin rengi değişmişti.

-Şair Pablo Neruda'sınız değil mi?

-Ta kendisi!

Başını önüne eğdi ve şu cevabı verdi:

-Ne boynu devrilesice herifim ben! Deli gibi hayran olduğum şair karşımda ama, aşağılık serserinin birisin sen diyor bana!

Ahlayıp oflayarak başını elleri arasına aldı. (...) Gülümseyen bir genç kız fotoğrafı uzattı:

-Sizden ötürü hoşlanıyor benden, Don Pablito! Sizin mısralarınızdan ötürü. Hepsini ezbere biliyorum.” (Neruda, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, Alan Yay., 3. Bas., İst., 1983, s. 238)

Niçin aktardım bunları size?  Belki hatıralarını aktaran şairce bir miktar abartılmış olabilir bunlar, evet ama,  şiirin toplumdaki konumu, şairin toplumsal pozisyonu hakkında konuşmak için bir malzeme olamaz mı anlatılanlar? Pekâla olur.

Her taşın altına elini uzatan şair için sözümüz yok. Halkı için kanayan damara dokunmayacağız. Yalnızlığını çoğaltıp, kalabalıklara birliktelik muştuları gönderenlere sesimizi çıkaramayız. Kalbinin tıp tıplarını bütün canlılar için kullanan bizden. Fakat, ey siz, oradakiler! Geçmişteki şaşaalı güçlerinin çok uzağında, bugün ayak takımı kabilinden addedilebilecek bir konumda bulunan şairler güruhu, yeniden bir seçkinlik için ne tür tasarıların var?  Ekonomiden, kara siyasetten, futboldan, poptan... ne zaman alacaksın önceliği ve şiirin, toplumun iktidarına yerleşecek?

Diyorsunuz ki, toplum şiirden uzaklaşıyor, uzaklaştırılıyor. Ya siz ne yapıyorsunuz. Toplumdan uzaklaşmadığınızı iddia ediyor musunuz? Günlük hayatın, uğraşların, koşuşturmaların, bitip tükenmeyen karşılıklı dalaşmaların yerini ne zaman ferahlıklar, gül yüzler, tatlı cümbüşler alacak? İnsanca kenetlenmek ve toplumla kanatlanmak için vakit var mı sanırsın?

İşte sizi şöhrete davet ediyorum. Hakikatin eşiğine çağırıyorum. İsminiz yalnız yaldızlanmakla kalmayacak, sonsuz şükranlarla anılacaksınız.

Hayır, bırakın daracık mekânlarınızı, takımlarınızdan istifa edin, birbirinize borç olarak verdiğiniz taltifnameleri yırtın, çapsız ve ufuksuz çukurlardan çıkın. Kendinize yakıştırdığınız kasıntılık hallerini, kibir seanslarını defedin. Suratınız paklansın.

Gökyüzü altında yaşayanlar,  ezilenler, mazlumlar, direnenler, mütevazı bir hayat sürenler, hepsi sizi bekliyor.

(Şiirin İpek Sesi adlı kitabımdan.)

23 Ocak 2019 Çarşamba

CAN FİLMİ

Henüz Bahçesi
Yazlık sinema keyfi
Taha’nın rüyası belki
Tahta sandalyede gazoz içerken
Şipşak fotoğrafçısı geldi
Bu resim odur
Başka şeye dönüşebilir
Bağırmasın yeter ki
Aktör efendi
Artmasın yani terör
Altı üstü ne ki
Çıkarır atarız
Film değil mi
Can filmi?!.
El atsın efendimiz illâki…

Balıkesir, 11 Kasım 2017

İKİNCİ YENİ ŞİİRİNDE TÜRKÜ TADI

Ezgilerle söylenen ve genellikle anonim olan Halk şiirlerine türkü adı verilir. Türküler yapı bakımından genellikle bent ve kavuştak (bağlama) olmak üzere iki bölümden oluşurlar. Ayrıca bu bölümler kendi aralarında kafiye bakımından birbirlerine bağlanırlar. Fakat türkülerin, kavuştaksız, farklı sayılarda dizeden oluşan kavuştaklı, sadece dörtlüklerle, beyitlerle veya bentlerle kurulan, farklı biçimleri de vardır. Türküler hece ölçüsünün çeşitli kalıplarıyla söylenebilirler. Konu yönüyle aşktan savaşa, günlük olaylardan toplumsal  maceralara kadar oldukça zengin içerikleri vardır.

Bu arada, türküleri konularına, ezgilerine, yapılarına ve hatta söylendikleri bölgelere göre isimlendirmek, gruplara ayırmak mümkündür.

Türkülerin bu geniş, nispeten serbest yapısı İkinci Yeni hareketi içinde yer alan şairlerin dikkatini çekmiş hatta onlara oldukça cazip gelmiş olmalıdır. Çünkü, aşağıda da görüleceği üzere türkü ve onunla bağlantılı pek çok husus, bu hareketin şairlerince bir hayli kullanılmıştır.

Cemal Süreya burada ele alacağımız şairlerden birisidir. O, ‘türkü’yü pek çok şiirine en azından isim olarak almıştır. Onun türkü adını kullandığı şiirlerini, yukarıdaki veriler etrafından değerlendirirsek, durum açıklanmış olacaktır:
Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri[i]’de yer alan “Güzelleme” (s.16), “Türkü” (s.24), “Türkü” (s. 212) “Terazi Türküsü” (s.  52), “Türkü” (s. 128), “İlhan’ın Anısına Türküler” (s. 179) şiirlerinde, görüldüğü gibi ‘türkü’ ve bağlantılı kelimeler kullanılır.

Şairin “Türkü”(s.24) adıyla andığı ilk şiiri 6’şarlı üç bentten oluşur. Bu şiiri türkü nazım şekliyle bağlayan şeklî herhangi bir bağ yoktur denebilir. Sadece, sırasıyla, her bendin dördüncü dizesinde kullanılan “Kahin-klin kahin-klin”,  Gülüm-mera gülüm-mera”, “Çal-para çal-para  tekrarları türkülerin kavuştaklarını hatırlatır:

Bir sürü çiçek ama saydırmaya kalkma
Ayrı ayrı kadınlardan koparılmış
Kadınlardan ya hem de bilsen nerelerinden
Kahin-klin kahin-klin
Ben ne kadar öbür çiçekleri denesem
Seninki gül oluyor aralarında

Bir sürü güvercin havalan. Saçların
Bunlar tıpkı senin sevilmedeki saçların
Kanatlarımdan bellidir yeni açılmış sokaklarda
Gülüm-mera gülüm-mera
Bir güvercin akıntısında kesin güvercinler
Uçsuz bucaksız bana bakıyorsun

...”
Cemal Süreya’nın “Terazi Türküsü” (s. 52), dörtlüklerden oluşması, zengin kafiyeleri, dörtlük sonlarındaki ikişer dizelik nakaratı ve halk söyleyişine benzeyen bazı unsurlarıyla türküye yaklaşır:

Dostum Elif. Harput Kasabı. Güzin
Günde beş vakit Harput ve hüzün
Doldur doldur Allahı seversen
Anası satılsın burjuvazinin

(...)

Dostum Mahmut.  Gül Çayevi. Yazın
Akılda kalmıyor adresin uzun
Doldur doldur Allahı seversen
Anası satılsın burjuvazinin

Şairin bir diğer türküsü, “Türkü” (s. 128) başlığıyla, dörtlüklerle yazılmış olması ve türkülere has lirizmiyle, adını hak eder. Bu şiir konu itibariyle ‘ağıt’a da yaklaşmaktadır:

Soruyorlar bir de nerdeyim
Minibüs şarkılarında güllerdeyim
Bilirim az buçuk ne istediğimi
Aykırı dalda açmışsa da çiçeğim

(...)

Sırıkla araladım sulardaki pisliği
Soruyorlar bir de nerdeyim
Belki de ölümcül bir sevinçteyim
Sesim tanınmaz bir çocuk sesi

Cemal Süreya’nın “İlhan’ın Anısına Türküler” (s. 179) başlıklı şiiri, ilk okuyuşta bizleri birkaç şiir beklentisi içinde bırakır. Adından kaynaklanan bu durum, hemen başlıktan sonra konulan ‘I’ rakamıyla da desteklenir. Fakat ortalıkta bu numarayla numaralandırılmış ve 6 dörtlükten oluşturulmuş bu metinden başka bir “türkü” bulunmaz. Bu açıklamadan sonra, “İlhan’ın Anısına Türküler”in türkü tarzıyla olan ilişkisine değinelim. Bu ilişki, şiirin dörtlük olarak oluşturulmasından ziyade, bir ‘ağıt’ niteliği taşımasındandır. Zira, şair bu şiirde, artık hayatta olmayan bir arkadaşına (İlhan Erdost’a) seslenmektedir:

...

Bir bardak su içsem şimdi
Yaralarımdan dökülür
Gün ki yıkımlar günüdür
Boştur ne söylesem şimdi

Birini görüyorum kalabalıkta
O adam işte sana benziyor
Ama sana nasıl da benziyor
Binlerce adam kalabalıkta
...

Cemal Süreya’nın son “Türkü”sü (s. 212), birinci, üçüncü ve beşinci birimleri dörtlük; kavuştak gibi algılanabilecek ikinci ve dördüncü birimleri ikilik olan bu şiir diziliş bakımından kavuştaklı türkülere en çok benzeyen şiiridir.

İkinci Yeni’nin başka bir şairi olan Ece Ayhan’ın türkülerle ilgili sayabileceğimiz tek şiiri Yort Savul[ii]’daki “Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt” (s. 121) ismini taşıyan metnidir. Üç beyit ve bir tek dizeden oluşan şiirinin Halk şiiriyle ilişkisi başlıktaki ‘ağıt’ sözcüğü olduğu kadar, bir ‘ölüm’ü de konu edinmesidir:

Peki nasıl oldu da hatırladı denizde boğulduğunu
nasıl oldu da peki anlatamıyorum biliyorsun
(...)
Ama yok ne olur ağlama böyle ama yok
Şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak

Kantocu peruz sahiden yaşadı mı patron?

Edip Cansever’in şiirlerinde ise türkülerle ilgili olarak tespit edebildiğimiz iki örnek, Yerçekimli Karanfil[iii]  kitabındaki “Tragedyalar”da, birkaç ara başlık olarak kullanılan “Ağıt”lar (s. 148 ve 154) dır. Bu parçaların ‘ağıt’ olarak anılmasının sebebi, hüzün duygularının egemen olmasından ötürüdür. İkincisini aktarıyoruz:

Gün bitti. Saat kaç. Bitecek mi bir gün savaşımız
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
Dönüp dönüp arkamıza baktığımız
Bir dünya kalıntısı üstünde
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de.”( s. 154)

Türkü,  Cemal Süreya gibi, İlhan Berk’in de en çok andığı veya atıfta bulunduğu Halk şiiri şeklidir. Onun, Galile Denizi[iv]’ndeki “Sait Faik” (s. 19) şiirinin bir bölümü olan “Ağıt” ve  İlya Avgiri’nin Karısının Acı Türküsü” (s.37) ile Pera isimli kitabında (Adam Yay., 2. Bas., İst., 1996) yer alan “Sucu Türküsü” (s. 132) başlıklarında yer alan türkü kelimesiyle dikkat çeken şiirlerdir.

Bu şiirlerden hiçbirisinin Halk şiiri nazım şekli olan türkü ile benzerliği yoktur. Örneğin şair, “Sait Faik” şiirinin bir bölümü olan “Ağıt”, onluk bir bentten oluşur ki, bu metinde hakim olan unsur cümledir. Ayrıca, türkülere has lirizmi bulmak da mümkün değildir:

Baktık bir evin bahçesi ilk defa bir evin bahçesi başını almış gidiyor
Bir çocuk Grenoble’da İtalyan mahallesinde bir çocuk görüyor ilk
Deniz kıyısındaki o her akşamki kahve birdenbire tutup batıyor
Ne varsa umtlu umutsuz sıkıntılı sıkıntısız o cumartesi akşamları
frengili ağaçlar çekip gidiyor
Yeşil zeytin, limon gibi bir istanbul sarısı kalıyor geriye
...”

 İlya Avgiri’nin Karısının Acı Türküsü” ise dört adet beşlikten oluşur. Şiirde geçmişe duyulan özlem ve bundan kaynaklanan acı ve lirizm, hiç olmazsa türkü tadı veren unsurlardır. İki bendini aktaralım:

“...

Benim gençliğim güzeldir bakın
Her gün elele denizle rüzgârla
Her şiirde seçme mısra güzelliğim
Her evde yatakların andığı ben
Mis gibi her gün hikâyem ağızlarda

(...)

Benim gençliğim güzeldir bakın
Her gün elele denizle rüzgârla
Her şiirde seçme mısra güzelliğim
Her evde yatakların andığı ben
Mis gibi her gün hikâyem ağızlarda

Yukarıda andığımız “Sucu Türküsü” de adında yer alan ‘türkü’ kelimesi ve ikinci bentten sonra kullanılan ‘kıssa’ ara başlığına rağmen, yerli bir gelenekten kaynaklandığı hissi vermez. Üstelik, şair bu şiirin tarzını da dipnota koyduğu “Brecht’çe.” ile somutlaştırır.

Başlangıçtaki birlikteliğinden ötürü İkinci Yeni şairleri arasında ismi anılan Sezai Karakoç’un, şiirleri arasında türkü olarak kabul edilebilecek metinler bir hayli çoktur. Bunlardan birisi, Şiirler VII[v]’deki “Ninni” (s. 27) şiiridir. İki dörtlükten oluşan “Ninni”nin, 8’li hece ölçüsüyle yazıldığını görüyoruz.

Bilindiği gibi ninniler, annelerin çocuklarını uyutmak için, kendine özgü bir besteyle söyledikleri, basit sözlü türkülerdir. Ninnilerde genellikle çocuğa dair istek ve iyi dilekler, söyleyenin sevinç ve üzüntülerini yanık bir havayla dile getirilir. Sezai Karakoç’un şiirini bu bilgiler ışığında okursak, şekil ve tür uygunluğu daha açık anlaşılacaktır:

Sana Tanrı Armağanı
Desem uyur musun yavrum
Geleceğin kahramanı
Desem uyur musun yavrum

Gözün göğün siyahından
Göğsün güneş kadehinden
Yüzüne nur saçmış Kur’an
Desem uyur musun yavrum

Sezai  Karakoç’un  bir başka ninnisi, Şiirler VI[vi] kitabında,  Rüzgârın dilinden” söylenen “Ninni” (s.17) başlıklı ara  şiiridir. Bu metin de adıyla ve muhtevasıyla Halk şiirindeki ninni türkülerini  hatırlatır:

“...
Kuşlar öttü Leylâ için
Güller açtı Leylâdan ötürü
Uyku bir bahara döndü
Leylâ ayla yıldızların
Arasında paylaşıldı
Ortasında kapışıldı
Sussun bütün dünya şehir
Leylâ derin bir uykuda

            Güller Leylânın uykusunda olgunlaşırlar
            Leylânın düşlerinden renk alır kuşlar” (s. 18)

Sezai Karakoç’un Şiirler II[vii] de bulunan “Gül Muştusu” nun (s. 71) XII. bölümünün içinde, üç dörtlükten oluşan ve şairin, hemen öncesindeki mısrada ‘gül türküleri’ olarak adlandırdığı (“Ve dudaklarında gül türküleri”) üç dörtlükten oluşan bir parça vardır. Şair bu parçada redif ve kafiyelere dikkat etmiş, ses yönünden zengin bir metin oluşturmuştur:

Gül gelmiş gül gelmiş
Gümüş düşmüş bahçemize
Altın serpilmiş suya
İğde dalı yola ağmış

(...)

Gül gelmiş gül gelmiş
Şamdan bir bulut inmiş
Bağdattan bir rüzgâr esmiş
Sabah rüzgârları esmiş” (s. 100-101)

Aynı bölümün sonunda şairin ‘ağıt’ adını verdiği (“bir ağıt yükselir tutar doğuyu batıyı”) uzun bir parça vardır. Bu parça ise dörtlükler ve ikiliklerden kurulmuştur. Genellikle iki dörtlük ve ‘kavuştak’ sayılabilecek bir ikilik şeklinde sıralanan (son kısımda bir dörtlük bir ikilik), ondokuz bentten oluşan bu ara şiirde şekil ve konu bakımından ağıt türüne uygunluk vardır. Bir bölümünü aktarıyoruz:

Yıkıldı dağlar yıkıldı
Evimin üstüne güpegün
Güneş yaktı ekini
Kuş bitirdi tarlamı

Sen çabuk öldün
Hey köyü titreten
Sen ölmeseydin
Oğlunu öldüremezlerdi

Yıkıldı dağlar yıkıldı
Evimin üstüne yüreğim

...” (s. 103-104)

Sezai Karakoç’un Şiirler III[viii] kitabında bulunan “Köşe” (s. 85) şiirin ikinci bölümünden aldığımız şu parça ise sanki halk türkülerinden kopup gelmiş bir etkiyi sunmaktadır:

...
Evlerinin içi kabartma bahar
Köşelerde keklik gibi bakıp duran saklılar
Halıları öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar
Siz söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar
Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar

Evlerinin içi yeni güllerden
Görülmemiş güneşleri görülmemiş gözlerine getiren
Sağ köşedeki entari sol köşedeki şapka
Beni katil suların ortasına bıraka
Katil sular güneşi gözlerinden götüren

Evlerinin içi gurur döşeli
Benim aşkım binbir köşeli ah binbir köşeli”(s. 86)

Turgut Uyar’ın şiirleri[ix] arasında da türkü ve ona bağlı kavramlarla birlikte değerlendirilebilecek metinler çoktur. Bunlardan “Elli İki Hane” (s. 354) şiiri,  dörtlükleri, tekerleme ve kavuştağı hatırlatan ikilikleri, kafiye örgüleri ve söyleyişteki rahatlılığıyla bir türkü havasına sahiptir. Birkaç dize hariç, 7’li hece ölçüsünün kullanıldığı bu şiirin  bir bölümünü sunuyoruz:

...
ay durur menziliyle
herkese ak yüzüyle
sen aysan açık davran
ya ondan ya bizimle

oy farfara farfara
ateş düşer çarşılara

...”
Turgut Uyar’ın şiirleri arasında ‘ağıt’ adıyla anılan metinler dikkat çekicidir.  Bunlardan “Ölü Yıkayıcılar” (s.186) başlıklı uzun şiirde genel olarak ölüm teması işlenirken,  sonlarına doğru bir parça “Ağıt” (s.198)  ara başlığı ile sunulur. Gerek şiirin tamamı, gerekse sonundaki parça geleneksel şekillerle bağlantılı değildir. “Ağıt” ara başlıklı metinden bir bölüm aktarıyoruz:
...
            ‘Bir köpeğe bir ağıt
            Bir kadına bir ağıt
            Bir kıyıya bir ağıt
            Bir doğu kentine bir ağıt
            Bir batı kentine bir ağıt
            Bir kantine bir ağıt.
Coşkun süreç bütün bağışlamazlığını almış gidiyor.
Su hazır.
Herkes kendi azlığını almış gidiyor.
O trenler, uzun şeylerin aldandığı,
Bir boşluğu betimleyen ey en güzel resim.
Akşamımız kıyı alışverişlerinin en gözde malı.
Bir çöl bitkisinin gövdesinde rahat buluyorum sırtımı
Ölüme temiz değilim.
 ...”

Bunun gibi, “Ağıtlar Toplamı” (s. 234) genel başlığı altında birtakım nazım parçaları (“cemal’e ağıt”, “edip’e ağıt”, “naci’ye ağıt”, “tomris’e ağıt”, “kendime ağıt”) sunar. Bu nazım parçaları da sırf konuları itibariyle ağıt olarak anılmaktadır.

Turgut Uyar’dan son olarak, “Bir Amcanın ve Onun Karısının Ölümüne Ağıt” (s. 353) başlıklı şiir anılmalıdır. Üç bentlik bu şiirde gerek söyleyiş, gerekse muhteva ağıt türkülerine özgü bir durum arzeder:

arama mustafa kardeş arama
o sen değilsin
o sen değilsin
şimdi bırak toplu tüfekli
bir oyundan sonra
dullar dinlensin
kara kara yalnız yalnız
dullar dinlensin

(...)

arama hey mustafa kardeş arama
o sen değilsin
o sen değilsin
hey mustafa kardeş arama
yepyeni bir kuşağı üretecek
döller dinlensin
yalnız değil kara değil
öyle dinlensin
öyle dinlensin

Ülkü Tamer de, diğer İkinci Yeni şairleri gibi, şiirlerinden bir kısmını türkü veya ağıt adıyla anmıştır. Şairin toplu kitabı olan Yanardağın Üstündeki Kuş[x]’ta türkü ve ağıt adıyla sunduğu şiirleri “Ağıt” (s. 205), “Ökkeş’in Türküsü” (s. 231), “Kırda Vurulanların Türküsü” (s. 232), “Nişan Türküsü” (s. 235), “Yola Düşme Türküsü” (s. 236),  Atlının Türküsü” (s. 237) ve “Memik’e Ağıt” (s. 243) tır. Ayrıca, “Üşür Ölüm Bile” (s. 206), “Akşamüstü Deyişme”(s. 242) ve “Delikanlı” (s. 247) şiirlerinde ise klâsik türkü formlarıyla ilişkili şiirlerdir.

Bu türkülerden “Ökkeş’in Türküsü”, “Kırda Vurulanların Türküsü” ve “Nişan Türküsü” dörtlüklerle ve 8’li hece ölçüsüyle yazılmışlardır. Ökkeş’in Türküsü’nden bir bölüm sunuyoruz:

Ağa oğlu paşa oğlu
Önünde evinin yolu
Dilinde güneşin balı
Döşünde çiçeğin gülü

Ağaç sende kurt bendedir
Temmuz sende mart bendedir
Yetmiş iki sırt bendedir
Her bir sırtta gurbet çulu

...”

 Nişan Türküsü”nde ise her dörtlükten sonra tekrarlanan ve ikiliklerden oluşan bir kavuştak bölümü bulunmaktadır. Bir bölüm aktarıyoruz:

Anasının adı Güllü
Kızı kendisinden dilli
Derdi günü bir tas bulgur
Göğe bakışından belli
Kız nişanın kutlu olsun
Şekeri de tatlı olsun

Babasının adı Ziya
Yanaşma dururdu beye
Kalenin burcunu gözler
Hızır görünecek diye

Kız nişanın kutlu olsun
Şekeri  de tatlı olsun

...

Ülkü Tamer’in türkülerinden “Yola Düşme  Türküsü”, “Atlının Türküsü”, “Akşamüstü Deyişme”, “Memik’e Ağıt  ve  Delikanlı”, 11’li  hece ölçüsü ile yazılmışlardır. Bu şiirlerden “Yola Düşme Türküsü” ile  Atlının Türküsü” üçer dörtlükten oluşur. Kafiye örgüleri de (abab, cccb, dddb...) şeklindedir. Birincisinde “Durmak olmaz gayrı düşek yollara”, ikincisinde ise “Yürü atım rahvan atım tez yürü” dizesi nakarat olarak her dörtlüğün sonunda tekrarlanmaktadır. “Yola Tüşme Türküsü”nden bir bölümü alıyoruz:

Ekmeğin üstünü dikenler sardı
Durmak olmaz gayrı düşek yollara
Uşaklar feryadı Antep’e vardı
Durmak olmaz gayrı düşek yollara

(...)

Pınarın koynunda ateş bekliyor
Analar memede ağu saklıyor
Ecel gelmiş işte canı yokluyor
Durmak olmaz gayrı düşek yollara

11’li ölçüyle yazılmış olan “Akşamüstü Deyişme” başlıklı şiir ise karşılıklı konuşma (“Karşılıklı Türküler”) edasıyla söylenmiştir. Diğer şiirlerden farklı olan bu yapısı, onun bir türkü çeşidi olan karşılıklı deyiş türkülerine benzerliğini gündeme getirir. Genellikle Halk hikayelerinde görülen bu tarzı Ülkü Tamer’in ustaca kullandığı ortadadır. Kafiye düzeni (abab, cbcb, dbdb) şeklinde olan bu türküden de bir bölüm aktarıyoruz:

“- Uruş Gölü’nde mi yudun saçını
Ateşten çözülmüş yalıma benzer
- İçimin kanında yudum  saçımı
Yasla tarazlanmış kilime benzer

(...)

- Nafak Suyu’nu mu gördü gözlerin
Cam üstüne vurmuş geceye benzer
Senin gördüğünü gördü gözlerim
- Güle aşılanmış acıya benzer

11’li heceyle yazılan “Memik’e Ağıt” ile “Delikanlı” türküleri de ana bölümler arasındaki kavuştaklarla “Nişan Türküsü”ne benzerler. Fakat bu arada birincisinin kavuştağı aynen tekrardan oluşurken, ikincisinde bazı değişiklikler göze çarpar. Konuları ölüm olan bu iki şiirden “Delikanlı”yı sunuyoruz:

Döşünün ortası bir gümüş sini
Geceden başlatır aydınlık günü
Sıkılganlık onun nişanlı yanı
Gül alır dalından sabah olunca
Yakar türküsünü inceden ince

Alnının ortası bir uzun şose
Kara kirpikleri yakışır yasa
Sevda candan uzun, can günden kısa
Gül verir dalına akşam olunca
Yakar türküsünü inceden ince

Adı yas türkülerini çağrıştıran “Ağıt” şiiri ise adıyla olduğu kadar biçim özellikleriyle de Halk şiiri etkilerini taşır. 5 dörtlükten oluşan şiirde 4+4 duraklı 8’li hece ölçüsü ve (abab, cccb, dddb, ...) kafiye şeması kullanılır. İki dörtlüğü şöyledir:

Bu toprakta kalır adın
Tohumların arasında
Yeşilinde tarlaların
Başakların sarısında

Yıllar geçse de aradan
Kopar gelir ırmaklardan
Işır yine kurşunlanan
Dostlarının yarasında
...

Ülkü Tamer’in türküleri arasında saydığımız “Üşür Ölüm Bile” şiiri üç ana dörtlük ile üç kez tekrarlanan dörtlük halindeki bir kavuştaktan, yani toplam 6 dörtlükten oluşur. Bu şiirde şekil türkü formu taşımaktadır. Şiirin konusu da ölümü ihtiva etmektedir. Dizeleri ölçülü olmayan bu şiirde ritmi ses benzerlikleri ve tekrarlar sağlamaktadır.

Bu konuyu bitirirken, İkinci Yeni şiir hareketinin, sanıldığının tersine, Türk Halk şiiri geleneği ile kendisine özgü bir bağ kurduğunu ve ondan yararlandığını söyleyebiliriz. Biz, bu bağın sadece bir yönünü araştırdık. İkinci Yeni hareketinin, Halk şiirinin ait diğer unsurlarıyla olan ilgisi de araştırılmalı ve yakın dönemin en önemli şiir oluşumuna ait bazı gerçekler objektif bir şekilde ortaya serilmelidir.




[i] Cemal Süreya, Sevda Sözleri, YKY, 2. Bas., İst., 1996.
[ii] Ece Ayhan, Yort Savul, Adam Yay, İst., 1982.
[iii] Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, Adam Yay., 5. Bas., İst., 1995.
[iv] İlhan Berk, Galile Denizi,  Adam Yay., İst., 1982.
[v] Sezai Karakoç, Şiirler VII (Ateş Dansı), Diriliş Yay., 2. Bas., İst., 1995.
[vi] Sezai Karakoç, Şiirler VI (Leylâ ile Mecnun), Diriliş Yay., 3. Bas., İst., 1995.
[vii] Sezai Karakoç, Şiirler II (Taha’nın Kitabı/Gül Muştusu), Diriliş Yay., 5. Bas., İst., 1990.
[viii] Sezai Karakoç, Şiirler III (Körfez/Şahdamar/Sesler), Diriliş Yay., 5. Bas., İst., 1990.
[ix] Turgut Uyar, Büyük Saat, Can Yay., İst., 1984.
[x] Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş,  Adam Yay., İst., 1994.