31 Ekim 2019 Perşembe

NELER YAPTIK BİZ NELER

Neden ihtiyaç duydum, daha sonra belirteceğim, eski dosyaları karıştırırken, "Başka neler yaptım, yapıyorum!" başlığı altında vaktiyle sıraladığım aşağıdaki maddelerle karşılaştım: 
ÇOCUKLUĞUMDA: Çobanlık, salyangoz toplayıcılığı ve satıcılığı, meşe palamutu toplayıcılığı ve satıcılığı, odunculuk, bahçecilik, ziraat işçiliği, istasyonda tren yolcularına su satıcılığı, eskicilere aliminyum eski kab kacak satıcılığı, yumurta satıcılığı, posta dağıtıcılığı (hatta okuma bilmeyen mektup sahiplerine mektup okuyuculuğu), futbolculuk, öğrencilik, şairlik...
GENÇLİĞİMDE: Futbolculuk (Balıkesir Demirspor), inşaat işçiliği, boyacılık, hazır dış sıva işçiliği, soğuk demircilik, lokanta ve içkili restoran garsonluğu, marketçilik, büfecilik, kırtasiye toptancılığı, muhabirlik, kitapçılık, seyyar fotoğrafçılık, haşlanmış yumurta satıcılığı, daktiloda tez yazıcılığı, üniversitede 8 yıl öğrencilik, şairlik...
GENÇLİK SONRASI: Öğretmenlik, imamlık, bilgisayarda tez yazıcılığı, akademisyencilik (y. lisans civarında da olsa), beceriksiz öğrenci ve akademisyenlere makale yazıcılığı, muhabirlik, gazetecilik, köşe yazarlığı, radyo programı yapım ve sunuculuğu, televizyon programı yapım ve sunuculuğu, taş döşeme işçiliği, metin yazarlığı, yazar okulu hocalığı, kültürel projecilik, koordinatörlük, müdürlük, yayın danışmanlığı, editörlük, şairlik...
Her birinin ayrı ayrı hikayesi yazılabilir. Bunları yazmaya fırsat olur mu bilmem...
Yaşam öykümü bir şekilde renklendiren bu iş ve uğraşlara, düşünsem başka meşgaleler de eklenebilir. Ama şimdi bunu düşünmeme fırsat yok...
Peki, bunlar arasında, sözgelimi hangi çağa denk düşenler etkileyici, dahası yakıcıydı? Bakın bunu yanıtlayabilirim: "Gençliğimde" kategorisi...
Neden? Gayet basit nedeni, nedenleri! Bir defa "gençlik" başlıbaşına bir neden olabilir. Fakat bundan daha önemlisi, gençliğimizin bir darbe sonrası sürece tekabül etmesidir: 12 Eylül!
Gerçi benim bebekliğim 1960'lara, çocukluğum 1970'lere denk düşer. Gençlik sonramız ise 1990'larla kesişir. Nereden baksanız, her bir yanı darbelerle örülü bir hayat bizimkisi...
"Gençliğimde" kategorisindeki işlerin yakıcılığı, yıkıcılığı demek ki darbeyi ve sonraki süreci daha ciddi hissetmiş olmamızdan kaynaklanıyor.
Cidden böyle: Öncesine herhangi bir ilgi ve alakamızın olmadığı, dahası "aldatılmış" yüzde 90 küsur halkla birlikte (maalesef) hareket eder (darbeyi destekler!) bir zihin yapısına sahip liseli bir öğrenci iken, darbeden üç beş yıl sonra, üniversitede okurken akla karayı fark edip "okumuş cahil" olduk!
Darbe dönemlerinde hayat herc ü merc ettirilir. İllegal yeni oluşum, normali farklı boyutlarıyla tacize uğratır. 
Gençliğimize kasteden darbe süreci, doğal olarak bize pahalıya patladı. Kendisini yeniden inşa eden sistem, "bir sağdan bir soldan" infaz etkinliklerine farklı soslar eklemeyi de ihmal etmedi. 
Sonuçta, şiir okuyup yazmanın, ucundan kıyısından "İtiraza itirazım var" söylemine eklenmenin ceremesi, bizi "okulsuz toplum"un bireyi olmaya doğru iteledi. 
Çok şükür uçuruma iteleyemedi. Nice bunalıma, inkıraza, acı sendroma rağmen, ayakta değil, hayatta kalmayı başardık. 
İşte en iyi şiirlerimi o dönemde yazdım. Tan Tan Traska, Aşk Şiiri Sana, Korku Islığı... kitaplarım o dönemin mahsulü.
Sadece şiirle olmadı yaşayabilmek başarısı. Yaptığım, girip çıktığım işler de bana yordam oldu. İnşaat işçiliğini, soğuk demirciliği, garsonluğu, kitapçılığı, seyyar fotoğrafçılığı, haşlanmış yumurta satıcılığını, o yıllarda yaptım. Genel olarak İzmir, ama özellikle Kemeraltı, İkiçeşmelik, Buca tanıklarım arasında. Şunlar da: İkiçeşmelik-Karabağlar arasındaki yaya işe gidiş geliş güzergâhım, Buca Evka'daki kaba inşaattan ibaret poşet pencereli odalarda geçen sıtmalı gecelerim, "Malatyalı, Vanlı, Muşlu" inşaat işçisi arkadaşlarımla yenen "helav - ekmek"ten ibaret yemeklerim...
Nereden nereye; bundan beş altı yıl önce not aldığım hayatımda hangi işleri yaptığımla ilgili maddeleri, eski dosyalar arasından çıkarma ihtiyacı hissettim. Neden mi? Okuduğum bir  metin üzerine...
Şu maddeleri içeriyordu metin: Kafe (8 gün), emlakçı (2 ay), inşaat (2 ay), manav (10 gün), kafe (2 ay), sanayi (8 ay), beyaz eşya servisi (1 ay), hal (50 gün), sanayi (10 ay), inşat (devam)...
Bu maddeleri yazan ve açık kamuoyu ile paylaşan kişi, her kim ise, başına gelen bir beladan yakınıyor, haksızlığa uğradığını söylüyor, deyim yerindeyse imdat diliyor ve fakat her şeye rağmen ayakta ve hayatta kalmanın mücadelesini veriyordu... 
Beni alıp gençliğime götürüyordu... Orada paketlenmiş vaziyette duran isyanlarımı, sükûnetlerimi, feryatlarımı, ıstıraplarımı depretiyordu...
Darbeler sonrası dönemlerde oluyormuş bunlar: At izi it izine karışıyor, kanunlar adalete hükmen galip icra ediliyor, hayat herc ü merc ediliyor, canlar yanıyor...
Oysa "Darbeye Direnen Şiirler" yazmıştık, biz şairler, değil mi? 

28 Ekim 2019 Pazartesi

ŞAİRİN FISKİYESİ

Kırsal Hizmetler ile Mezarlık Dairesi
Çok çalışıyor elbet Ankara Beled'yesi

Sürgün ruhlar ülkesi oldu şimdi ruhumuz
Nice canlar kan kustu kim kızılcık diyesi

Mey içmiş meclisimiz ses soluğu fıs rengi
Çukurambarda verir üstatlar uçkur dersi

İçten çürüyen millet içine akar yine
Ece Ayhan'dan beri kaçıncı devlet tersi

Güme gitti kardeşlik dost yaren bitti lakin
Ümitsizlik yoktur der kimsesizler kimsesi

Nice yaz akşamından geri kaldı şimdiye
Nüktedendir şanlı ah bir düşme tehlikesi

Affola haddi aştık sözün yatağın taştık
Çaresiz vuracağız bu şairin fiskesi

Ankara, 21 Eylül 2018

25 Ekim 2019 Cuma

KAHRAMAN ŞÜPHE

Filozof Köpek (Joaquim Maria Machado de Assis, T. İş Bankası Kültür Yay., İst., 2005, 284 s.) romanının mühim kişisi Rubiāo günün birinde bir çocuğu at arabasının altında kalmaktan kurtarır. Kendi canını tehlikeye atarak gerçekleştirdiği bu olaydan, elindeki küçük bir kanamayla sıyrılmıştır. Fakat başta çocuğun annesi olmak üzere çevredekilerin yüksek şükranlarıyla karşılaşır.
Bu olay gerçekleştiğinde Rubiāo, kendisini kahramanlığa ulaştıracak yolculuğun daha başındadır. Evden çıkarken Atalaia adlı gazeteye abone olmak niyetindeyken, kendisini olayın içinde buluvermişti. Gazeteye vardığında ise artık yolun nihayetindeydi.  Editör Camacho, onun mendile sarılı elini görünce, mal bulmuş mağribi hesabınca Rubiāo’yu sorgu suale çeker. Rubiāo’nun olayla ilgili anlatımı sıradan, samimi ve dostanedir. Kuşkusuz, ertesi günkü gazetede iki sütunluk haber oluncaya kadar…
Rubiāo, parlak harflerle yazılmış adını görünce önce şaşırır, sonra sıkılır. Bir ara huzuru kaçar. Haberi okuma ihtiyacı duymadan bir tarafa atar. Dayanamaz, farklı ruh halleri içinde birkaç okuma çabası içine girer. Son okuyuşunda, Camacho’nun kompozisyon oluşturmadaki ustalığını fark eder: “Ne anlatım ama!” Artık Rubiāo’nun dikkati Camacho’nun kullandığı sıfatlar üzerindedir ve bunlardan keyif almaktadır: “Seçkin arkadaşımız, cesur dostumuz…”
Öğle saatlerine doğru Rubiāo’nun adı milletin dilinde “Aziz Vincent de Paul” (Hristiyan din adamı; İncil’de geçer.) haline dönüşmüştür.
Bu kadar mı? Hayır! Aziz Paul haline dönüş Rubiāo’yla sınırlı kalsa iyi! Ortalık Vincent’den geçilmez hale geliveriyor. Olayı “Kahraman Rubiāo”nun ağzından dinlemek isteyen meraklılar, bu amaçlarına ulaşmakla kalmıyor, bir adım daha atıp, kendilerini de o yüksek statüye yerleştiriyorlar: “Biri bir seferinde bir adamı, bir başkası da derede yüzerken boğulma tehlikesi geçiren bir kızı kurtarmıştı. Hatta biri intihar etmek üzere olan bir adamın elinden silahı alıp bir daha buna kalkışmayacağına yemin ettirerek onu nasıl kurtardığını anlattı. Şimdiye kadar gizli kalmış bütün parlak eylemler, kabuklarını kırıp başlarını çıkarıyor, Rubiāo’nun üstün ve parlak eyleminin etrafına tüysüz ama gözleri açık civcivler gibi toplanıyorlardı.”
Diğer “civcivler”in akıbetini bilmiyoruz, fakat Rubiāo’nun özgün “başarı”sı başka bir gazeteye, üstelik ilkinin “iki katı büyüklükte” bir haber olarak taşınıyor; böylece adı çevresinde muhayyel bir hâle oluşuyor…
Gücünü Machado de Assis’in eğlenceli üslubundan alan ve zamanımızda kahramanlık denen hâlin nitelikleri hakkında ilginç ipuçları vermek maksadıyla kaleme alınan bu kısa yazımızdan bir hisse çıkarmak ister misiniz? 
Öyleyse, çevrenize iyi bakın, günlük hayatınıza, sosyal ortamlarınıza, iş yerlerinize, okullarınıza, okuyup yazdıklarınıza... Edebiyat, sanat, siyaset, hukuk, tarih, devlet, vb. sayfalarına… Nice kahraman namzedi… İrili ufaklı nice kahraman... Şaşırmaya gerek yok. Üstelik bugünün manzarası da değil sadece. Tarihin atık kutusu bu kahramanların “ölü” halleriyle dopdoludur…
- Anlamadım, “kahraman” için siz ne dediniz?
- Kahramanım şüphe!

ANAÇ METNE GÖBEK BAĞI

Bir edebî metni başarılı kılan pek çok husustan bahsedebiliriz. Olabilir, kimisi metnin kendisiyle ilgilidir bunların, kimisi harici şeyler…
Bence bir edebiyat metnini, şah-metin saymamıza sebep olan şeylerden birisi, hatta en önemlisi, başka metinlere zemin hazırlayabilirliğidir. Şunu diyorum: Okuduğunuz roman, hikâye, şiir, her neyse, sizi yeni metinlere doğru zorluyorsa, haydi daha cazip bir ifadeyle söyleyelim, sizin bahtınıza başka metinler düşürüyorsa, işte o metin şah-metindir, doğurgan metindir, dolayısıyla iyi metindir…
Yeni metinlere zorlamak yahut bahta başka metinler düşürmek ile kastettiğim, anaç metnin, kişiyi yeni okuma faaliyetlerine sevk etmesi, yahut kişide başka bir metin yazma serüvenini gündeme getirmesidir. Bazımızda ilki, kimimizde her ikisi vuku bulur… İlki hemen her bilinçli okuyucunun başına gelir. Zaten okuyucuyu iyi okurluk taht’ına oturtan da anaç metinlerle derin işbirliği içinde olmasıdır. İkincisiyle müşerref olanlarımız ise daha çok eli kalem tutanlarımız olsa gerektir.
Şimdi, daha çok ikincisi üzerinde duracağım. Sebebi gayet açık, tamamen kendimle alakalı…
Ne demek istiyorum? Şunu: Yazdığım kimi yazıları bu tür tohum metinlere borçluyumdur. Öyledir…
Bu noktada, yanlış anlaşılır mıyım bilmem? Efendim marifetin bir kısmı elbette bendedir. Fakat, bendeki marifetten ziyade, bir okuma sürecinden bahsettiğimize göre, elimdeki metnin etkisinden, tetiklemesinden bahsettiğim unutulmasın.
Tabii ki, şu önemli: Okur olarak seçiciliğim. Bir övünç cümlesi değil bu. Hem, niçin o anlama gelecek bir cümle kurayım ki, ortada temel vasfına sahip metinler olmasa, benim seçiciliğim neye yarar?
Demek ki önce doğurgan metin var, ardından benim tercihim,  sonra da tercih ettiğim metnin beni ışıklı bir yola sevk etmesi…
Bu katmanların arasına bir şey daha ekleyebilir miyiz? Sanırım başka bir güçten de söz etmeliyiz burada: Bahtınızdan!
Baht lafın gelişi, keyfiyetinizi dikkate alıyorum. İçinde bulunduğunuz hâlet-i ruhiyeyi yani…
Pek tabii olarak, ruh halinizin oluşumundaki etkenler önem kazanıyor sürecin bu son kademesinde.
Doğrusu ana metne uyum sağlamış bir yazar için bir başka macerayı ihtiva ediyor bu aşama…
Eğer sizi kendi derununuza ait bir şeyler kuşatmış yahut kaplamışsa, doğumunu yapacağınız yeni metin bu kuşatıcılığı genişletmek, içinizi âleme fâş etmek şeklinde tezahür edecektir…
Harici kuşatmalar içinde boğulmak gibi belalı bir standardı yaşıyorsanız o an, ki benimkisi genellikle böyledir, öfkeli bir çığlıkla karşılık vermeniz gerekir. Evet, sizi çatışmanın ortasında tutacak taze bir metin beklemektedir…

24 Ekim 2019 Perşembe

ÇAĞLA YEŞİLİ

O fotoğrafta deprem olmuştu
Teller sizin için örgü kırmıştı
Dudağınız fısıltıyla gülmüştü

Biliyorum park içiydi içiniz
Parkanızda desen idi hüznünüz
Kırgın yürek durdu işte kalbiniz

İmbattandı düşleriniz eminim 
Rüyaydı denizi Pasaport'ta evinizin*
Ağrı'da kurşunu ağrınıza yediniz bilirim

Aşıktı diyecekler size destanda
Ve işleyecekler utançlarını bir berata
Yıkılmıştı gök haritanız oysa

Nadanlara kaldı iki üniforma...

Ankara, 24 Ekim


* Ege'de, İzmir'de, Kantar'da. 


KAHRAMANLIKTAN NUTKUM TUTULDU

Ben bir yazı kahramanıyım. Bildiğiniz, ezberinize yerleştirdiğiniz kahramanlar gibi miyim, bilmem. Hayır, doğrusunu söyleyeyim: O kahramanlardan değilim, öyle olduğumu sanmıyorum.
Fakat benim de aynen onlar gibi zaferlerim var. Şimdi hangi birini sayayım, sayfalar tutar, okumaktan bıkarsınız…
Amma velakin her zafer sarhoşu gibi benim de vakti zamanında, aldığım mağlubiyetler, tattığım hüsranlar, yaşadığım facialar vardır.
İşte bunları sayacağız, şart oldu. En azından bir kısmını…
Yanlış anlaşılmayı engellemek için söylemem lazım; beni kedere mahkûm kılan akıbetlerim hayatın farklı zaruretlerinden, örneğin her türlü mücadele, müsabaka, münakaşa ve münazaralarından kaynaklanmıyor.
Bu türden faaliyetlerde negatif sonuçlar almadım diyemem, illa ki oldu. Mesela mahalle maçında rakip mahallenin takımına yenilmiştik bir kez. Üstelik bir de penaltı kaçırmıştım. Taraftarlarımızın yuhalamasına da maruz kalmıştık maç bitiminde. Ama o orada kaldı. Bir sonraki haftaya bakmak için unutmalıydık.
Lisedeyken yaptığımız sınıf içi münazaradan da yenilgiyle ayrılmıştık. Üç kişilik ekibimiz mağlubiyetin sebebini birbirimize bağlıyorduk. Oysa üçümüz de elimizden gelen gayreti göstermiştik yenilmek için. Sınıf arkadaşlarımız birkaç gün bize sataşmıştı, evet. Ama bu da unutuldu çoktan. Şimdi ekip arkadaşlarımın adlarını bile unuttum. Hey gidi günler hey…
Eskilere gitmeye, nostaljik yolculuk yapmaya gerek yoktu. Saydığım türden sonuçlara geçtiğimiz hafta sonu yapılan Türkiye Atlama Tahtası (TAT) Derneği Genel Kurulu’ndan çıkan sonuç da örnek verilebilirdi. Aklımca derneğin Denetleme Kurulu (bakın hâlâ baş harflerini büyük yazıyorum, demek ki atfettiğim önemi bırakmamışım daha!) yedek üçüncü üyesi olacaktım. Ayıptır söylemesi, kendim bile oy vermemişim kendime. Dolayısıyla rakiplerim fena halde galebe çaldılar.
Bir üst paragrafa ek olarak, yakın zamanlardaki tatlı hüsranlarımdan birisini daha yazayım: Biraz önce oğlumun can sıkıntısını gidermek ve oyun oynama ihtiyacını karşılamak için yakalamaca, balon voleybolu, koltuk yastığından top aşırma gibi oyunlardan müteşekkil ev olimpiyatları karşılaşmalarının tamamında yenildim. Bu olimpiyatlar yarın akşam gene düzenlenecek ve ben gene yenileceğim. Yarından sonra ve daha ve daha ve daha sonra da…
Siz sanıyor musunuz ki bir yazı kahramanı olarak ben bunlara üzüleceğim? Ne de komiksiniz!
Ve fakat… Bakın işte şu “ve fakat…” ile moralim birden bire ters yüz oldu. Şimdi sizin karşınızda perişan bir duruş sergiliyorum.
Niçin? Çünkü bir yazı kahramanının üzüleceği, moralinin bozulacağı, kara kara düşüneceği, yas tutacağı, hatta kederden kahrolup gideceği mağlubiyet meseleleri geldi aklıma.
Nelerdir bunlar? Neler değildir!
Bir yazı kahramanının boynunu bükük, sırtını eğik, yüzünü kederli, ömrünü hederli kılacak şeyler elbette ancak yazıyla ilgili olabilir! Yazıyla ilgili, yani yazamadıklarıyla tabii ki!
Sizi şaşırtan bir nokta burası, biliyorum, belki sizin gerçeklik algınızla hiçbir teması olmayan bir şey. Zaten bundan ötürü değil mi şaşırmaklığınız, şaşkınlığınız… Oysa benim gündüzüm zehroluyor yazamadıklarımdan ötürü; gecem, rüyalarım mahvoluyor!
Yazmaya karar verdiğim, kimisini birkaç cümle yazdığım, bir kısmını sadece başlık olarak belirlediğim…
Otuz yıldır, kırk yıldır; yazdıklarımın yanında, yazmaya niyetlendiklerim… Bir kısmını unuttuğum, bir kısmını eski defterleri karıştırdıkça hatırladığım, bazılarını ise hep akılda tuttuğum… Otuz yıl, kırk yıl… Kim bilir kaç mevzu kaldı geride, kim bilir kaç başlık altında kuzu kuzu yatan yazı başlığı…
Yıllar öncesine gitmeye gerek yok, son bir haftaya bakayım, neler kalmış geriye, yıllar sonrasına, öteye…
İşte son bir haftanın başlıkları:
“Dingil Tasarımı!”, “Puşt Dili ve Edebiyatı Dersi Sümsüğü!”, “Dara’sını Aldığım Ramiz Usta!”, “Papaz Yalan Söylemez İstişaresi!”, “Açık İstifa-de!”, “Yasak Meyve Yasak Vaşak!”, “Bir Köpeğin Başını Nasıl Okşadım?”
Dahası da var, ama bakın şu işe, nutkum tutuldu, sayamıyorum. Yazı kahramanı olmamdan kaynaklanıyor, belli.

Bursa, 12 Aralık 2013

BEN SİZE NE DEMİŞTİM?

Ben size demiş miydim, göklerden, güneşlerden bahsetmek istiyorum diye. Maviliklerden söz açıp, kendisini yele vermiş beyaz bulutların geçip gidişinden dem vurmak istiyorum demiş miydim? Yıldızlarla şenlenen gecelerden, karanlık vakitleri fetheden ayın hilal veya dolunay anlarından kesitler sunmak istediğimi söylemiş miydim?
Bakın şimdi buraya, bir aydınlık sahneye giriyorum…
1970’lerden bir yazdır. Bir harman sonu mevsimi…
Sabahtan akşama kadar bütün bir hane halkı, bir pınar başında, unluk, bulgurluk buğdayı yıkamışsınızdır. Kuru dalların alevleri üstünde kara kazanlar içinde buğdayı kaynatmış, laf aramızda kâh gizli gahî aşikar, bulgurun içindeki nohutları seçip midenize yuvarlamışsınızdır.
Eh bu arada tatlı tatlı, iyice yorulmuşsunuzdur. Ormanlarla iç içe bir vadide bulunan pınarın soğuk suyu biteviye akmış, zaman geçip gitmiş, gün dağların gerisine düşmüş, hayal dünyası âlemden âleme kanat açıp seyahat etmiştir…
Akşam olmuştur. Yıkanmış ve bir kısmı da haşlanarak bulgur kıvamına getirilmiş buğdaylar bir öküz arabası (kağnı) veya bir traktör vasıtasıyla pınar başından taşınmış, güvenli bir araziye getirilmiştir.
Şimdiki mekân sapla samandan arındırılmış bir harman yeridir. Okul bahçesi de olabilir. Toprak bir dam üstünü de tercih edebilirsiniz. Dikkat edilecek tek husus, arazinin düz olması…
Burada önce temizlik yapacağız. Çalı süpürgesi ile etrafı bir güzel süpürüp sabahtan beri yapıla gelen yıkama faaliyetine zarar verecek unsurları ortamdan yok edeceğiz. Sonra kıl kilimleri boy boy sereceğiz. Kilimlerin dört bir kenarına boyumuzdan büyük taşları muhtemel esintilerin etkisini azaltsın diye yerleştireceğiz. Sıra aşk ile sırılsıklam buğdayı çuvallardan boşaltmaya geldi…
Üç, sekiz, on iki, on beş, yirmi beş… Bolluğa, berekete bakın… Allah’ın, iş ve emeğimizin karşılığını takdim edişine hayran olun… Çuvallar tek tek boşaltılıyor kilimlerin üzerine. En kısa zamanda kurusun diye, sanki tek tek dizilir gibi, titiz mi titiz, narince, ince ince seriliyor buğday, anne elleriyle…
Gün uzamaktadır… Gecedir… Ay gökte karanlığı kovmuştur. Yıldız böcekleri ayın şenliğine ortak olmuş, rengârenk ışıkları ve eşsiz musikileriyle ortalığı cümbüşlü bir hâle sevk etmiştir. 
El etek çekilmiş, büyükler evlere girmiş, göğün altı buğday bekçiliği yapmaya hüküm giymiş çocuğa kalmıştır. 
Bu gönüllü mahkûmu yalnız başına mı sandınız, aferin, yanıldınız. Bir kardeş, bir yeğen, mahalleden bir arkadaş… velhasıl bir yoldaş onunla aynı geniş mekânda, gökyüzünü seyre dalmaya hazırdır.
Yer döşek, gök uzaydan bir yorgan…
Seyre dalış. Ay muhakkak gülüyor. Ürperti. Yıldızlar hareketli bir film halinde. Arada bir yıldız düşüp ölüyor. Ürperti.
Yan tarafta, yoldaş bir laf atıyor ara sıra. Bir olay, bir hatıra, macera anlatıyor. O mekanı, bulunulan ortamı, kurtlar, çakallar basıyor. Korku ağır basıyor. Gece ilerliyor. Ürperti.
Anbean ilerlerken zaman, elleriyle yıldızları tutuyor gecenin küçük çocuğu. Aydan, aydınlıktan, maviliği hissedilen gökten, yer yer gökte beliriveren beyaz bulutlardan oyunlar devşiriyor…
Uzak ülkelere gelgitler yaşıyor, Kafdağlarına seyahatler düzenliyor, büyüklük çağlarına umutlar besliyor…
Maceradan maceraya koşan zihinde, büyük bir dünya kuruluyor, histen, coşkudan, çağlayıştan, kendinden geçişten, ürperişten… bir akıbet diriliyor…
Uyku…
Sonra rüya, rüya, rüya…
Ve uyanış,  bir imsak vakti…
……………

21 Ekim 2019 Pazartesi

EBESİ BAŞKA BABASI BAŞKA İSİMLER

“Görünmez, belirsiz, kayıp” gibi anlamlarıyla lügatte yer bulan “nâ-bedîd”, Farsça bir birleşik sıfattır. Bu sıfatın bir şahsa ad olduğunu yıllar önce Beşir Ayvazoğlu’nun Güller Kitabı okurken farketmiştim. Beşir Ayvazoğlu, ‘Nâbedid’in çiçekleri’nden bahsederken, Nâbedid’in kim olduğunu da merak edip araştırır. Unutulup kaybolmuş bir şair olsa gerektir bu kişi: 1867’de Selanik’te doğmuş olan Nâbedid Ahmet Cemal…
Beşir Ayvazoğlu’nun takdimini hatırlayışım, hatta onun Güller Kitabı’na yeniden yolculuk yapışım ilginç bir sebebe bağlıdır: Nâbedid imzasıyla bir kitap kapağında karşılaşmış olmam…  Bu isim, Arabadan Şiirler (Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, İst., 1932) adlı bir kitabın kapağında şair olarak çıkmıştı karşıma. Sahafta gerçekleşen bu karşılaşma, Arabadan Şiirler’in üç kuruş karşılığında hesabını görmemle noktalandı…
Noktalandı lafın gelişi, aslında başladı demeliyiz. Şöyle ki, önce bu kitapta Nâbedid’in kimliğiyle ilgili biyografik bir bilgi yoktu. Ayvazoğlu’nun işaret buyurduğu kişiyle Arabadan Şiirler’in şairi aynı insan mıydı, bu konuda da elimizde delil bulunmuyordu. Doğrusunu söylemekte fayda var, aslında bu bilinmezlik pek o kadar da önemli değildi. Nihayet ‘görünmez, belirsiz, kayıp’ sıfatlarını kendisine yakıştıran bir şahsın kimliği peşinde araştırma yapmanın gereği yoktu. Bu gereksiz işe girişmeyerek, belki de tatlı bir oyuna kendisini kaptırmış ölümsüz bir edebiyat kahramanı rahatsız da etmezdik…
Şunu da söylemem lâzım, esasen benim için önemli olan, Nâbedid’in Arabadan Şiirler’ine sahip olmaktı. Düşünün hele, şu veya bu, garip imzalı bir şair araba temalı şiirler yazıyor ve bunları iki kapak arasında toparlayıp okura takdim ediyordu. Böylesi ilginç ve üstelik sahaflık bir kitabı elinde bulundurmak ne keyif vericidir, tahmin edin!
Tahmin edemezsiniz, zira karıştırdıkça Nâbedid’in bu kitabından aldığım keyfi daha da katmerli hale getiren bir takım hususlarla karşılaşıyordum!..
Bunlardan birisini açıklamak istiyorum, fakat önce Arabadan Şiirler’in ilk sayfalarında kitabın ikinci bir adla da takdim edildiğini belirtmem gerekiyor. Bu ikinci ad parantez içine hapsedilmişti ve (Vesaiti Nakliye) şeklindeydi. Demek ki şairin bir bildiği vardı. Peki, bu bilgiyi nasıl öğrenebilirdik? İkinci sayfadaki açıklamadan…
15 Kânunusani 1932 tarihli açıklamada şöyle diyordu Nâbedid: “Bu kitabın ismi ‘Vesaiti nakliye’dir. Hareket vasıtaları yahut hikâye vasıtaları demek. Burada unvan her iki manaya da şamil addolunabilir. Kitapçı Halit bey bu namı beğenmedi. Beğendiği adı kitabın üstüne yazmak üzre kendisine me’zuniyet vermekle beraber ‘Vesaiti nakliye’ isminin muhafazasında musır kaldım.
Halit Bey ‘Arabadan Şiirler’ namını tercih edecek sanırım. Bu suretle muhterem kari’ler ebesi başka babası başka isimler vermiş bir mahlûku garip muvacehesinde bulunmuş olacaklardır.”
Noktasına dokunmadan iktibas ettiğimiz bu mustarip satırların bir benzerinin bugünkü şartlarda herhangi bir kitapta yer bulması sanırım imkânsızdır. Zira bugün benzeri bir tavzihe ne yayıncı izin verir ne de şair ve yazarlar böyle Nâbedidvarî bir talepte bulunabilir.
Fakat benim sözü getirmek istediğim yer burası değildir. Buradaki isimlendirme pozisyonlarından hareketle, entelektüel âlemde yoğun bir şekilde yaşanan anlamlandırma hatalarına dikkat çekmektir.
Bu konudaki kanaatimi basit bir cümleyle dile getireyim. Bugün, hayati mahiyetteki adlandırmalarda kullanılan kimi isim ve sıfatların menşei, medenî kaynağı maalesef dikkate alınmıyor. Özellikle şan şöhret sahibi adamların dili kullanmadaki halleri… Onların kimi entelektüel müzakere süreçlerinde çaresiz çırpınışlar şeklinde saplanıp kaldıkları bu dil kirliliği, esef verici değil mi?
Örnek mi istiyorsunuz, buyurun ‘muvafık’ varken ‘muhalif’ ve ‘anti’ diyenlerin bâtıl lisanlarına, buyurun son zamanların demode ‘anti-emperyalist’, ‘anti-kapitalist’, ‘anti-sosyalist’, vb. söylemlerindeki ‘anti’k bitip tükenmişliğe…
Ötesini söylemeye gerek var mı, gâvur dilini salyangoz kılarak aramızda gezdirip duranların vay haline…

AĞAÇ DALINDAN ATLARIM VARDI

İçine doğduğum coğrafya şenlikler eviydi: Engebeli arazileri, çevresini kuşatan tepeleri ve dağları, o tepelerin ve dağların koyu yeşilden al pembeye onlarca, yüzlerce renge hayat veren küçük yahut büyük boy ağaçları: Çalılıklar, ormanlıklar; çam ağaçları, gürgenler, palamutlar… Bunlar benim ağaçlarımdı…
Ağaçlarla yaşadım çocukluğumu, onlardan arkadaşlarım oldu;  bazılarıyla senli benli konuştum, bir kısmına sırlarımı emanet ettim. Gölgelerinde uyudum kimisinin; kimisinin tepelerine çıktım, türküler tutturdum… Kaybolup ormanların içinde, derinliklerine girip gittim. Korku ıslıkları çaldım, ürperdim…
Beni bir palamut ağacı doğurdu dersem yanlış olmaz. Bir çamın zirvesinde ilk şiirlerimi terennüm ettim dersem de.
Bu dediklerim bir hayal oyunu değil, bir hakikat: Resmi vesikalardaki doğum tarihim zemheriden bir kış gününü gösterse de,  beşiğim, beşiğimin asıldığı tavan, emeklediğim zemin, yürütecim, ilk oyuncaklarım, son oyuncaklarım, bütün oyuncaklarım ağaçtandı.
Ağaç dalından atlarım vardı, onlarla ilgili hatıralarımı şöyle yadetmiştim:

bu burak'tır deyü sopayı
at yaptı çocuk ve güldü

bütün bir toprak
canhıraş
serildi ayaklar altına güldü

bir bulut
gökten dirilten
yağmur sarkıtıp güldü

okşandı çocuk ve güldü

kırbaçladı atını çocuk güldü
burak ve çocuk ikisi bir güldü

Hayatımın ilkbaharını yazını yaşarken götürüldüğüm tarlalarda beşiğim onların gövdesindeki dallara asıldı. Onların yeşil yapraklarının altında onların hışırtılı ninnileriyle uyudum.
Ağaçlarla hasbihalim sürdükçe sürdü. Büyüdükçe yeni maceralar gelişti onlarla aramızda. Bir vesileyle iş, güç, enerji kaybı yaşadığımız uzun yaz günlerinin öğlen saatlerini onların gölgesinde toprağa uzanarak bertaraf ederdik.  Sevinçli yahut hüzünlü hallerimde onlara sığındığımı biliyorum: Kaç defa, onların bürünüp bünyelerine şiirler mırıldandım, şarkılar okudum.
Tan Tan Traska oynadım, ormanlarda. Sonra oturup şiirleştirdim oyunumu:
“İki ayrı gruba ayrılırdı biz çocuklar.  Günah Arası dediğimiz bir merada kara peynar ormanları vardı. Köyümüzün hemen dibinde. Kaçar, gizlenirdi gruplardan birisi. Diğer grupsa ebeler topluluğu olurdu. Arardık birimiz, birimiz aranırdık. Arama uzadıkça canları sıkılırdı arayanlar grubunun. Bıkılır, usanılırdı.  Umutsuzluğa düşülen anlar gelirdi.  İpucu istenir ve bağırılırdı:  ‘Tan tan traska veeeeeer!’ O güzelim orman denizinin içinden gelir miydi bir ses, bir nefes? Diyelim ki gelirdi:  ‘Tan tan traskaaaaaa!’...”
Ağaçlardan arkadaşlarım oldu demiştim, yanlış söylemişim: Ağaçlardan sırdaşım oldu. Mesela ilk efkârımı onlardan birisinin kabuğuyla doyurdum. Ardıç kabuğunu sarıp kağıda bir güzel tüttürmüştüm!
Ardıç sadece kabuğuyla değil, tohumuyla da oyun arkadaşımızdı. Ve Çitlek, yani Erguvan… Onlarca ağaç meyvesiyle hangi oyunlarda nasıl keyifler içindeydik, şimdi bilen kaldı mı?
 Sadece oyunlar, oyuncaklar değil. Aldığımız bayramlıklar, düğün ve derneklerimizde takılan hediyelikler de ağaçların elindendi. Mesela, bana sonradan anlatıldığına göre, sünnetimde sus payı olarak sunulan hediyelik ikramlar arasında badem, ceviz, alıç, incir, elma ve ayva kurusu gibi şeyler varmış. Ben hatırlamıyorum tabii ki. Nereden hatırlayacağım, hayli küçükmüşüm. Lakin ben gene de şiirimde yer verdim sünnet şölenime! Arayan edebiyat araştırmacısı, olur ya, ihtimaldir, bulur!

18 Ekim 2019 Cuma

NURİ PAKDİL VE BAĞLANMA

Rahmet dileyerek...
Bugün rahmete kavuşan Nuri Pakdil, son 25 -30 yılının büyük bir kısmını inzivada geçirdi. Son yıllarda sosyal hayatta görünürlük kazanması bağlamında hamleler olduysa da bunlar geçmiş diri ve özgün hamleleriyle hiçbir şekilde örtüşük değildi. Doğrusu bunlar esas itibariyle kendi ihtiyarıyla yapılıyor değildi. 
Buradan hareketle şöyle diyebiliriz: Pakdil, 90'lardan başlayarak negatifleşen muhafazakar şair, yazar, aydın tipolojisine indirgenmiş oldu. Bu tipoloji en kötü sınavını maalesef son yıllarda verdi. A'dan Z'ye yaşanan zaafiyetler karşısında çekinikleşen yahut da müsebbiplerle aynileşen bir yaklaşım... Merhum Pakdil'in bunda bir vebali yok. O, bizi kendisine ve İslama davet eden diri metinlerin yazarı olarak daima öncü... Fakat maalesef öldü. 
Ölümü bir dirilişe vesile olabilir mi? Muhafazakar şair, yazar ve aydınlar bu ölümden el alarak üstlerindeki snobizmi yahut ölü toprağını atıp "Umut" konumunda dirilir mi? 
Temennim budur. Merhum Pakdil'e ve geride kalanlara rahmet dileyerek...

15 Ekim 2019 Salı

ÇARLEK

1.
akar
bir şelaledir şarıldayarak
şar
şar
köpüren sular

altındayız biz
altındanız yaldız yaldız
yangınlara büyüyecek

arınan çocuklar
küçük gövdeli
dev  hayallerle

ve analarımız
kararmış
su kazanları yakmış

kireç suyu
katran
köpük

bizi ne amansız ovarlar
analar ah kederler toprağından
harita yüzlü analar

yedi tas su hatırına
çıkar mı çıkar gövdemizden kir
yedi tas su hatırına çıkan kir
taş basılan bağırdan fırlayan
öfkeli anaların sesiyle
karışır gider suya
berraklaşır daha bir berrak olan su
çünkü taze ve diridir
henüz
gövdemiz


2.
çarlek bir sudur
ipek tenle

ipek tende
incidir çarlek

incinmez
incidir

bilekleri adına
anamızın yorulan
bilekleri adına

çarlek ağlamamıza
içli
hıçkırıklarımıza

sarkıp düşer gibi aşağıya
dağdan düşer gibi
aşağıya girip gidiştir

çarlek serinliktir
umuda gebe
denk düşer sevincimize

çarlek
çarlek
sen güneşsin
biz benzeriz güneşe


3.
çocuklar haydi koşalım
torbalarımızı alıp
inek güdelim
otlatalım kuzuları koşturalım
oğlakları coşturalım
bulalım mı bulalım
mera! mera!
yeşil bir dünya!

işte orada çarlek var
yolundan çarlek’in
aşıp tepeden dereye
varalım su arası merasına

derin esnemeli temmuz çamlarının
yaz çamlarının içinden geçip
çağlar aşan çınarlar arasından
ağustos güneşinden
çekilip bir kıyıya
eylülî bir yasla
mendil altına yatalım

yatalım uyuyalım
haydi uyuyup kalalım
şen serinlikler
ses ve derinlikler
geliversin bize

çarlek
rüyasın sen
rüyadasın ve...


4.
çitlek ağaçlarıyla
orada gölgelendik
topladık kucak kucak
çitlembik

sarıp sarmalayıp
düşleri peşkirlere
doldurduk kucaklar dolusu
sancılandık
ter çıkardık
yandık

ve bırakıp kendimizi
dedik ey Rabbimiz
bizi karıp yaratan
içimizi ısıtan
arıtan damıtan
aşka büyüten
çarlek’le yürüten...


5.
çarlek
bir su

akar
şelaledir bu

şar şar
içimde uğultusu

yaşadıkça yaşayan
şükürler ordusu


6.
çarlek!
felek evet
elbet felek
senin kalbinde büyüttü bizi

gömgök sularında gövdemiz
çocukluğun tarlalarında
gebe durdu ışığa

çarlek!
sudaki ilk hatıra!
ilk diriliş gündüzü!
şeytana lanet günü!

Not: Çarlek, parçalar halinde Ay Vakti dergisinin 14. (Kasım 2001), 16. (Ocak 2002), 24. (Eylül 2002) ve 163. (Temmuz 2016)  sayılarında yayımlanmıştır.

11 Ekim 2019 Cuma

YÜZ NAKLİ EDEBİYATI

Organ nakliyle ilgili hikâyelerin revaç bulduğu şu çılgınlıklar çağında benim hangi halet-i ruhiye içinde olduğumu biliyor musunuz?
Kendimi bir hayal oyununun kahramanıymışım gibi, boşlukta sallanır bir vaziyet içinde bulduğumu söylemeliyim size... Orada, sonsuz bir uzayla kuşatılmış bir halde, kaderine terk edilmiş, sadece zihinden mürettep bir nesneyim...
Kimi küçük seanslar... Anlık kendine geliverişler... İşte o anlarda facia yönü farklı, başka bir yüzleşme: İnsanların yüzlerine, evet yüzlerine insanların, sadece yüzlerine bakı bakıverişim...
Elimde olmayan bir teşebbüs benimkisi, mani olamadığım, istem dışı: Gizli gizli kestiğim yüzler. Baktığım bir yüzü oradan alıp, bir başka yüze monte edişim. Olmadı efendim, bu yüz uymadı. Ötekisini almalı, şunu, hayır bir diğerini...
Yüzleri birbirinin üzerine monte ediyorum. Oysa bir yüzsüz düşünmeliyim. Yüzü yaralı bir kız. Tamir edilecek bir kız yüzü. Şimdiye kadar iltifata uğramamış birisi olmalı. Seveni, gönül vereni bulunmamış biri.
Yarasız, hasarsız yüzleri niye yeniden kaplayayım ki? Hem durduk yere, yüze ihtiyacı olmayan birisinin yüzünü niye kana bulamalı? Üstelik sapasağlam bir yüzle uğraşmanın hikmeti ne?
Bu içe dönük soru, beni ister istemez kendi yüzümle yüzleştiriyor: Bitkin, yorgun, usanmış bir yüzün sahibi olsam, bunları hangi yüzle değiştiririm sorusu gelip çatıyor. Ama bu oldukça afakî bir soru. Bunun için yüz nakline müracaat etmeye değer mi?
Değmeyeceğine kanaat getirince, sözümü toparlıyor; daha ürpertici bir simanın tasvirini yapıyorum. Çehremi dağılmış, parçalanmış, evet evet, bir kazaya kurban gitmiş diye betimliyorum.
Bu kez yüz seçme serüvenleri başlıyor. O yüzden ötekine, ötekinden bir diğerine, beğen beğenebilirsen... Hayır, olmuyor, yüzler yerinde kalsın diyor içimden bir ses. Benimki de mevcut haliyle, darmadağınık, yerinde...
Bir tıp faciası olarak yüz naklinin zuhur etmesi bende bir nefret duygusuyla karşılık buldu. Tenafür ağır bir kelime, haydi yerine şunları koyalım, bir ürperti, bir endişe, bir korku...
Bu karmaşanın birçok haklı sebebi var: Asırların oluşturduğu bir edebiyatı nasıl saf dışı tutabilirim ki?
Yüzün, kesret olan bir takım şeylere karşı vahdeti simgelediğini nasıl bir kalemde silip atarım. O zaman şöyle derim: Allah'ım bu karanlık âlemden kurtar beni! Bakarım, anında kesret yiter!
Yüz nakil işlerini bana sevimsiz gösteren bir başka husus, kaynak kişinin kimliği. İtiraf edeyim, durmaksızın göz attığım yüzler arasından birisinde bir türlü karar kılamayışım, bu maddeden ötürüdür.
Bahtıma düşecek yüzün niteliği ne olacak? Yüzün niteliği, yani yüzden yansıyan kimlik, kişilik?
Bir defa, benim kendime uygun bir yüz bulmam mümkün olacak mı? Mühim soru. Yüzde yüz olmayacak, bir ihtimal biraz yakını...
Fakat büyük bir olasılıktır;  sürü sürü menfi çehre suratıma monte olmak için sıra bekliyor. Korkuyorum. Mesela, transfer edilecek yüz tahammül mülkümü perişan edecek bir yüz olursa; şöyle, gelişigüzel sıralayalım: Bir hasis, bir cimri, bir cani, bir ikiyüzlü, hinoğlu hin yahut anasının gözü, vesveseye tutulmuş birisi, riyakâr bir kirli, münkir yahut münafık...
Dünyanın türlü halleri var, neme lazım: Bir çatık kaş, bir toplum kıyıcı, zalim bir asker, despot bir lider, çıplak bir kral...
Yüzlerce tehlikesi var bu işin, yüzlerce riski.
100 nakli istemiyorum, bilinsin efendim...

10 Ekim 2019 Perşembe

BECKHAM, SİPERİ TERK ET!

David Beckham, şu ingiliz futbolcu, dünya kupasına gidip orada futbolseverlerin keyfini artıracak sportif hareketler yapması gerekirken, bir ayak oyununa mağlup olup yolunu şaşırdı. Yolunu şaşırdı, yani yoldan çıktı. Yoldan çıkmak Türkçe’de hayra alamet bir ifade değildir. Yolunu şaşırmanın hayra alamet olmaması, şahsın iflah olmaz dertlere dûçar kalacağı anlamına gelir…
Ne yapmalıydı, fakat ne yapmıştır Beckham? 
O, Güney Afrika’ya giderek İngiltere futbol takımı bünyesinde bir yandan kendi kariyeri ve memleketinin sportif başarısı için çalışmalı, diğer taraftan dünya barış ve kardeşlik sistemine hizmet etmek gibi yüce hedefleri amaç edinmeliydi. Oysa kendisi bu iyi seçenekleri bir tarafa bırakmış, bir çukura düşmeyi tercih etmiştir. Daha kısa bir cümleyle ifade edelim: Beckham, -sakatlığına rağmen- sporcu forması giymek yerine işgal orduları üniforması kuşanmıştır. Böylece, bedenen yaşadığı bir sakatlığın ötesinde, zihnî bir arızanın tutsağı olmuştur.
Fikrî, ahlâkî ve edebî bir sefalet içinde boğulup kalmış Türk basınından yapacağımız birkaç cümlelik iktibasla, Beckham’ın insanlık onuru adına yakalandığı kötü pozisyonu açıklamaya çalışalım:
“Beckham Afganistan'a transfer oldu!
İngilizlerin medyatik futbolcusu David Beckham, bu kez en güzel golünü Afganistan'da attı. Bölgede görev yapan askerlere destek ve moral vermek üzere bölgeye giden ünlü futbolcuya ilgi bir hayli büyüktü. Nato birliklerinin kum futbol sahasında şov yapan Beckham, Helmand vilayetindeki 8 bin kişilik İngiliz askeri birliğini gezdi. Bir savaş helikopterine de binen Beckham, hem poz verdi hem de bilgi aldı.” (CNN Türk.com, 23. 5. 2010)

“David Beckham, Afganistan'da
İngiliz milli futbolcu David Beckham, Afganistan'daki İngiliz askeri kampına sürpriz ziyarette bulundu. Helmand vilayetindeki 9 bin İngiliz askerinin bulunduğu ‘Camp Bastion’ı ziyaret eden Beckham, 45 derece sıcakta ağır makineli ve keskin nişancı tüfeklerinin başına geçti, askerlerle hatıra fotoğrafı çektirdi.
Afganistan’daki İngiliz askerlerine moral vermek amacıyla (…) ziyaret eden İngiltere Milli takım eski kaptanı David Becham, kampta güne İngiliz kahvaltısı yaparak başladı.  (…) Amerikan Los Angeles Galaxy takımının bu yıl AC Milan'a kiraladığı 35 yaşındaki futbolcu David Beckham, (…) Afganistan’ı ziyaret etmeyi uzun süredir istediğini ve kendisinin İngiliz olmaktan gurur duymasını sağlayan İngiliz askerlerini takdir ettiğini söyledi. Beckham, ziyaretinin, askerlerin çok zor koşullarda muhteşem işler yaptığının anımsanmasına yardımcı olacağını umduğunu ekledi. (dha) (Radikal internet, 23. 5. 2010)
Kadim bir medeniyet dairesine dâhil olmadığı açıkça belli olanlarca kaleme alındığı her halinden belli olan bu satırlar, anlatılan çirkin fiilleri yansıtan fotoğraf, video gibi görsel malzemeyle de süslenerek sunuluyor. Kalem ve kâğıdı, klavye ve web sayfasını, kamera ve ekranı işgal ordusu mensuplarıyla paralel kullanan bu medyatik tutum, ayrı bir vak’a olarak ele alınmalıdır…
Şimdi şunu söyleyelim: Bir futbolcunun işgal orduları komutanı edasıyla yaptığı fiiller, kullandığı cümleler kuşku yok ki işgale uğramış halkların nazarında iyi izler bırakmayacaktır. Diğer bir ifade ile Beckham, artık bir futbol yıldızı olmaktan çıkmış olup, tarih tarafından insanlığın yüzkarası olarak adlandırılacak bir işgal topluluğunun utanç üniformasında, çakma bir yıldız, kıytırık bir fırfır şeklinde tasvir edilecektir…

Sivil, sipere girmez…
Beckham’ı, düştüğü bu perişan halde bırakıp, Afganistan’a nispetle daha yerel şartlar taşıyan bir ortama gelelim. Burada, ‘daha yerel şartlar’ ifadesiyle, aralarında ilgi kuracağımız iki durum arasında birebir benzerlik olmadığını ilk hamlede ifade etmiş oluyoruz. Dahası, aşağıda ele alacağımız husus ile Beckham’ın temsil ettiği durum arasında birtakım çağrışımlar bulunmasına rağmen, bunlar arasında ayniyetten ziyade zıddiyet ilişkisi düşünülebilir.
Cepheye gelip, orada mazlum bir topluma karşı savaşçılık oyunları oynayan Beckham bir işgal gücü mensubu kisvesini kuşanmıştır. Oysa, şimdi dikkatlere sunacağımız siper, bir terör örgütünün saldırısı sonrası, nice canların yanması sonucu gündeme gelmiştir.
Üstteki sabitleyici ifadelerden sonra, evet, son haftalarda kamuoyunu meşgul eden siper tutumlarına dair görüşlerimizi söyleyip, bu tutumları şu veya bu şekilde dikte eden medya edebiyatına dair kanaatlerimizi yazacağız. Şu cümle okurun daha çok hoşuna gidebilir: Siper etrafındaki hal ve gidişata birkaç kalem darbesi indireceğiz:
Siper: Farsça bir isimdir. Türkçe’de daha çok bir askerlik terimi olarak kullanılır.  “Arkasına saklanılan veya içine girilen tabiî veya yapma örtü”, “kuytu yer, korunaklı yer, dulda” gibi anlamları taşır.
Sipere girmenin esaslı bir gerekçesi vardır: Sipere, siper almak için girilir. Yani sipere giren kişi, orada hem gizlenir hem de hedefe karşı nişan alır.
Siperde yatarak, oturarak yahut ayakta nişan alınabilir.
Hatta siperde güç ve kuvvet toplamak gayesiyle, uyumak da mümkün ve mubahtır. Bu konuda Ziya Gökalp’in methiyesine mazhar olan ve bir manzumeyle mükâfatlandırılan askerden haberiniz var mıdır? Gökalp’in “Asker ve Şair” manzumesini bilenler bilir!
Bir askerlik terimi olduğuna göre, evet, “siperinde el bombasına sarılıp uyu”sa da sipere ancak askerler girer. Sivillerin sipere girmesi düşünülemez. Siviller sipere girmez.
Siviller, taşeron bir terör örgütü ile dahi olsa, siperde hesaplaşmayı düşünmez. Zira, bu taşeron terör örgütlerin bir hedefi de, sivillerin sivilliğine darbe indirmektir. Buna mani olmanın yolu, sivilin, emri altındaki dinamik güçten halk ve millet menfaatine tekmil almasından geçer. 
Şu halde, siperin olduğu nokta bir hududu, bir sınırı, bir çizgiyi belirler. Sipere giren sivil, siperin işaret ettiği çizgiye getirilmiş olma riskini alır. Bu çizgiye gelmek, sivile irtifa kaybettirebilir… İrtifa kaybeden sivil, zamanla toplumsal söz ve eylem hâkimiyetini de elinden kaptırabilir. Böylece, toplumun önemsediği sivil ve demokratik söylemlerin yerini, kan ve revana bulaşmış sesler alır. Üst ile ast karışır. Konuşmaması gerekenler cesarete gelip korkunç cümleler kurarak toplumu menfî yönde kuşatır.
Bu noktada, basında, özellikle sivillik (halk) karşıtı medya tarafından oluşturulan siper edebiyatına gelirsek… Oturarak veya ayakta verilen malum pozların tokuşturulması çevresinde estirilen gürültüye kulak kesilirsek…
Bu faaliyetleri, sivilleri bertaraf etmenin bir başka şekli ve siperle işaretlenen hizaya mıhlama çabası olarak görebilir miyiz?
Gerçek sivil bu oyunun mıhı olmaz…

(İlk kez 8 Temmuz 2010'da Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)

9 Ekim 2019 Çarşamba

TEKÂSÜRDE KUSUR YOKTUR

İstatistik oranlarını yükseltme yahut çoğaltma mekanizmaları vardır, hayatın her bir alanında... Kimisi kamu kurumları şeklinde tezahür eder, kimisi şahsi teşekküller halinde.
Kazanmanın, kâr hanesine artı puan yazdırmanın peşine düşmüş olanların bini bir para. Bu seviyesizliğin muhasebesini tutmak nâ-mümkün; mümkünse de nâ-hoş…
Şu kadarı var, bu uğursuzluk yolunda atılmadık takla, yenilmedik herze yoktur. Yolsuzluk üzere ne varsa, hepsi denenir.
Devletin soyut ve soğuk eli kendisini hakikaten mahkûm eden kimi olayların üstünü örterek negatif yolda ilerleyen şemalara gark etmiştir, etmektedir rakamları.
Hangi birini anmalı; nice ölümlü haller geliyor akla:
Meçhul kalmış onca şayia... Yasaklanmış pek çok hayat tarzı… Dillere vurulmuş pelesenkler… Kılıktan kıyafete milleti hizaya sokmaya daima mütemayil süreçler…
Bahaettin Karakoç şöyle çiziyor karanlık yüzü: “nefret perdesinden yansıyan sûret”…
Çirkinliğin, çirkefliğin bu kesret hâli yıllar yılı mutsuz, umutsuz kıldı insanlığımızı. Bu kesret yoğunlaşmasına karşı vahdet ritmi tutanlarımız oldu…
“’Ol!’ emrinin çömezidir, sahici şiir” diyor ya Cahit Koytak; o şiiri yüklenip taşıyan şairlere bir örnek…

***
“yenilirsem yenilirim ne çıkar yenilmekten” diye söyleyedursun Ülkü Tamer; şikeye başvurdu hilenin öncüleri, artçıları; galibiyet olsun da, nasıl olursa olsundu onlara göre…
Böylece galibiyet hanesine ad yazdıranlar, yapıp etmelerini başarı sayıp millete yutturmakta pek mahirdiler.
Birkaç örnek:
Asgari Ücret Belirleme Kurulu’ndaki ayar memuru muhayyel ihtiras ölçme cihazını esas aldı bir no’lu ihtiyaç malzemesi olarak. İstatistik ayar aldı…
İnsanı Sağlıklı Bir Şekilde Kadavralaştırma Dairesi başhekimi, döner sermayeden en fazla payı mesleğini seri üretim sektörü haline getiren doktora vermeyi şeref bildi. İstatistik arttı.
Eğitim Kurumlarında Toplu Celse Görülür Ekibinin başı, başarı katliamına girişip talebeye şişirilmiş puanlar kaydederek, temel “az zamanda çok iş” görme felsefesinin icabını görüverdi. Kabardı istatistik…
Şöhretli Şairler Kulübüne Mensup Alengirli Söz Söyleme Üstadı Bay Töhmet şu sakızı iştahla çiğneye geldi: Savruk, bitimsiz, ritimsiz, fark etmez; şiir dediğin başı sonu belirsiz olur, yani ki söz şöyle yahut böyle uzayıp gider; işte şiir o şiirdir, dedi… Söz yığıldı, istatistik tamam…
Şairleri anıp da yayıncıları boş geçmek olmaz; müşteriyi, nerden çıktı müşteri, elbette okuyucu; okuyucuyu güdüleme şampiyonu Popülerler Kitaplar Yayınevi büyük kazançlar sağladı. Şöyle ki kitap kapaklarının üzerine basım adetlerini yüksek yazdırdı; bunları gören kitleler, kapaklara saldırdı. İstatistik çuvalladı…
Başka alanlardan, başka mesleklerden, başka hayat sahalarından nice övgü cümlesi devşirebiliriz, lakin onların hatasına düşmekten korkarız…
Hülasa-yı kelâm deyip, çoğaltmacı muhterislerin bir temsilcisi olan her türden istatistik ayar cihazı parçası için şunu bir uyarı olarak kaydedelim:
Tekâsür’de kusur yoktur, elbette yoktur. Kusur Tekâsür’den kopuştadır; kusur odur…
İhtirasla çırpınan o açgözlülük taifesine şu hatırlatmayı da yapalım, yeter: “Zamanı geldiğinde anlayacaksınız! Evet, evet! Zamanı geldiğinde anlayacaksınız!” (Kur’an-ı Kerim, 102/3-4)

(İlk kez 6 Aralık 2012'de Milli Gazete'de yayımlanmıştır.)