31 Ocak 2020 Cuma

İKİNCİ YENİ ŞİİRİ OKUMALARI-1



İKİNCİ YENİ ŞİİRİ OKUMALARI

Devrin Sosyal Manzarası
İkinci Yeni Hareketinin Oluşumu
İkinci Yeni Şiirinin Özellikleri

Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesinde İkinci Yeni Şiiri Okumalarına başlıyoruz. Her ayın son Cuma günü saat 18.00'de, yolculuğumuza katılabilirsiniz.

GMK Bulvarı, No: 27, Demirtepe, ANKARA
www.tdedankara.org.tr
Tel: 0312 229 06 00-01
E-Mail: bilgi@tdedankara.org.tr
/TDEDANKARA

30 Ocak 2020 Perşembe

HOŞNUTLUK MUŞTUSUNUN ÖZNESİ OLMAK

BİR HADİS ÜZERİNE...
“Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur.”
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 1/275; Beyhakî, fiu’abü’l-Îmân, 4/334.)

Türkçe’deki ‘yapmak’ kelimesinin karşılığı olarak Arapça’da kullanılabilecek kelimeleri Râğıp el İsfehânî Müfredât’ında feâle, ‘amele, sanea’ (fiil, amel, sanat)  şeklinde sıralar.
Bunlar arasında en genel ve kapsamlı olan ‘fiil’dir. Canlı veya cansız, herhangi bir varlık (‘fail’, ‘özne’) tarafından meydana getirilen her türlü ‘iş’, ‘oluş’, ‘davranış’, ‘hareket’ ve ‘kılış’a verilen isme ‘fiil’ denir.  ‘Fiil’i ‘yapmak’ karşılığındaki diğer ifadelerden ayıran hususu, kasıtlı yahut kasıtsız (bilerek veya bilmeyerek) yapılan iyi veya kötü bütün eylemlere ad olmasıyla açıklayabiliriz.
İnsanların fiilleri iyi ve hayırlı (fiil-i hayr) veya kötü (fiil-i şer) olabilir. Fakat Allah hayatımızın her safhasında ve daima iyi fiillerin öznesi olmamızı emir ve tavsiye eder. Hayrın tercih etmemizi hatırlatır:
“Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir.” (2/Bakara 197)
‘Fiil’e göre kapsam alanı daha dar olan ‘amele’ ise ‘fail’in bilerek ve isteyerek (şuurla) yaptığı fiillere denir. “İş yapmak, çalışmak, bir eylem gerçekleştirmek” anlamında masdar olarak kullanılan ‘amel’, sözlüklerde maksatlı iş, niyet, çalışma, fiil, meşgale, hareket, davranış, uygulama, tatbik, icra, ibadet, meydana getirilmiş eser gibi temel ve yan anlamlarla isim olarak karşımıza çıkar. İmal ile aynı kökten gelen ‘amel’ günlük hayatta karşımıza daha çok ‘amel defteri’ tamlamasıyla çıkar ki bundan kasıt, “insanların amellerinin, iyi ve kötü fiillerinin kaydedildiği”, Allah katında değerlendirildiğidir.
Bununla birlikte insanlar amel tercihinde serbest bırakılmıştır. Yani amelini iyi yahut kötü yönde icra etme keyfiyeti kişinin kendisine kalmıştır. Fakat Allah bizim meşru ameller yapmamızı ister. Eğer tercihimiz ‘meşru’ ise biz buna ‘salih amel’ deriz. Allah’ın emirlerini yerine getirmek ‘salih amel’in en somut örneğidir. ‘Amel-i salih’ ifadesi Kur’an’da 100 civarında ayette ‘iman’ ile birlikte ve kurtuluşun (necat’ın) ön şartı, hazırlığı olarak kullanılır:
 “İman edip salih amel işleyenlerin, namaz kılıp zekât verenlerin Rableri katında mükâfatları varadır.” (2/Bakara 277)
 “Gerçek şu ki, insan ziyandadır; meğerki imana erip doğru ve yararlı işler yapanlardan olsun. Ve birbirlerine hakkı tavsiye edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden…” (103/Asr 2-3)
‘Yapmak’ karşılığındaki üçüncü kelime olan ‘Sanea’ bir fiili icat etmek, güzel ve faydalı bir şekilde icra etmek anlamına gelir.  Buna göre ‘sanat’ estetize edilmiş yaratma ve oluşturma faaliyetleri olarak hiçbir şekilde ‘fiil’ kavramı kadar geniş bir alanı kapsamaz.
Kur’an’da ‘sanea’ fiili sadece iki ‘fail’e bağlanır: Allah ve insan.
“Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.” (27/Neml 88)
Buna göre Allah ‘Sani-i hakîkî’dir. İnsan ise onun yeryüzündeki ‘kalfa’sı, yani ‘halife’si kabul edilmelidir:
“Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap.” (11/Hûd 37)
“Ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik.” (21/ Enbiyâ 80)
Buradan hareketle, hadisimizdeki ‘sağlam’lıkla ‘iyi’liği daha net okuyabilir, yaptıklarımızın nitelikçe ve estetik bakımdan üstün olmasına azami gayret sarf edebiliriz. Zira bunlardan sorumlu tutulacağımızı da biliriz:
“Allah yaptıklarınızı bilir.” (29/Ankebût 45)
Bu noktada sanırım sanat erbabının hangi ölçü ve denge çerçevesi içinde hareket edeceği de ortaya çıkmış olmalıdır: Sani-i Hakîkî’nin ortaya koyduğu kıstaslara göre ibda ve inşa faaliyetinde bulunmak…
‘Yapmak’ kavramının fiil, amel ve sanat şeklinde karşımıza çıkan hayatî üç karşılığının pratik hayatta nasıl algılandığı da önemlidir. Bunun için fıkıh adamlarının insan faaliyetlerini genel olarak nasıl değerlendirdiklerine dair tespitlerde bulunmak gerekir. Bu konuda fıkhî kitapların iki ayrı kavram üzerinde durduklarını görürüz: Âdet ve ibadet. Âdet, alışkanlıklara ve geleneklere bağlı olarak ve genellikle bilinçsizce yapılan faaliyetler için kullanılır. Âdette zaruretlere bağlılık veya gelişigüzellik göze batar. Oysa ibadet bilinçle, basiretle, belirli bir dayanağa bağlı olarak ve meşru bir şekilde yapılanları ifade eder.
Şu halde bir Müslüman bütün fiil, amel ve sanatlarını, velhasıl bütün yapıp etmelerini ibadet bilinciyle icra etmelidir. Aslında bu bilinç, beşeri insanlaştıran ve akabinde mü’minleştiren bir noktaya tekabül eder.
Buraya kadar yaptığımız muhakemeden de anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, her daim olduğu gibi, bu sözüyle de vahyin aynası olmuş, Allah’ın kelamını kendi lisanıyla insanlara aktarmıştır. Bu aktarımı ile işini layıkıyla yapanlardan Allah’ın hoşnut olacağını müjdelemiştir.
Peki, sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın hoşnutlukları takva sahibine nasıl dönecek?
Vahyin diliyle noktalayalım:
“… İmana erip yararlı ve doğru işler yapanları içlerinden ırmaklar akan hasbahçelere koyacağız, orada sonsuza kadar kalacaklar. Bu, Allah’ın gerçek vaadidir. Kimin sözü Allah’ın sözünden daha doğru olabilir?”(4/ Nisâ 122)

KAYNAKÇA:
Hazreti Muhammed Mustafa, Muhammed Heykel, (Çev: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp Kitabevi, İst., 1985.
Kelâm Terimleri Sözlüğü, Bekir Topaloğlu - İlyas Çelebi, İsam Yay., İst., 2010.
Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, (Çev: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk), İşaret Yay., 2000.
Müfredât, Rağıb el-İsfehani, (Çev: Abdulbaki Güneş-Mehmet Yolcu), Çıra Yay., İst., 2007.
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ferit Devellioğlu, Aydın Kitabevi, Ank., 1982.
Türkçe Sözlük, D. Mehmet Doğan, İz Yay., 1996.
Vahiy ve Sanat, Metin Önal Mengüşoğlu, Pınar Yay., İst., 2004.



MUHİT ÇEVRESİNDE

Şair İbrahim Tenekeci öncülüğünde ilk sayısı 1 Ocak 2020'de yayımlanan Muhit'in "Başlarken" başlıklı sunuş yazısını okudum ve derkenarına "Muhit'in Başlayamaması" notunu düştüm. Okuduğunuz işbu yazının başlığı olacaktı, vazgeçtim. 

Fakat neden böyle düşündüm, bunu açıklayacağım.


























Ama önce derginin başlığı üzerindeki tespit ve düşüncelerimi belirteyim. Gerçi derginin çıkış haberini aldığımda Tenekeci'ye bildirmiştim bunları. O da bazı gerekçeleri olduğunu belirtmiş, geri bildirimde bulunmuştu. 

Gerçi dergi çıktıktan sonra benim "Muhit" adı üzerinde ikazlar yapmamın bir faydası yoktu. Fakat gene de, kayıt düşmek gerekiyordu. Şöyle ki, "Muhit" başlıklı başka dergilerimiz olmuştu. Bu ad, özgün değildi. Oysa yeni bir başlangıç, ancak yeni bir isimle olmalıydı. 




Gelin tespitini yapabildiğimiz "Muhit"lere bir bakalım: 

İlki, 3 Kasım 1908'de, İkinci Meşrutiyet'in görece hürriyet ortamında Faik Sabri Bey (Duran) tarafından yayımlanmış. Batıcı, İttihat ve Terakki yanlısı bir dergi. Sultan II. Abdulhamid aleyhtarlığı ile tanınıyor. 39 sayı yayımlanmış Musavver Muhit.  




İkincisi, 1 Kasım 1928'de Ahmet Cevat (Emre) tarafından yayımlanan ve kemalist bir içeriği yüklenmiş olan Muhit dergisi. "Yeni Muhit" adıyla da biliniyor. "Resimli Aylık Aile Mecmuası" alt başlığını taşıdığını da belirtelim. İlk beş sayısını Osmanlı alfabesi, sonraki sayılarını Latin alfabesiyle olmak üzere 48 sayılık bir ömrü olmuş. 





































Üçüncüsü, "Sanat Hareketleri" alt başlıklı "Muhit". 27 Kasım 1947'de Vahdet Gültekin tarafından yayımlanıyor. Zahir Güvemli, Burhan Arpad gibi yazarları var.




















Dördüncüsü, "Leyla'nın Gölgesinde Bir" üst başlığı ile yayımlanan "Muhit" dergisi. Kasım 2017'deki ilk sayısı "Şeyh Gâlib Dosyası"nı içeriyor. Can Güzel'in yayın yönetmenliğinde Necmettin Erbakan Üniversitesi Klasik Türk Edebiyatı Topluluğu adına Konya'da yayımlanmış...

Tespit edebildiğimiz kadarıyla "Muhit" adının periyodik yayım macerası böyle. Fakat burada şunları da eklemeliyiz: Başta Musavver Muhit ve Yeni Muhit olmak üzere, bu dergilerle ilgili hayli çalışma yapılmış. Bunlardan ikisini anmadan geçmeyelim: İbrahim Çekiç'in hazırladığı Muhit Dergisi Bibliyografyası, Hatem Türk'ün kaleme aldığı Musavver Muhit Yüksek Lisans Tezi... 


Görüldüğü üzere, oldukça birikim oluşturmuş "Muhit" adı... Böyleyken, yeni bir derginin de aynı adla çıkması makul müdür? Olabilir. Fakat yeni bir dergi yeni bir ad kullansa, daha iyi olur... 

Bu tespitlerimizden sonra, okuduğunuz bu yazıda dile getireceğimiz asıl hususa geldi sıra. Hani şu "Muhit'in Başlayamaması" başlığına...

Bu kanaat, başta da söylediğim gibi, sunuş metnini okurken oluştu. Orada söylenen bir takım klişelerden... Mesela metnin dördüncü paragrafında şöyle deniliyor: "İyi ve güzeli kılavuz edinen hüner, emekle buluşan yetenek, gösterişten uzak maharet, hürmetle birlikte ilerleyen meziyet, sahibine yakışan kabiliyet ve bütün bunları tamamlayan şahsiyet; derdimiz budur." 

Burada ilk bakışta nitelikli bir belagat yapılmış. Fakat hassas bir bakış kimi çelişkileri yakalayacaktır. Birkaçını belirtelim: Maharet gösterişten uzak olamaz. Haddizatında edebiyat, diğer sanatlar gibi bir gösteri(ş) sanatıdır. Hele hele bir kabiliyet kişiye (sahibine) özgü bir nitelik aldığında, yani özgün bir mahiyet kazandığında, diğerlerinden ayrışır, kendiliğinden öne çıkar, görünür olur. 

İşaret ettiğimiz söz dizisi içinde iyi, güzel, hürmet gibi ahlakî arka planı olan ifadelerin dikkat çektiği ortada. Oysa bunlardan ilk ikisi tümüyle öznel olduğu gibi, hürmet edilecek makam da belirtilmemiş. Belirtilse ne olacak, hepsi aynı kapıya çıkar ama tek tek sıralayalım, hünerli, maharetli, meziyetli, yetenekli bir şahsiyete hürmeti hatırlatmanın ne gereği var? 

Sunuş metninin beşinci paragrafında da benzeri üslup sürüyor. Burada özellikle "yoklukta şaşırmayan, zorlukta savrulmayan" ifadeleri hayli zorlayıcı. Böylesi hallerle sınanmak kolay bir iş değil zira. Hele hele sanatkâr ruhların bu hallere mağlup olmaması mümkün mü? Bu mağlubiyet değil mi şahsiyetli bir sanatçıyı özgün kılan, diri tutan?

Muhit'in bu ilk sayı sunuşunu, olması gerektiği gibi, ciddiye alıp sorgularken, şunu da belirtmek istiyorum. Aslında deklare edilenler sadece Muhit'e mahsus değil. Geçmişte yayımlanmış, halen yayımlanan, muhtemelen bundan sonra da yayım hayatına girecek olan sağ, muhafazakar, mistik eklemli kültür, sanat ve edebiyat dergilerinde aynı yaklaşımları görüyoruz, göreceğiz. Bu anlamda, sözgelimi Mavera, Edebiyat, Karagöz, Yağmur, Kaşgar, Dergâh, Yedi İklim, Hece, Fayrap,  Temmuz, Ayvakti, Aşkar, vb.'ni birbirinden ayırmak mümkün değildir.

Sıra Muhit'teki içerik unsurlarına göz gezdirmeye geldi. Bunlar, temsili mahiyette bir kaç edebi metin olacak. İlki, derginin sunuş metninin bir açılımı niteliğinde olan "Muhit; Bizi Buluşturan Dillerin Evi" başlıklı Leylâ İpekçi imzalı:  Sırlanmak, gönül cemaati, hazır, huzurda, meşrep, halka, gönül dili, halis niyet, sır, nur şehri, tavaf, gönül evi... gibi anahtar kelime, kavram ve motiflerle bezenmiş olan metin, modern bir tasavvuf edebiyatı vaadinde bulunuyor...

Ercan Yıldırım'ın "Türkiye Merkezli Düşünmeye Başlangıç" başlıklı metni ise, Muhit'in hangi sosyolojik temellere yaslandığını göstermesi açısından ipuçları veriyor.  Türkiye merkezli düşünmenin çerçevesini çizen yazar, öyle bir noktaya geliyor ki, bir ara, kemalizm icadı "Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi"ni takdim edebiliyor.  Gerisini tek tek sayıp dökmenin, örneklendirmenin gereği yok, her bir unsuruyla "yerli ve milli" göndermeler yaptığını görüyoruz Yıldırım'ın. Yaşadığımız sosyolojik döneme mahsus bir söyleme denk düşüyor kuşkusuz bunlar. Peki buradan nereye gidilecek, hangi medeniyet ufkuna?

Edebi metinlere bakalım... Cahit Koytak'ın "Metrodaki Dilenci" manzumesi sosyolojik küçük bir acıya odaklanmış. "Metro" hariç çağın alameti farikası olacak herhangi bir gösterge yok şiirde. Dilenmek, dilenene bir şeyler vermek veya vermemek; bunlar her zamana ait şeyler. Evet, metin toplumsal eğitim bağlamında bir mesaja sahip. Bu yönüyle Mehmet Narlı'nın "Korodan Solo Çıkarmak veya Şairin Derdi Nedir?" yazısına kimi linkler attığı söylenebilir. Fakat biz yine de Koytak'tan, sözgelimi "Sisifos'un Köyü", "Harranlı Müneccim", "Şairlerin Tanrısı" gibi şiirler bekliyoruz. Günümüzün sosyal virüsleri karşısında daha net duruşlar...

Narlı'nın yazısı dışında şiir ve şair ilgili bir diğer metin Ali Emre'ye ait. "Şairler Loncasından Halkın Minderine" başlıklı metinde, çirkeflik, çılgınlık ve çirkinliğe müşteri olanların şiirinin hâlâ düzeyli ve direngen şiire galebe çaldığı vurgulanırken, ilk gruptakilerin gürültücü, küçük burjuvaya mahsus, şaklabanlık ve hokkabazlık peşinde, hazcı, günübirlikçi... oldukları ve "kötü gâvurdan öğrenilmiş, zoraki, ölçüsüz bir tutuşkanlığa sahip" bir şiiri yüklendiklerini; sayıları az, görünürlükleri zayıf olan ikinci kesimde olanlarınsa, "yer yer inançla, dirençle, siyasal ve toplumsal sorumlulukla, mazlumiyet ve mağduriyet duygusuyla, adalet ve hakkaniyet aranışıyla, ahlak ve bilinçle örülen, kurulan bir şiiri" kuşandıklarını belirtiyor. Ali Emre'nin ayrıştırıcı, dahası ötekileştirici tespitleri kanaatimce sağlam dayanaklara sahip değil. En azından herhangi bir delili yok görünürde. Dahası, takdim ettiği ikinci kesim şairlerle ilgili yargılarını ispatlayacak net bir örnek ne kendi metninde ne de Muhit'in bu sayısındaki metinlerde görülmüyor. 

Haksızlık etmeyelim, Muhit'te kalbimizin tellerini titreten dizeler elbette var. Hem şiirsel söyleyiş hem de içerik bakımından... İşte Said Yavuz'un kurgusu ve dahası trajedisi olan "İyi Dilek Provaları" şiirinden bir bend: 

"Bir kelimeyi demliyor adam
Söyleyecek ve kurtulacak ölümden
Böylece yaşayacak ırmakların ömrünü
Yaşayacak haksızlığa uğramışların marşlarında
Gözden saklanan gözyaşlarında
Bir taşla kalbini ezemediği için
O şiiri bulanın ellerinde
Bir kelime; işte ben o kelimeye kolaylıklar dilerim"

Tuba Kaplan'ın şu bendi de titrek sedalar oluşturuyor:

"demek insanı sağken böyle öldürüyorlar
tetikte bilindik bir yüz her zaman
göğsüne dolanan katil sarmaşık
senden güneşi böyle çalıyorlar
kupkuru ölmek ama ayakta
görünen o ki kusursuz öldürüyorlar"

Ve başka şeyler...

Muhit dergisinin kimi sayfalarında (s. 6, 7, 9, 10. 14, 17 gibi) imzasız görseller var. Bunların aynı sayfalardaki metinlerle genellikle ilgisi olmadığı gibi, dergiye bir kasaba mecmuası hüviyeti kazandırdığı söylenebilir. Ayrıca bu görsel materyallerin kaynağı ile ilgili bilgiye de rastlamadık. Derginin bağlı olduğu "Turkuvaz AŞ"nin bu gibi durumların üstesinden gelemeyeceğini sanmıyoruz. 

Muhit'le ilgili işbu yazıyı, takip edenler biliyor, dört aşamada tamamladım. Bu süreç içerisinde Muhit'le ilgili başka bir takım eleştirileri fısıldayanlar olmadı değil. Onlara tavsiyemdir: Herkesin eleştirisi/tenkidi kendine. Maksadı üzüm yemek olan çıkar ve söyler. Vesselam...

Ankara, 31 Ocak 2020

29 Ocak 2020 Çarşamba

DEPREMDE SELFİE

Çin seher çağında memleketimin
Damdan düştü leğ’ni diş bileyenin
Allah’ın eliyle aşk'ettin çocuk
Ağzı kara hergelenin aferin…

Bursa, 26 Ocak 2020



ÜVERCİNKA, 41, ŞİİR

“yollar dağdan geçiyor göğü öpmek için…” (s. 5)
Yelda Karataş’ın “Denizatı” şiirindeki bir dizesi. Güzel sebeplerimiz var hayatı yorumlamaya demek ki hâlâ…
Gökhan Cengizhan ise şöyle başlamış “Ortaköyde Bir Bank” şiirine: “Bir güle sakladım kendimi…” (s. 9)
Ürpertiler arıyoruz kalbimize, belki de kalbimizi arıyoruz. Koşumuz baş aşağı ürpertiler ırmağına. “almışım karşıma kırk yaşımı çok ciddiyim
Gidişine çiçekler koyuyorum gençliğimin” (s. 15)
Bu da Zafer Yalçınpınar’ın şiirinden bir ikilik. “Kış Adası”ndan. 
Taha İhsan Çetin’in “Bir Başkasını İntihar Eden Ölüm” şiirinden şu kederli dizeler bir adım öne çıkmak istiyor:
“Sen her ölüme inat her kere daha yaşa e mi?
elbet başını sokacak sebepler dairesi bulunur sana
bulutları koynunda gökyüzü, alabildiğine gri
bir avuç kadar da mavi ayırmış Tanrı bak-sana”(s. 15) “Yas Curcunası” demiş Dağhan Dönmez şiirine. “Soluğumun atları kızım” diye başlayan şiirde iç evrenimizde büyümeler oluşturan başka dizeler de var: “Yüzümün kıyılarına/siper alıyorum”. “Gecenin mahreminde/Usulca kıvrılır yollar” (s. 21)
Hızır İrfan Önder’in “Her Yanım Kimsesizlik” şiiri kısa dizelerle kurulu beş beyitten oluşuyor. Sonuncusu hariç, buraya alıyorum:
isyanım lâl
sükûtum çığlık!

açma sen de begonvil
her yanım kimsesizlik

kuyuya düştü hilâl
duygularım karmaşık!

en sâdık dostum melâl
heybemde yalnız hıçkırık! … (s. 21)

(Bu yazı ilk kez şu linkte yayımlanmıştır: Tıklayınız.)




26 Ocak 2020 Pazar

CEMAL'İN ENİKLERİ

Şair, dil aracılığı ile varlık, nesne ve kavramlara farklı işlevler yükleme ustasıdır. Ustalık dediğimize göre, onun işinde bilinçli bir yatkınlık vardır. Özel tercihleri, öznel uygulamaları barındırır bağrında.

İlgili ve fakat dikkatsiz okuyucuysak, şairin söylediklerinden pek bir şey çıkaramaz, anlaşılmazlık tezgâhını çevirip geçer gideriz. Söz ustasının ortaya koyduğu eseri yoğun bir mesai ile okuyorsak, işimiz kolaylaşacaktır.

İşbu noktada, Cemal Süreya nın birkaç metni üzerinde durmak ve onun "köpek" mefhumuna yüklediği anlamları sorgulamak istiyorum.

Şair, 1957 de yazdığı "Aslan Heykelleri" başlıklı şiirinde (Sevda Sözleri, YKY, İst., 1996, s. 31) şöyle demiş:

"En olmayacak günde geldin tazeledin ortalığı
Alıp kaldırdın bu kutsal ekmeği düştüğü yerden
Bunlar hep iyi şeyler ya öte yanda
Olsa yüreğim yanmayacak aslan heykelleri
Ama yok aslan heykelleri var köpek
Delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor
Adalet Hanım iki kişilik karyolasında
Bozulmuş burjuva ahlakına örnek"

Bu metnin son üç dizesi bizi ilgilendiriyor. Yüzeysel bakış sahiplerinin "ahlâksızlık" hatta "sapıklık" gibi adlandırmalarla yargılayacağı bu dizeler, sadece "Adalet Hanım"ı değil, onunla birlikte şairi de topa tutturacaktır. Üstelik Cemal Süreya buna çanak da tutmaktadır: "Bozulmuş burjuva ahlakı" demesi bu yüzden.  Fakat biz farklı bir durumdan söz edeceğiz. Şairin "Adalet Hanım" ile ülkedeki fiili sosyal (hukukî) yapıyı tenkid ettiğini söyleyeceğiz. Peki "Adalet Hanım"ın koynuna aldığı "köpek" neyin nesi? Elbette olumsuz yapının dayanakları, yardımcıları, payandaları...

Cemal Süreya  "Tristram" (s. 58) başlıklı şiirinde ise şöyle demiş:

"Altmış köpek havlaması taşıyan karnında
kimler gördü o hayvanı onlardan biri o da"

Her ne kadar şair "Tristram" şiirine  "Fransızca kitapta fazla bilgi arama/Ne de Sir Thomas ın yazdıklarında" diye başlasa da, biz işimize bakacağız.

Önce yaptığımız araştırmalardan bir kısım işe yarar bilgileri paylaşalım: Şairin başlık olarak kullandığı "Tristram", bir romandan emanet alınmış, "Tristram Shandy"den.  Laurence Sterne‘in 1759‘da yayımladığı "Tristram Shandy" adlı roman, aynı zamanda kahraman-anlatıcısının adını taşıyor. Türkçe de "Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri" alt başlığı ile  (YKY; Çev: Nuran Yavuz) yayımlanan kitaba Orhan Pamuk bir önsöz yazmış. Bu önsözde roman kahramanı "Tristram" ile ilgili tanıtıcı bilgiler de yer alıyor: "Hiç durmadan anlatan, anlattığına kendini kaptırıp giden, şakaları, kelime oyunları, gevezelikleri, bizi hayret ettirebilme yeteneği, tuhaflıkları, saçmalıkları, çocuksuluğu, saplantıları ve takıntılarıyla bizi hep gülümseten, akıllı, zeki, kültürlü, görmüş geçirmiş, ama bir yanıyla da hep muzip bir çocuk kalmış olan" Tristram, "...doğumdan önce nasıl, hangi tarihte peydahlandığını, babasının doğum (ve) hayat üzerine görüşlerini uzun uzun anlatır gibi yapar. Ama bu konuların hiçbirinin üzerinde öyle uzun uzun durmaz. Bir ağacın bir dalından öbürüne sürekli yer değiştiren ve dur durak bilmez bir hızla ve neşeli (bir) serçe gibi, hızla konudan konuya sıçrayarak ilerler. Çoğu zaman hikâyesinin nereye doğru gittiğini bilmediği izlenimini uyandırır okuyucuda."

Bunca aktarmadan sonra, "Altmış köpek havlaması taşıyan karnında" dizesinde pusuya yatmış "köpek havlaması"nın düşünülecek bir yanı kalmamıştır. Şu saatten itibaren bu şiir için "anlamsızlık" teranesi dile dolanmamalıdır! Fakat başka bir hususu da unutmayalım: Her iki "Tristram", verili olumsuz ortamlara karşı kurulmuş sığınak metinlerdir. Bu yönüyle, en azından şair Cemal Süreya nın "Tristram"ına köpek sesleri konuşlanmıştır?

Cemal Süreya "İşte Tam Bu Saatlerde" (s. 68) başlıklı şiirinde "Köpekler gizli bir dağı havlar" der. 1967 de yayımlanan Ortadoğu şiirinin 3. bölümünde (s. 110) "Havlıyor barut/Sarartıyor gök kumaşını" dizelerine yer verir. Fakat onun "Kurt" (s. 120) şiiri "Köpek" mefhumu için daha bir önem taşır:

"Kurt altı yavru doğurur
Köpek olur bunlardan biri"

Acaba, diyor insan, "Altı yavru" ile kastedilen altı ilke, altı ok olabilir mi? Bu arada, "bunlardan biri" ile acaba "milliyetçilik" mi belirtilmek isteniyor?!

 "Onlar İçin Minibüs Şarkısı" (s. 130),  "Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir (s. 163),  "Bir Kış" (s. 257) "Çıkmaz Sinir" (s. 281) başlıklı metinleri "köpek" mefhumu üzerine yoğunlaşacak okurlar tarafından dikkatle incelenmelidir. Bu metinleri bu şekilde sizlere havale ettikten sonra, bu yazıyı aklımıza düşüren metne geliyor sıra: Şairin 1969 da Papirüs te yayımlanmış "Vakit Var Daha" (s. 102) başlıklı şiirine. Bu şiirde şöyle söylemiş Cemal Süreya:

"Hafif kanlı Chevrolet ler, hırslı Pontiac lar, kıranta Buick ler/ Gürültüyle akıp gidiyor General Motors un enikleri; / Ve ağır kıçlı, geniş çeneli, soluklu arabaları Ford un;/ Ve ağaçlar görüyor, gözlüklü, iri kıyım Chrysler ailesini"

Bu yazı ilk kez 27 Eylül 2006'da Milli Gazete'de yayımlanmıştır.


23 Ocak 2020 Perşembe

NASILSINIZ?

7

kuşlarımızı uçuracağız. gagaları ekmek kırıkları, dilleri türküler dolu.
durup uzun uzun seyredeceğiz onları. gittikleri gökleri resmedeceğiz. sonsuz bir beyaz çıkacak surette.
içimizden birisi, “bu bir hiçliktir!” diyecek, “boşa gitti bütün emeklerimiz...”
bir başkası, içimizden: “olur mu?” diyecek.
“olur ya!” daha bir başkası...
gülüp geçenlerimiz de olacak, tarih tutacak olanlarımız da.
türküsünü mırıldananlarımız, korku ıslığı çalanlarımız...
yanıp tutuşanlarımız ak pak yüreklerle, sevdayla kanatlananlarımız...
sulak topraklar gibi, bol verimli hayatlar yaşayan eylem adamları...
erdemi bir an olsun unutmayan eylem adamları...
anlamını andın, dudağındaki mırıldanmanın anlamını, karşı koymanın, sevginin ve savaşın andını taze tutan eylem adamları...
diyenler: gerçek biziz ve tarih oluşur bizden...
acının ve aşkın, hüznün ve aşkın, aşkın ve aşkın, her dem uyanık duranları...
kuşlarımız uçuyor ve kanatları havalı...

adıyla O’nun

Likâ Edebiyat, S. 7 (1 Ekim 1998), s. 1.

YENİ E DERGİSİ NİSAN 2018 ŞİİRLERİ…

Yeni E’nin 18. Sayısı. Derginin bu sayısı “Sağ’ın Çıkmazı: Kültürel İktidar” dosyasıyla dikkatimi çekti. İddialı bir başlıktı. Üstelik, başlıkta da hissettirildiği üzere son yıllarda siyasetçisinden şairine, muhafazakar camiada siyaset ve kanaat önderi pozisyonunda bulunmuş pek çok kişi “Kültürel İktidar” üzerinde söz söylemiş, kalem oynatmıştı. Böyleyken, bu meseleye muhalif “sol” kanat bu meseleye nasıl bakıyor diye merak etmemek mümkün müydü? Aydın Çubukçu, Taner Timur, Halim Şafak gibi isimlerin kaleme aldığı yazılardan oluşan dosya ile ilgili kanaatlerimi burada paylaşmayacağım. Malum, bu platformumuz şiire ait…
“Sen buralarda yokken
durakların adını değiştiler
yıldızların yerini - Bir gecede
kayboldum-” (s. 21)

Ayşe Nâlan “Kapsül (…)” başlıklı şiirine böyle başlamış. Şiirin duygusal yükseliş gösterdiği başka dizeleri de var. Aynı anda farkındalık oluşturan söylemler de: “Ben buralarda yokken/Yakın gözlüğüm baktı bana –alışamadımmm”
Ahmet Uçar’ın “A.C.I” başlıklı şiiri de pek cazip bir betimleme ile başlıyor:
“Çıkarıp kalbini koymuş
nargile başlığına
yayılan mavi duman
zincirliyor sesimi” (s. 27)

80’lerden beri takip ettiğim şairlerden Muzaffer Kale’nin “Her Zaman İstediğin Gibi Olmuyor” şiiri de okunup geçilecek bir metin değil. İşte bu şiirden seçtiğim dizeler:
“Yazları güneş kurutmaya iniyoruz güneye
başka şey gelmiyor elimizden bu da iyi!”
“…. uzaklık/ yanında gezdirdiğin uçurum”
“…. Her doğulunun/içinde denize ulaşamayan bir ırmaktan bulunur.” (s. 32).
Ömer Turan’ın “Ölülerin de Geç Kalmış Hikâyeleri Var” şiiri ötekileştirilmiş birinci şahsın ağzından yapılmış bir anlatı havasında. Şu üç dizeyi metnin tamamının önüne geçirebiliriz:
“giymekten korkardım resmi günleri
Çünkü içi görünüyordu devletin ve
Ben gereği düşünülmüş bir öteki” (s. 56)
Başka şiirler de var Yeni E’de. Ama ben bunları sevdim. Lale Alatlı’nın Tolis Nikiforou’dan yaptığı “Salihli’yi Hiç Görmedim” (s. 2) çevirisi de ana dilde yazılmış havasında. Söylemeden geçmeyeyim…
(Bu metin ilk kez şurada yayımlanmıştır; tıklayınız!)


ANKARA VAPURUNDA

Ank'ra vapurunda meşhur süvari
Sakallı Celali çımacı yapmış
Mekteb-i Sultanî sanki çiftliği
İlm ü irfanı halata tutmuş...

Ankara, 23 Ocak 2020

22 Ocak 2020 Çarşamba

TEKNO-ÜTOPİK GÜL

“Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

O başkası yok mu bir yanındakine veriyor

Derken karanfil elden ele

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle”

(Edip Cansever-Yerçekimli Karanfil)


Şair Edip Cansever’in “elden ele” dolaştırdığı “Karanfil” metaforunun anlam coğrafyasına paylaşımı, yardımlaşmayı, iyi iletişimler kurmayı, işbirliği ağları oluşturmayı yerleştirebiliriz. Böylece, “sevda”nın anlam halkaları büyür, genişler, evreni kuşatır…

“Ey insanlar! Hep birden barışa girin” evrensel hitabına dikkat kesilenler kabul eder ki, bu mesajın kapsam alanını, insanlık âleminde iyi iletişimler kurmak, işbirlikleri yapmak, paylaşımcı projeler geliştirmek, kısacası dünyayı topyekûn daha bir yaşanılır kılmak oluşturur.

Medeniyet tarihimizde yer alan Suffe geleneği de, bahsettiğimiz paylaşım ağlarının somut ilk örneklerinden birisi olarak kaydedilebilir. Bizzat Peygamberin tedrisinden geçen insanlar, bilgi ve becerilerin başka coğrafyalarla paylaşımı için yolculuklara çıkmışlar, insanlığa taze ve diri haberler ulaştırmışlardır.

Teknoloji sayesinde bugün bilgiyi, görgüyü, erdemi, iyiliği ve bunlarla akraba nice sağaltıcı şeyi “elden ele” aktarabiliriz. Üstelik bütün bir evrene, dünyanın dört bir yanına… Kuşkusuz, bilişim dünyasının evrensel ortamında gerçekleşecek tanışıklıklar, fikir, bilgi ve donanım alışverişleri, yardımlaşma ve paylaşma projeleri ile…

Kabul edileceği üzere, paylaşım, yardımlaşma, dayanışma gibi tutumlar barış ve kardeşliğin esasını oluştururlar. “Hayırlı işlerde yarışma”nın açılımı içinde gördüğümüz bu edimler, dünyanın bir barış ve huzur küresi olmasına zemin hazırlayacaktır.

Bu anlamda, geliştirilip uygulanacak sağlıklı bir ortam, bahsettiğimiz değerleri bereketlendirme ve yayma platformu olarak motor güç olacaktır. .

İnternet teknolojisi, bireylere farklı kimlikleri rahatlıkla giyip çıkartabilecekleri özgür bir ortam sunmuştur. Zamanla sanallaşan kimlik ve kişilik, bu sayede yeniden inşa edilebilen bir yapı halini almıştır. Teknolojinin gelişimi ve sosyal paylaşım ağlarının yükselişi ile bireyin kimlik olguları ve sosyalleşme süreçleri farklı bağlamlar taşımaya başlamıştır. Sanal ortamda kolektif pratiklerin parçası ve gönüllü üyesi olan birey, bu yeni inşa sürecinde kendisini kalıplaşmış ilişkilerden ve hareketsiz kitleselleşmelerden kurtarma imkânı yakalamıştır.

Erving Goffman’ın tiyatro sahnesine benzettiği sanal âlem, tasavvurunu yaptığımız ortamla reel dünyaya dönüşme fırsatı yakalayacaktır. Bu ortam, sanal âlemin “maske”li gölge kişilerinin yerine gerçeklik güneşine koşan sahici insanları yerleştirecektir.

Böylece sanal âlem, yeni bir inşa ve ihya ortamına dönüşme ihtimali kazanacaktır. Sanal vitrinde başlayan romantik sevda ise sokağa, şehre, ülkeye ve dünyaya yayılma fırsatı yakalayacaktır. İhtimaldir ki dünya bir barış okyanusu olma şansı yakalayacaktır.

(Bu yazı ilk kez vasat.com'da yayımlanmıştır.)




21 Ocak 2020 Salı

ŞİİRİ ÖZLÜYORUM, 82, ŞİİR…

“çölde şiir gezdiren kertenkele oldum” (s. 45).
Öncesi ve sonrası değil, bu dize, Dilek Değerli’nin “Çölde Açan Göl” adlı şiirini nazarımda değerli kılan. Şiirin son bendinde, bana doğru kaş göz eden, aman beni de gör diyen şu dizeleri de kayıt altına almalıyım:
“Bazen yumuşak bakışlı bir dize örtüyorum kaktüse
bazen de kaktüs çiziyordu
unuttuğum şiddetinizin panterini derime.”
Sonra Ruhsan İskifoğlu’nda takılıp kalıyorum, “Gereklilik Kipi” ve “Her Nasılsa” (s. 47) adlı şiirlerine. İyi bir kumaşın sesi geliyor şiirlerin içinden: Tanpınar çağına ait harf kuşları uçuyor dudaklardan sanki… İkincisinden alıyorum: “unutalım, bir tat gelir gıcırdayan yazdan
sonsuzca gösterilir kereste siparişi
şarkı söyler kuruntularımız”
Şiiri Özlüyorum’un bu sayıdaki daha esaslı işi “Burada Herkese Yer Var” dizi şiirleridir. Öncelikle neden “Burada herkese yer var.” bahsi açılabilir. Çok kültürlü bir coğrafyanın mensupları olarak, “öteki’siz” bir toplum temennisi olmalı. Böyle olmalı, yoksa her bir farklılığımızdan ötürü yaratılan her bir “öteki”, topyekun ve ortak ölüm ilamı anlamına geliyor…
Hüseyin Peker’le başlayan Devrim Horlu, Sedat İpek, Çağın Özbilgi, Hakan Unutmaz, İdris Zengin, Hanifi Yiğittekin, Emin Kaya, Erkan Karakiraz, Ahmet Çınar ile devam eden ve Beytullah Kılıç’la tamamlanan “Burada Herkese Yer Var” serisi, bazı çürük halkalar hariç, takdire şayan demek istediğim bir çalışma. Sözlerimizi, bazı alıntılara ulayabiliriz:
“Burada herkese yer var
Çünkü ben bir taşra yolcusuyum şimdi
Kuyuları anlatmaya gelmiştim şehirdeki çocuklara
Yanımda kekeme bir kış ve temize geçmemiş şiirler taşıyorum nicedir
Yazımı ve kozamı ören bir anneyedir gidişim
Elvedam üzüme ve inciredir şimdi
Üç kazak giyip uyuyan bir şair abim var benim” (S. İpek, s. 67)

“hani bir tek seni çıkarsam dünyamdan
dünyanın bütün ağaçlarındaki yapraklar hışırdar” (Ç. Özbilgi, s. 68)

“erkeze yer var. burada herkeşe yer
vor. burda herkese yer var. purda herkese yer

var. burada herkasa yir var. burıda heekese
yee vaa. bur ada se her ke r va r ye. brd hrks yr vr.” (E. Karakiraz, s. 75)