14 Ocak 2020 Salı

GÜVERCİNİM NEREDE?



Erkenden, daha herkes uykudayken, daha herkes çokça uyuyacakken çıktım kapıdan. Sokak soğuk muydu? Olsun. Kimsesizlik mi egemendi ortalığa. Ne güzel. Al başını, hürriyet efendim, hürriyet!..
Yürüdüm. Yürüdükçe aydınlanan bir dünya çıktı karşıma. İçimde gelişen bu yeni dünya, biraz sonra kararacak mıydı? Pek güven duymamalı mıydı? Her şey,  her an ters yüz olabilir miydi?
Kuşku duyulmayacak kadar evet!.. Ama bütün bu varsayımları şurada anacak ne var sanki?
Olumsuzluğa doğru yürüyen düşüncelerimi dönüştüren, daha doğrusu olumsuzluğu gidermemekle birlikte, farklı bir alana kaydıran, üç beş öğrenci oldu. Zira, ellerinde şu hepimizin bildiği el arabaları (tornet) ile yakındaki mahalle pazarına doğru güle eğlene yürüyorlardı. Belli ki tornetçilik yapacaklar. Yani, alışveriş yapan pazar müşterisinin mallarını, ekmek parası deyip, taşıyıverecekler. Biraz abartalım: İstatistiklere sığmayacak kadar çoktur bu çocuklar buralarda. Bir süre onların dünyası ile hemhâl oldum, yürüdüm.
Elimde kitap, fotokopi edilmiş dil testleri, gazeteler, yakışıyor muyum bu dili kırılmış pazara? Güvercin pazarı! Henüz tam teşekkül etmemiş. Bir iki kümeden oluşan az sayıda bir meraklı topluluğu. Onlardan daha da az,  güvercin sahipleri ve müşteriler. Çoktandır bildiğim, fakat gelip geçerken bir göz dahi atmadığım bu mekâna hangi ayaklar getirdi beni?
Hatırlıyorum, bir kez de, yine nasıl olduysa, kapısında “Güvercin Sevenler Derneği” tabelası asılı duran bir kahvehaneden içeriye  girdirmişti aynı ayaklar bu baş ve gövdeyi.  O zaman da ilginç olaylar takılmıştı gözlerime.
İşte kesilmiyor ardı arkası. O olaydan şu hatıraya, bu günden, başka bir ânâ... Birbirlerini kovalıyorlar. Bakın işte, şimdi de Abdurrahim geliyor aklıma. Öyle ya, o olsaydı, durur muydu? Güvercinlerin macerasını anlatırdı. Güvercin türlerini, uçuşlarını, kaçışlarını... Güvercin ve güvercincilik üstüne türlü hikâyeler bulunmaktaydı onun hazinesinde...
Güvercin pazarı kalabalıklaşır ve pazarlıklar kızışırken ben hâlâ başka şeylerin peşindeyim: Neymiş efendim, hem “din”ler, hem de edebiyatlar büyük önemler vermekteymiş güvercine. Edebiyatların en gözde kuşlarından oluşu bir yana, “din”ler de paylaşamamış onu. Şu birkaç örneği ekleyiverelim yeri gelmişken: Hz. Nuh, tufandan sonra ortalığın kuruyup kurumadığını anlamak için üç defa uçurur güvercini. Üçüncüde geri gelmeyen güvercin, Nuh aleyhisselamın ve gemisindeki canlıların tekrar karaya dönmesine vesile olur. Hristiyanlar güvercine “kutsal ruh” gözüyle bakarlar. Ya İslâm’da?
İslâm, hak eden bütün eşhasa olduğu gibi, güvercine de gereken önemi vermiştir: Günahsız bir yaratıktır güvercin. Efendimiz (S.A.V) ’in hicret vakti mağarada saklanması sırasında, kurduğu yuva ve yumurtaları ile güvercin,  müşriklerin geri dönmesine yol açar. Birçok müslüman, daha başka sebeplerden ötürü de ona ayrı makamlar ayırırlar gönüllerinde... Güvercinin avlanması, yenmesi, beslenmesi vb. de bu yüzden pek hoş karşılanmaz...
Divan şiirindeki adı ikidir güvercinin:  Kebûter, hamâm...
Uçuşu, halhal takması, etinin kebab edilmesi, postacılıkta kullanılması ile bu şiirdeki yerini almıştır. Aşk, akıl, gönül, sevgili, saç gibi unsurlar için benzetme öğesi olmuştur. Bir çeşni olsun diyedir, aldı şair:
“Firâk-nâme-i derdüm cenâhına ericek
Kebûterün gözüne bağrı kanı gelmedi mi”
(Hayâlî Bey)
Güvercin edebiyatı içimde fırtına estire dursun, gelişmelere değinmeliyim:
Pazar, güvercin pazarı kalabalıklaşıyor.
Ellerinde karton kutular, birbirini izleyen güvercin satıcıları, güvercin alıcıları...
Pazarlıklar artıyor. El değiştiren, elden ele geçen can kuşları.
Yer yer sertleşmeler? Olurdu, olmazdı; azdı, fazlaydı; değeriydi, değildi...
Derken gözümün dibinde gelişen bir olay: Bu işe yeni başlamış olduğu her halinden belli olan, on beş, bilemedim on altı yaşlarındaki bir çocuk. Genç veya delikanlı demeliydim belki. Ama onun davranışı, duruşu, olaydaki tavrı ile henüz çocuk. Dört güvercini var, küçük bir bisküvi kolisinin içinde...
Çevresindeki kalabalığın içinde ben, diğer meraklılar ve bir müşteri. Şimdi suretini çizeceğim müşteri kılıklının iş ortakları da olabilir o anda orada.
Müşteri kılıklı, diyerek yapacağım tasvir hakkında da ipucu vermiş oluyorum: Ağzından köpükler akıyor. Ayrı zamanlarda tıraşlanmış, fakat iyice uzamış ve birbirine girmiş bıyık ve kirli sakalları ile, kelleden fırlayıverecekmiş gibi duran, daha doğrusu hiç durmayan gözleri ile, tehditkâr sözleri ile... bir hayvan irisi.
10 paraya gitmesi gereken üç güvercini, birisini boynu dönmüş diyerek, diğerini uçuş bakımından beğenmeyerek, sonuncusunu ise renk açısından hakîr görerek, işte bu kılıksız,  küfreder gibi bir pazarlık da yaptıktan sonra, 5 paraya götürüyor. Bereket ki 5 paraya götürüyor diyebilirsiniz. El koyabilirdi diyebilirsiniz. Buna da şükür, dediniz...
Anasının kuzusu yeni yetme, beşliği istemeye istemeye, cebine koydu. Zulme uğramış olmanın hüznü, hayır hayır, çaresizliği vardı yüzünde. Başını ve gözlerini yere indirdi, yavaşça çekip gitti oradan...
Benim gibi, olaya tanıklık eden, ama bu güvercin pazarını her hafta ziyaret eden bir genç devreye giriyor yazımızın burasında. Yazık oldu, diyor. Değerlerine yakın bir ücreti bari alabilseydi çocuk. Ama alamazdı. Çünkü şu kılıksız ve adamları, iyi biliyorlar işi. Tam bir şirket kurmuşlar. Bir takım oluşturmuşlar. Bir çete... Ankara’dan geliyorlar her hafta buraya. Buradan 1’e aldıklarını, Ankara’da 10’a...
Pes! Bağır kanımız bizim de gözümüze gelmemiş midir? Pes! İşin içine Ankara girmemiş midir?

Likâ Edebiyat, S. 10 (1 Ocak 1999), s. 4.

Hiç yorum yok: