Erkenden, daha herkes uykudayken, daha
herkes çokça uyuyacakken çıktım kapıdan. Sokak soğuk muydu? Olsun. Kimsesizlik
mi egemendi ortalığa. Ne güzel. Al başını, hürriyet efendim, hürriyet!..
Yürüdüm. Yürüdükçe aydınlanan bir dünya
çıktı karşıma. İçimde gelişen bu yeni dünya, biraz sonra kararacak mıydı? Pek
güven duymamalı mıydı? Her şey, her an
ters yüz olabilir miydi?
Kuşku duyulmayacak kadar evet!.. Ama bütün
bu varsayımları şurada anacak ne var sanki?
Olumsuzluğa doğru yürüyen düşüncelerimi
dönüştüren, daha doğrusu olumsuzluğu gidermemekle birlikte, farklı bir alana
kaydıran, üç beş öğrenci oldu. Zira, ellerinde şu hepimizin bildiği el
arabaları (tornet) ile yakındaki mahalle pazarına doğru güle eğlene
yürüyorlardı. Belli ki tornetçilik yapacaklar. Yani, alışveriş yapan pazar
müşterisinin mallarını, ekmek parası deyip, taşıyıverecekler. Biraz abartalım:
İstatistiklere sığmayacak kadar çoktur bu çocuklar buralarda. Bir süre onların
dünyası ile hemhâl oldum, yürüdüm.
Elimde kitap, fotokopi edilmiş dil testleri,
gazeteler, yakışıyor muyum bu dili kırılmış pazara? Güvercin pazarı! Henüz tam
teşekkül etmemiş. Bir iki kümeden oluşan az sayıda bir meraklı topluluğu.
Onlardan daha da az, güvercin sahipleri
ve müşteriler. Çoktandır bildiğim, fakat gelip geçerken bir göz dahi atmadığım
bu mekâna hangi ayaklar getirdi beni?
Hatırlıyorum, bir kez de, yine nasıl
olduysa, kapısında “Güvercin Sevenler Derneği” tabelası asılı duran bir
kahvehaneden içeriye girdirmişti aynı
ayaklar bu baş ve gövdeyi. O zaman da
ilginç olaylar takılmıştı gözlerime.
İşte kesilmiyor ardı arkası. O olaydan şu
hatıraya, bu günden, başka bir ânâ... Birbirlerini kovalıyorlar. Bakın işte,
şimdi de Abdurrahim geliyor aklıma. Öyle ya, o olsaydı, durur muydu?
Güvercinlerin macerasını anlatırdı. Güvercin türlerini, uçuşlarını,
kaçışlarını... Güvercin ve güvercincilik üstüne türlü hikâyeler bulunmaktaydı
onun hazinesinde...
Güvercin pazarı kalabalıklaşır ve
pazarlıklar kızışırken ben hâlâ başka şeylerin peşindeyim: Neymiş efendim, hem
“din”ler, hem de edebiyatlar büyük önemler vermekteymiş güvercine.
Edebiyatların en gözde kuşlarından oluşu bir yana, “din”ler de paylaşamamış
onu. Şu birkaç örneği ekleyiverelim yeri gelmişken: Hz. Nuh, tufandan sonra
ortalığın kuruyup kurumadığını anlamak için üç defa uçurur güvercini. Üçüncüde
geri gelmeyen güvercin, Nuh aleyhisselamın ve gemisindeki canlıların tekrar karaya
dönmesine vesile olur. Hristiyanlar güvercine “kutsal ruh” gözüyle bakarlar. Ya
İslâm’da?
İslâm, hak eden bütün eşhasa olduğu gibi,
güvercine de gereken önemi vermiştir: Günahsız bir yaratıktır güvercin.
Efendimiz (S.A.V) ’in hicret vakti mağarada saklanması sırasında, kurduğu yuva
ve yumurtaları ile güvercin, müşriklerin
geri dönmesine yol açar. Birçok müslüman, daha başka sebeplerden ötürü de ona
ayrı makamlar ayırırlar gönüllerinde... Güvercinin avlanması, yenmesi,
beslenmesi vb. de bu yüzden pek hoş karşılanmaz...
Divan şiirindeki adı ikidir
güvercinin: Kebûter, hamâm...
Uçuşu, halhal takması, etinin kebab
edilmesi, postacılıkta kullanılması ile bu şiirdeki yerini almıştır. Aşk, akıl,
gönül, sevgili, saç gibi unsurlar için benzetme öğesi olmuştur. Bir çeşni olsun
diyedir, aldı şair:
“Firâk-nâme-i derdüm cenâhına ericek
Kebûterün gözüne bağrı kanı gelmedi mi”
(Hayâlî Bey)
Güvercin edebiyatı içimde fırtına estire
dursun, gelişmelere değinmeliyim:
Pazar, güvercin pazarı kalabalıklaşıyor.
Ellerinde karton kutular, birbirini
izleyen güvercin satıcıları, güvercin alıcıları...
Pazarlıklar artıyor. El değiştiren, elden
ele geçen can kuşları.
Yer yer sertleşmeler? Olurdu, olmazdı;
azdı, fazlaydı; değeriydi, değildi...
Derken gözümün dibinde gelişen bir olay:
Bu işe yeni başlamış olduğu her halinden belli olan, on beş, bilemedim on altı
yaşlarındaki bir çocuk. Genç veya delikanlı demeliydim belki. Ama onun
davranışı, duruşu, olaydaki tavrı ile henüz çocuk. Dört güvercini var, küçük
bir bisküvi kolisinin içinde...
Çevresindeki kalabalığın içinde ben, diğer
meraklılar ve bir müşteri. Şimdi suretini çizeceğim müşteri kılıklının iş
ortakları da olabilir o anda orada.
Müşteri kılıklı, diyerek yapacağım tasvir
hakkında da ipucu vermiş oluyorum: Ağzından köpükler akıyor. Ayrı zamanlarda
tıraşlanmış, fakat iyice uzamış ve birbirine girmiş bıyık ve kirli sakalları
ile, kelleden fırlayıverecekmiş gibi duran, daha doğrusu hiç durmayan gözleri
ile, tehditkâr sözleri ile... bir hayvan irisi.
10 paraya gitmesi gereken üç güvercini,
birisini boynu dönmüş diyerek, diğerini uçuş bakımından beğenmeyerek,
sonuncusunu ise renk açısından hakîr görerek, işte bu kılıksız, küfreder gibi bir pazarlık da yaptıktan sonra,
5 paraya götürüyor. Bereket ki 5 paraya götürüyor diyebilirsiniz. El
koyabilirdi diyebilirsiniz. Buna da şükür, dediniz...
Anasının kuzusu yeni yetme, beşliği
istemeye istemeye, cebine koydu. Zulme uğramış olmanın hüznü, hayır hayır,
çaresizliği vardı yüzünde. Başını ve gözlerini yere indirdi, yavaşça çekip
gitti oradan...
Benim gibi, olaya tanıklık eden, ama bu
güvercin pazarını her hafta ziyaret eden bir genç devreye giriyor yazımızın
burasında. Yazık oldu, diyor. Değerlerine yakın bir ücreti bari alabilseydi
çocuk. Ama alamazdı. Çünkü şu kılıksız ve adamları, iyi biliyorlar işi. Tam bir
şirket kurmuşlar. Bir takım oluşturmuşlar. Bir çete... Ankara’dan geliyorlar
her hafta buraya. Buradan 1’e aldıklarını, Ankara’da 10’a...
Pes! Bağır kanımız bizim de gözümüze
gelmemiş midir? Pes! İşin içine Ankara girmemiş midir?
Likâ Edebiyat, S. 10 (1 Ocak 1999), s. 4.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder